Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Kasım '09

 
Kategori
Öykü
 

Karabasan

Berbat görünüyor. Saçları darmadağın, rengi sapsarı; gözlerinin altında siyah-mor halkalar, alnında kalemle çizilmiş gibi derin çizgiler.

“Berbat görünüyorsun” diyorum.

Bitkin bir ifade beliriyor yüzünde.

“Hiç uyuyamadım iki gecedir.”

“Hayrola?”

Yok bir şey gibilerden bir hareket yapıyor eliyle.

“Ne oldu, söylesene.”

“Uyuyamadım işte. Yorgunum.”

Salondaki kanepeye uzanıyor.

“Üstüne bir şey örteyim, burada uyu biraz.”

“Yok, işim var, çıkacağım.”

Gene de ince bir battaniye getiriyorum içeriden. Huysuz huysuz tersliyor beni.

“İstemiyorum dedim ya!”

“Tamam, istemiyorsan örtme.”

Bir süre konuşmuyoruz. O, kanepede uzanmış, boş boş televizyona bakarken ben de gazeteleri karıştırıyorum.

Birdenbire soruyor.

“Sen hiç karabasan gördün mü?”

“Karabasanın ne olduğuna bile emin değilim. Kabus gibi bir şey mi?”

Suratını buruşturuyor.

“Hayır, çok daha kötü. Sanki biri üstüme oturmuş, göğsüme, boğazıma bastırıyor. Hiçbir yerimi hareket ettiremiyorum, sesim çıkmıyor, nefesim kesiliyor. En kötüsü de kendimi uyanık sanıyorum. Hani kâbus görürsün ama aslında uyuduğunu ve rüya olduğunu bilirsin, sonra da uyanırsın ya, öyle değil. Uyanıksın ve hepsi gerçekmiş gibi.”

Sesi titriyor.

“Dur, sana biraz su vereyim.”

Bir yudum alıyor sudan.

“Beni uyandırsaydın keşke.”

“Denemedim mi sanıyorsun? Ama sesim çıkmıyordu, parmağımı bile oynatamıyordum. Yoksa uyandırmaz mıydım seni?”

“Allah, Allah, o kadar kötü demek.”

“Ölüyorum sandım diyorum sana. Kötü ne kelime.”

“Herhalde işten çok sıkıldın bu aralar.”

Yüzünü buruşturuyor gene, salak salak konuşma gibilerden. Cevap vermiyor.

Uzun zamandır iyi değiliz. Söylediğim her kelimeye dikkat etmek zorunda hissediyorum kendimi. Ne garip. Çok mutlu olduğumuz, birbirimize bakmaya, dokunmaya doyamadığımız zamanları hatırlıyorum da… Şimdi, hırlaşmadan iki saat oturabilmek bile yetiyor bize. İstediğimiz birazcık huzur, o kadar. Onca kavgadan, hakaretten; öfkeyle söylenmiş onca kırıcı sözden sonra, bırak aşkı, mutluluğu, kim olduğumuzu bile unuttuk.

Ne zaman yakınlaşmaya çalışsam tersliyor beni ama elimde değil.

“İstersen yarın bir doktora gidelim.”

“Ne diyeceğim doktora gidip? Bana karabasan musallat oldu mu diyeceğim?”

“Belki başka bir rahatsızlığın vardır. Bir doktora gitsen ne kaybedersin? Ben de erken çıkarım istersen, beraber…”

Sıkıldı, sözümü kesiyor.

“Of, yeter. Lütfen kapat artık bu konuyu.”

“Peki, tamam. Konuşmuyorum. Bari iki saat uyu, kendine gel.”

“Yok. Dedim ya, çıkmam lazım.”

Çenemi tutuyorum çünkü kavga etmek istemiyorum. Koltukta biraz daha gevşerse dışarı çıkmaktan vazgeçeceğini, belki birkaç saat uyuyacağını umuyorum içimden. Duymuş gibi kanepeden kalkıyor.

“Ben hazırlanıyorum.”

“Peki.”

***

Gece, on bir. Yatıyoruz. O hemen uyuyor, ben kitap okuyorum. Tipik.

Başucumdaki gece lambasını kapatmadan önce onu seyrediyorum uzun uzun. Hafif aralık dudaklarına, dizine kadar sıyrılmış pijamasından görünen güzel bacağına bakıyorum arzuyla. Nasıl bu hâle geldiğimizi düşünmekten alamıyorum gene kendimi; sevgi, özlem, şehvet, hüzün, kıskançlık – hepsinin karışımı, derin bir sızı hissediyorum içimde. Ona sarılmak istiyorum ama biliyorum beni itecek. Lambayı kapatıp sırtımı dönüyorum.

Aniden uyanıyorum.

Oda zifiri karanlık. Yoğun, farklı bir karanlık bu; ne olduğunu anlayamadığım bir şey var odada. Soğuk, korkunç bir şey; her yeri kaplayan, şekilsiz ve öfke dolu. Kıpırdayamıyorum, her yerim buz gibi. Çığlık atmaya çalışıyorum, sesim çıkmıyor; zor nefes alıyorum. Ter içindeyim.

Karabasan dediği bu mu?

İnlediğini duyuyorum. Onu görebilmek için kendimi zorlamalıyım. Gözleri kocaman, yüzü acıyla kasılmış; alnındaki damar patlayacakmış gibi şişmiş, hırıltılı hırıltılı nefes almaya çalışıyor. Göz göze geliyoruz. Yaşadığı dehşeti hissediyorum tüm benliğimle. O an anlıyorum öleceğini; onu kurtaramayacağımı, bu gecenin her şeyin sonu olduğunu anlıyorum.

Şiddetle kasılıyor vücudu son bir kez ve gevşiyor. Çırpınmıyor artık.

Sessizlik.

Odanın içinde zaman durmuş sanki. Üstümdeki ağırlığın yavaş yavaş kalktığını hissediyorum, nefes almam düzeliyor. Odadaki o korkunç karanlık yok şimdi; sıradan bir kış gecesinin banal loşluğunda erimiş, gitmiş.

İsmini fısıldayarak ona sarılıyorum. Elimle gözlerini kapatıyorum önce; sonra, yüzünü, yanaklarını, dudaklarını öpüyorum defalarca. Kucaklayıp, başını göğsüme yaslıyorum ve saçlarını okşarken hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyorum.

Ne kadar kalmışım öyle, bilmiyorum. Kendime geldiğimde güneş doğmak üzere. Aydınlanan gökyüzünü görüyorum perdenin aralığından.

Usulca yatağa bırakıyorum onu. Banyoya gidiyorum, musluğu açıp ellerimi soğuk suyun altına tutuyorum. Bileklerimdeki sıyrıklar acıyor; ıslak parmaklarımla yanağımdaki tırnak izlerine dokunuyorum hafifçe.

Odaya dönüyorum. Zayıf, tükenmiş adımlar. Yatağa bakmadan pencereye yürüyorum ve perdeyi çekiyorum sonuna kadar. Camı açıyorum; parlak kış güneşi ve buz gibi hava çarpıyor yüzüme. Derin bir nefes alıyorum.

Her şey olması gerektiği gibi.

 
Toplam blog
: 5
: 724
Kayıt tarihi
: 22.10.09
 
 

Okumayı, yazmayı seven bir İstanbulluyum. Ekonomi dalında lisans, siyasal bilgilerde lisans üstü eğ..