Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ağustos '08

 
Kategori
İnter-rail
 

Kaos'tan bil-diriler

Kaos'tan bil-diriler
 

bu karmaşada kalp şeklindeki ok hiç bi yeri göstermiyor.


Sistem diye bir şey yok ve hiç olmadı insanlık tarihinde. sistem, biz hareket ettikçe değiştirdiğimiz, onu değiştirdikçe bizi değiştiren ucu belirsiz, zaman çizgisiz, geçmişsiz ve geleceksiz bir karmaşadan ibaret. yani kaos. yaşadığımız herşeyin karşılığıdır kaos.

bir şey bir kez varolmaya görsün. varolduğu ilk andan itibaren giderek nereye ve nasıl ilerleyeceği asla tahmin edilemez bir biçimde devam ettirir varlığını. başlangıcını belirleyen bir neden silsilesinin, giderek takip edilemez ve ölçülemez, dolayısıyla tahmin edilemez bir düzensizliğe ulaştığı bir sistem.

ne kadar çoğalırsa hareketi, kendi içinde o kadar düzenli hale gelen bir düzensizliktir kaos. bir başlangıç yoktur. bir son da yok. ya da bir son, aslında bir başlangıçtır kaosta.

Sadece geçmiş ve geleceğin birbirine karıştığı bir andır varoluş. Geçmiş ve geleceğin üstüste bindiği tek bir an. Başlangıcın ve ucu açık bırakılmış -örtük- bir sonun "varsayıldığı", geçmişteki anların toplamı olmayan, sadece kendisi olan "bir an" dır varoluş.

sistem diye bir şey hiç olmadı bu evrende. Sistem, bizim gördüğümüz şeyi, algı ve akıl sınırlarımız içinde "düzenlemeye çalıştığımız ve bu yüzden düzenli sandığımız bir kapalı kutuydu her zaman. Bu kapalı kutuyu hiç bir zaman tam olarak ne zamanda ne de mekanda bilme imkanımız olmadığı halde onu ya zamanda, ya da mekanda -ama hiç her ikisinde birden değil- dondurup gözlediğimizde "ne görebildiysek" onu "gerçek" diye tanımladık. bu yüzden tanımladığımız anlamda mutlak (hep varolagelen) ya da -değişmekle beraber- herkesçe gözlenebilir , kanıtlanabilir bir gerçeklik" de aslında hiç varolmadı.

Biz bu kapalı kutuya bakarken, onun da içinde olduğu bir başka kutunun içinde kendimizin de olduğunu hiç bilmedik. Etrafımızda çözülmeyi bekleyen yığınla soruyu sorarken bile bu yığınla soruyu değiştirebildiğimizi, her soruda yanıtları değiştirdiğimizi , bu soruların içinde kendimizin de olduğunu bilmeyip, evrenin insan tarafından çözülebilir gizlerle dolu, kendi içinde anlaşılabilir bir gerçekliği olduğunu ve bu gerçekliğin yer aldığı "doğrusal bir zaman" olduğunu varsaydık.

ama yanıldık.

bu tünelde ilerlerken karşımıza çıkan ve bize saati söyleyen bir tavşanın saat 3'ü beş geçe tam karşıdan gördüğümüz görüntüsüyle saat 4'te profilden ve daha uzakta gördüğümüz görüntüsünün aynı olmadığı "bilgisini" gözümüz tespit ettiği (gözlemle deneylediğimiz) halde beynimiz ( şüphe duymaksızın) ona "bu demin gördüğüm tavşan" dedi.

Oysa zaman, o tavşanı her an değiştirmekteydi, ya da tavşan, zamanı mekanın her biriminde eğip bükmekte, değiştirmekteydi hareketiyle. Ya da aslında içinde bulunduğumuz tünelde zaman bildiğimiz anlamda "akmıyor", yavaşlıyor ya da hızlanıyordu.

Bu yüzden evrene ve kendimize de bakarken tarihin başlangıcındakiyle şimdikinin de "aynı evren, içindekinin de - zamana rağmen - aynı madde " olduğunu varsaydık uzunca bir süre.

Aristo'nun herşeyi sınıflara bölme, giderek sonsuzca bölme merakı yüzünden (tıpkı dallanıp budaklanan ve birbirine karışan bitki kökleri gibi), biz ayırdıkça ayrımsanacak şey çoğaldı. Platon'un hep varolan idealarına karşılık Aristonun donmuş kategorileri işte bu çoğalmaya karşılık aynı adla adlandırılan nesnelerin "benzer özellikleri"ni zamanda dondurdu.

gerçekliği bizim gözlemimizden bağımsız varolan nesnelerin, yerinden kıpırdamayan taşlar gibi dondurulmuş kavramları ve bu nesnelerin "hiç de amaçlamadığı halde" doğurduğu ideolojiler yüzünden insanlar öldü, hayvanlar öldü, herşey öldü, ölmekte, ölecek

ve inadına insanlar doğdu, acılar unutuldu.

yaşam, ölümle karşılaşılan o eşik geçildiğinde "unutmaktan" yanadır çünkü.

Aristo da yanıldı, karşı çıktığı Platon'da. İkisi de çürüyüp gitmek yerine birbirinin zıddı olarak varlıklarına devam ettiler. Gerçekliği idealarda arayan Platonun öne sürdüğü ideaların gerçekliğini reddedip "gözlemlenebilir" dünyayı tercih eden Aristoyu takip eden materyalist (!) sosyalizmin ve idealizmin izindeki faşizmin ortak temel taşı ideolojiler oldu, mevcut olanın içinde varolmayı başarmak değil, idealize edilmiş daha güzel bir sistemi "gerçekleştirmek" uğruna insanların öldüğü sistemsizlikler bulduk.

Sol denilen ideoloji, çarmıha gerilmeye direnmeyen, hatta çarmıhını kendi taşıyan devrimci bir İsa'nın izinde , "inançlar uğruna, hayal edilen bir dünya için şu anki durumunu hiç düşünmeden, her türlü zulüme karşı "direnerek" (çarmıhını sırtında taşıyarak ) "daha güzel bi gelecek için" kitlelerin kendini feda etmesini önerdi.

Sağın ideolojisi ise, önce inançları uğruna kendini feda eden İsa'yı yüceltti , karşı çıktığı düzenin bekasını savunarak, bir eliyle düzeni sağlamlaştırırken diğer eliyle kurbanları destekledi ve besledi, yok ise yarattı, düzene karşı çıksınlar ve düzen uğruna harcanacak yeni kurbanlar olsun diye.

sistem ya da akıl bir kez daha, daha önce olduğu gibi, hiç varolmadı. Başlangıçta da yoktu, şimdi de yok. İnsanlık hiç bir zaman akıl ya da sistem üretememiştir. İnsanlığın yapabildiği tek şey kaosun içindeki düzeni kendisinin yarattığını sanmaktan ya da kaosun kendine has düzenini hareketiyle "düzenleyebildiğini", bi an için gördüğünü tüm zamanlarda gerçek zannetmekten ibaretti. bu yüzden insanlığın gerçeği hiç bir zaman gerçek değildir. İnsan varolduğu ilk andan itibaren bir sahte gerçeklik içinde yaşamış ve yaşamakta buna da "aklın sistemi" adını takmaktadır.

Oysa olan biten, aklı yutan kara delikler yaratmaktan ibaret olan deliliğe dair sistemleri bıkmadan usanmadan aklın temsilleri olarak çeşitlendirmekten ibarettir.



-zamanı gelince devamı belki olur, belki olur.

 
Toplam blog
: 121
: 2834
Kayıt tarihi
: 09.07.06
 
 

Başkentte doğmuşum ve orada gidilecek tüm okullara gitmişim: ODTÜ-Psikoloji ve Ankara Üni. İletiş..