Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Eylül '09

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Karadağ ( montenegro ) gezi notları

Karadağ ( montenegro ) gezi notları
 

perast/ kotor/ karadağ


KARADAĞ GEZİ NOTLARI

30.05.2009 ( DUBROVNİK - KOTOR )


Dün, Dubrovnik’de Eski Şehir, Lapad derken dünyanın yolunu arşınlayınca, deliksiz uyumuşum gece. Saat 10.30 ‘da bineceğim Karadağ’ın Kotor kentine götürecek otobüs, Şima’nın evinin hemen yanındaki otobüs terminalinden hareket edecek. Şima, Dubrovnik’te konakladığım evin yaşlı sahibesi, ama, gerçek bir hanımefendi. Sabahları, adet olduğu üzere, sabah içkisi ve Türk kahvesini ikram etmeden çıkarmadı beni evinden dışarı.

Dün, dev transatlantiklerin yanaştığı sahilin yanındaki Konzum süpermarketten aldığım nefis mortadella salam ve peynirlerle, güzelim francala ekmeği , demlediğim çayı bir araya getirince sıkı bir kahvaltı yaptım az önce. Çantalarımı toparladım. Şima uyanmış, ikramı olan Türk kahvesini son kez içerek, küçücük kadehteki cini de yuvarladıktan sonra, kısa da olsa sohbete dalıyoruz. Duvardaki, çok güzel yağlıboya tabloya takılıyor gözüm. Lapad yarımadasının karşı sahillerinin yemyeşil ağaçlar içerisindeki günlerini gösteren tablodan bahsedince, Şima’nın yarasını da deşmiş oluyorum anlaşılan. Üzüntü ile, Dubrovnik’teki ormanların yok edilerek yerlerine, binalar ve siteler yapıldığını anlatıyor. Tabii, bunları, Türkçe veya İngilizce değil, İtalyanca söylüyor bana. Acının dili ortak olmalı, el işaretlerinden ve yüz ifadelerinden anlıyorum demek istediklerini.

Saat 09.00 ‘da vedalaşıp, autobusno kolodvar ( otobüs terminali ) ‘ne doğru yürüyorum. Klimanın buz gibi ortamında rahatsız olunca, dışarı çıkıyor, LP’ den, Karadağ hakkında bilgiler derlemeye çalışıyorum. Ellerindeki kartonlarda “ sobe, rooms “ yazılı yaşlı kadınların biri gidiyor, diğeri geliyor yanıma. Hepsine de, Dubrovnik’ten ayrılmak üzere olduğumu söylemek zorunda kalıyorum. Karadağ’ın İngilizce adı Montenegro, yerel söylemde ise Republika Crna Gora.

Dün gezdiğim Dubrovnik’teki, eski evlerin çoğunun kiremitlerinin yeni olduğunu fark etmiştim. 1991 yılında Yugoslav Federasyonundan ilk ayrılanlardan biri olan Hırvatistan, Sırpların saldırıları ile büyük bir iç savaş yaşamış ve eski adı ile Ragusa olan bu kentin tarihi dokusu büyük yaralar almıştı. Gözüm terminalin hemen karşısındaki küçük bir eve takılıyor. Yan duvarları mermi izleri ile delik deşik. İlk defa, iç savaş izlerine rastladım burada.Oysa, güzel bir makyaj yapılmış, bu tarihi ve turistik kente.

Otobüs saatinde 3 numaralı perona geliyor. Bagaj için, şöföre ekstra bir ücret ödeme alışkanlığı var Balkan ülkelerinin çoğunda, ben de hazırladığım 1 € ‘ u uzatıyorum.Adamın da parayı amadan, çantaları alıp bagaja koymak gibi bir telaşı yok. Genç bir çocuk 5 KN uzatınca bayağı tartışıyorlar. 1 $ = 5.14 HKN ( Hırvat Kronu ).

Sahil boyunca ilerliyor otobüs, Dubrovnik, surlar içindeki Eski Şehir, Dominikan Manastırının kulesi zar zor görünüyor artık. Aşağıda uzanan küçücük adacıklar, pembe beyaz zakkumlu yollar , Fethiye- Kaş yolunu hatırlatıyor bana.

Hırvatistan sınırında, polis pasaportları toplayıp iniyor. 15 dakika sonra pasaport elime geçmeden tampon bölgede hareket ediyor otobüs. Muavinde olmalı pasaportlar, yine de, tedirgin oluyorum. Karadağ girişindeyiz. Muavin elindeki pasaport destesini, oturduğum yerden rahat görülen, kulübedeki polise uzatıyor. Tüm pasaportları bilgisayara kaydediyor, benim pasaporta gelince takılıyor. Masanın üzerine koyup, neden sonra eline alarak, yandaki karakol binasına gidiyor. Hemen her ülke girişinde karşılaştığım bir hadise bu. Sanırım, sahip olduğum yeşil pasaportun fazlaca tanınmamasından kaynaklanıyor bu durum. Az sonra çıkıyor ve masasında kocaman mührü basıyor pasaportumun üzerine. Bir terslik çıksa, elimde, Dışişleri Bakanlığının listesi var ama, anlatana kadar akla karayı seçeceğim.

Gezi öncesi Karadağ’ı incelerken fiyortları ve dağlık arazisi nedeniyle sert karekterli, tarihi miras olarak da Türk düşmanlığı ile karşılaşacağım hissi uyanmıştı bende. Hele hele, düşmanlarının kafataslarının koleksiyonunu yapan Karadağlılar’ın Türk karşısında fevri davranabileceklerini hissediyordum. Ne var ki; sınır girişinde, anladım ki; Karadağ kurtuluşun turizmde ve Avrupa Birliğine girişlerinde olduğundan hareketle, gerginlik politikası gütmeyen bir topluma dönüşmüş. Tek dertleri A.B standartlarını yerine getirerek, hem Sırp hegemonyasından kurtulmak, hem de Avrupa ülkelerinin turizm potansiyelinden yararlanmak. Avrupa Birliği, neredeyse, her diktiği taşa, kocaman bir plaket koymuş buralarda. Sınırda, gümrük binalarının da, EU fonları ile yapıldığına dair plaketler bulunuyor. Dar bir yolda, sağda uzanan güzel panoramalar eşliğinde ilerliyor, önce İgalo, ardından Herseg Novi kentine geliyoruz. Otobüsten gördüğüm kadarı ile, göze çarpan bir çirkinlik, sakillik yok. Hava kapalı, gökyüzünde, ağır, koyu bulutlar asılı. LP ‘ nin dediği gibi, dramatik tablolar izleyerek ilerliyorum. Her geçtiğimiz yerleşimde, insafsızca bir inşaat faaliyeti gözlüyorum. Siteler, yazlıklar, mantar gibi, her köşeden yükseliyor. Hepsinin üzerinde satılık ilanları var. Adriyatik Denizinden daracık bir boğumla içerilere giren koy, tahminlerin ötesinde oldukça geniş. Zaman zaman, körfezin birbirine çok yaklaşan iki yakası arasında bir köprü olsa, yol çok azalacak. Çepeçevre bir yay çizerek, Kotor’a doğru ilerliyoruz. Hiçbir yerleşim ismi göremiyorum, sadece kilise ve turistik yerlere levhalar konmuş. Jöleli saçları ile tipik bir züppe olan şöföre, “Kotor’da ineceğim” diyorum. Otobüsü sağa çekiyor, ben inmeye davranınca da; “ otur, daha var “ anlamında işaret yapıyor. Benim hesabıma göre, Kotor’a daha kırkbeş dakika olmalı. Bulutlar altında ezilir gibi duran fiyortları izleyerek, Kotor’a varıyor ve otobüs terminalinde iniyorum. Burada da, kalacağım odayı kendim bulacağım diyerek, terminalde, ellerinde kiralık levhası olan insanları ıskalıyarak, caddeye çıkıyor, sola doğru ilerlemeye başlıyorum. Bir tane kiralık oda yazısı yok. Hava ısınmaya başlıyor, binalar bitiyor, Çetinje Budva yol ayrımına geliyorum. Anlaşılan geri dönüp, diğer yöne yürüyeceğim. Öyle yapıyorum, eski şehir duvarlarının önünde, bir büfedeki kız, ” Stari Grad’a ( eski şehir ) gir, sağdan devam et, orada oda bulabilirsin “ diyor. İlerliyorum, görünürlerde bir levha yok. Çaresiz, bir kafede oturan güzel bir kıza sokuluyor ve derdimi anlatıyorum. Kızcağız, ummadığım bir ilgi ile 3-4 yere telefon ediyor, sonunda üzgün bir ifade ile pes ediyor. Her yer dolu anlaşılan. Eski şehirin, dar ve yağmurdan hala ıslak sokaklarında yarım saat daha yürüyorum. Karşıdan gelen bir genç yanımda duruyor ve “ kalacak yer mi arıyorsun “ diye soruyor. Ümitsizce, “ evet, ama uzak olmasın “ diyorum. Kısa bir yürüyüşten sonra, kafelerin dizildiği meydanda, eski ama sağlam bir binaya giriyoruz. Zili çalınca yaşlı bir kadın çıkıyor kapıya. 15 € diyor, ben çoktan razıyım ama yine de, iki gece için 20 € veririm diyorum. Bir yerlere telefon ediyor, beni getiren gencin arkadaşı oluyormuş oğlu. Uzun uzun konuşuyorlar, sonunda teklifimi kabul ediyor. Genci de sarılıp, öpüyor. Bana gösterdiği odaya çantalarımı taşırken, adının Vukosava olduğunu öğrendiğim yaşlı kadıncağız, telaşla dolaşıyor, ortalığı toparlamaya başlıyor. Gelişime sevindiği belli olan ev sahibem, Türkska kahve ikram ediyor, hoş geldin anlamında. Her zaman yaptığım gibi, çantaları bırakıp, ilk keşfe çıkıyorum, Kotor’un Stari Grad’ına. Eski Şehir’in genişliği iki metreyi geçmeyen daracık sokaklarında, Vukosava’nın verdiği haritaya bakarak, ortalığı tanımaya çalışıyorum. Kaldığım ev, eski şehir’in en büyük meydanlarından Od Brajna meydanında, 17. y.y yapımı Pima Palasın hemen yanında. Ne hikmetse, LP’ de detaylı bir harita yok. Aklıma geliyor; şehrin üzerinde yükselen St. John kalesine çıkmakta gecikirsem, güneş, karşı sahildeki fiyortların üzerine gelecek ve iyi fotoğraf çekemeyeceğim. Zaman kaybetmeden, kaleye çıkan yollardan birini bulmak için, bir genç kızdan yardım istiyorum. Birkaç daracık sokakta ilerledikten sonra, yukarıya çıkan merdivenlerin önüne kadar getiriyor beni. 2 € ödeyip, bilet aldıktan sonra, binlerce gizin sindiği taş merdivenleri tırmanmaya başlıyorum. Saymaya hiç mi hiç niyetim yok, nasılsa bunca merdiveni tırmanırken sayıyı unutacağım diye düşünüyorum. Nefes almak üzere mola verdiğim yerlerden, Kotor kıyılarını ve karşı sahilden yükselen fiyortların fotoğraflarını çekerken, gerçekten ender rastlanılacak bir coğrafyada bulunduğumu fark ediyorum. Sonunda St. John Kalesinin zirvesindeyim. Kalenin tarihi çok eskilere gidiyor. İlk olarak, İlliryanlar tarafından inşa edilmiş. Sırasıyla Yunanlılar, Romalılar, askeri amaçlarla kullanmışlar. 12. ve 14. y.y ‘ lar boyunca Sırplara, 15. yy’da Venediklilere hizmet etmiş. 1667 depreminde ve 1979 depreminde ağır hasar görmüş, yenilenerek güçlendirilmiş. Bugün, Çin Seddini andıran zig zaglı duvarları ile önemli bir ziyaret yeri ve Kotor’un dramatik güzelliğinin en iyi göründüğü bir yer. Güneş, yükselip, karşı tepelere ilerledikçe, altımda uzanan Kotor Denizi’nin büyüsü bozuluyor, bu kez, güneş ışıkları altında, gümüş bir eriyiği andırıyor. Bu arada, yeterince fotoğraf çektiğim için, güneşin konumu keyfimi kaçırmıyor artık. Yukarı tırmanırken hissetmediğim yorgunluğumu, inişte bacaklarımın titremesinden anlıyorum.

Eski Şehir duvarları boyunca, sahilde yürüyorum. Kendimi, gezmeye kaptırınca, çoğu kez açlığımı da unuturum, karşıdaki börekçi dükkanını görünce, sekiz saattir bir şey yemediğimi hatırlıyor ve börekçi dükkanına dalıyorum (1.5 € ). Tekrar, eski şehrin dar ve loş sokaklarındayım. Güneş, karşı fiyortlarda kayboldu. Duvarların ardındaki lüks mağazalar kapandı birer birer. Sokaklara hüzün çöktü birden, ya da bana öyle geldi. Deniz Müzesi’nin yanındaki Ela Marketten, iki şişe Nikşiçko Bira alarak odama dönüyorum. Vukosava mutlu olsun diye, yanımda taşıdığım, nazar boncuklu anahtarlıklardan bir tane veriyorum. Kadıncağız sevinçten çıldırıyor, uzun süre bir anahtarlığı bir beni öpüp duruyor. Ben masada, bira içip, notlarımı yazarken, ev sahibem de mutlu, Sırp kanallarını izliyor.

Her şey iyi güzel de; evin bulunduğu meydandaki kafelerden yükselen müzikler giderek rahatsız etmeye başlıyor beni. Huzursuzluğu hissetmiş olmalı, Vukosava elinde çikolata likörü şişesi ile beliriyor yanımda. “ Sabah, beni uyandırmadan çıkma “ diyor, daha doğrusu vücut dili ile anlatıyor. Güzel bir akşamüzeri yaşadım bugün. Sahilde, kadınlar, balık sepetlerinin içindeki balıkları ayıklayıp temizlediler, ben de onları seyrettim. Montenegro, büyük bir cesaretle, Sırp hegemonyasından kendini kurtararak, bağımsızlığını ilan edince kendine geldi anlaşılan. Yıllardır, huzur bulamayan, düşman kelleleri ile evlerini süsleyen Montegrinler, geleceklerinin turizmde olduğunu görmüşler. Yüksek volümlü müziğe, ilerleyen saatlerde sarhoş naraları da eklenince, zor anlarda yaptığım gibi, çantamdan kulak tıpalarımı çıkarıp takıyor ve kısmen azalan müzik ile uykuya dalıyorum.


31.05.2009 ( KOTOR - BUDVA - ÇETİNJE - PERAST - KOTOR )


Üç yıl önce, Tayland’tan Myanmar’a gideceğim sabahı, otelin altındaki diskodan gelen çılgın volümlü müzik ve şeffaf camlardan odaya dolan ışık yüzünden uykusuz geçirince, güzel bir alışkanlık kazandım. Bir daha, sırt çantama, kulak tamponu ve koyu renkli göz bandı almadan, geziye çıkmadım. Gece boyu, kuvvetli bas sesleri, göğsümde hissetsem de bir müddet sonra uykuya yenilmişim. Sabahın dördünde, oda penceremin açıldığı Od Brajna meydanında yankılanan sarhoş naralarına uyandım. Sesler, taş sokaklarda sürüklenerek uzaklaştı, yine uyumuşum. İtalya’dan buralara kadar, aralıksız sürdürdüğüm yürümeler neticesi bacaklarım isyan ediyor. Hanidir; sabahları, ben kalkayım diyorum, vücudum, “ ne olur biraz daha geç başlayalım, bugünün çilesine “ diyor. Vukosava, benden önce uyanmış, beni görür görmez, ocağa cezveyi sürüyor. Sabahın köründe, kahve içmek, mutadım olmadığı halde, kırmıyor, içiyorum. Yine, Deniz Müzesinin yanındaki, Ela Marketten, mortadella salam, isli peynir dilimletiyor, nefis ekmek ve bir şişe meyve suyu ile, henüz uyanamamış eski şehrin duvarlarının dibindeki parkta, bir banka oturuyor ve zımba bir kahvaltı yapıyorum.

Bugün programımda, Sveti Stephan, Çetinje ve Budva var. Sveti Stephan’ı, internetteki fotoğraflardan tanımış, sevmiş ve görmek istemiştim. Otobüs terminaline geliyor ve 08.58’de hareket edecek otobüse bilet alıyorum( 4 € ). Kotor’dan çıkar çıkmaz, uzun bir tünelden geçiyorum. Her yerde gördüğüm mavi fon üzerinde, çember şeklinde dizilmiş sarı yıldızlar bulunan plaket, yani AB’nin fonları ile yapıldığını bildiren plaket bekliyor tünel çıkışında. Yol kenarında sıralanmış evlerin balkonlarında gördüğüm susaklar, bana çocukluk günlerimin banyolarını hatırlatıyor. Plastik icad olmadan önce ne kadar doğal malzemeler kullanıyorduk. Tivat’a giriyoruz. Havaalanı ve hipermarketlerin çokluğu, Tivat’ın ne denli şehirleştiğinin göstergesi olmalı. Karşı yönden gelen araçlar, selektör yaparak, ileride polis kontrolu olduğunu ikaz ediyorlar. Halkın devlete karşı bir dayanışması bu. Yakın tarihlerde Ankara Emniyet Müdürü, makam aracında giderken, bu selektör uygulamasının ne olduğunu anlamadığını, merak ettiğini söylemişti. Gülmeli mi, halktan böylesine kopukluğa üzülmeli mi? Nitekim, az sonra polis kontrolunun önünden geçiyoruz.

Sağda, tertemiz Budva sahilleri göründü. Canlı, hızlı gelişen bir deniz ve tatil beldesi olduğu ve yoğun bir ilgi gördüğü belli Budva’nın. Kotor denizi ve fiyortlarının, kuzey denizlerini hatırlatan panoraması değişiverdi burada, Kemal Burkay’ın dediği gibi, “ iklim değişti, Akdeniz oldu. “ gerçekten. Budva otobüs terminalinde kısa moladan sonra, Sveti Stephan’a devam ediyoruz, yolları tırmanarak. Muavin inmemi ikaz etmeden anlıyorum Sveti Stephan’a geldiğimi, aşağıda uzanıp duran zeytin ağaçlarının bittiği sahildeki, harika yarımadayı görünce. Sveti Stephan, 15. yy’a kadar, kendi halinde bir balıkçı köyü iken, 1950 lerde yoğun bir ilgi ile , Marliyn Monroe şöhretlere ev sahipliği yapmaya başlıyor, 1970li yıllarda ise, Willy Brand, Kırk Douglas, Sophia Loren, Carlo Ponti buraların müdavimi oluyorlar. Daracık bir alanda, eğri büğrü birbirine girmiş taş evlerin bulunduğu ada, daha sonra karaya bağlanıyor. Ardında uzanan türkuaz deniz ile öyle güzel görünüyor ki; fotoğraf çekmeye doyamıyorum. Halen ultralüks bir otel kompleksi olan bu bölgeye 12 € karşılığı giriliyor. Ana yoldan, sahile inen yol boyunca sıralanmış pansiyon ve evlerin arasından geçerek, iri taşlı, şezlong ve şemsiyelerin dizildiği deniz kenarına geliyorum. Yukarıdan daha güzel ve sevimli göründüğünü fark edip, tertemiz denizin içinde deniz kestanelerini seyrediyor, dolaşıyor, daha sonra da, otobüslerin geçtiği ana yola çıkmak için, sıcak ve rüzgarsız, bunaltıcı bir Adriyatik öğleninde kan ter içinde yürümeye başlıyorum. Otobüs durağında, Budva yönüne gidecek otobüsü beklerken, bir turist otobüsünden inen iki genç kız yaklaşıyor. Tiran’dan gelmişler, “ Arnavutuz “ diyorlar, benim Türk olduğumu nereden anladılar bilemem. ” İki gün sonra, Tiran’da buluşuruz “ diyorum İngilizce, gülüşerek ayrılıyorlar.

Az sonra, Budva otobüsü geliyor ( 1.5 € ). Sveti Stephan-Budva arası 30 km. Yarım saat sonra Budva otobüs terminalindeyim, bu kez, on dakika sonra Çetinje’ye ( Çetine ) hareket edecek otobüs için bilet alıyorum (3 € ). Hareket ettikten sonra, çok dik yolları tırmanıp duruyoruz, aşağıda, yükseldikçe daha da güzelleşen Adriyatik Denizi ve Budva sahilleri var. Sveti Stephan da masmavi denize uzanmış, bir inci gerdanlık gibi görünüyor uzaklardan. Öyle güzel panoramalar temaşa etmekteyim ki; sırf bu harika seyirler için bile Çetinje otobüsüne binilebilirmiş düşüncesindeyim. Yemyeşil meşe ve fundalıklar içinden ilerlerken, fark ediyorum ki; her tarafta, “ auto şlep “ yani oto tamir atelyeleri levhaları ve telefon numaraları var. Anlaşılan, bu ısrarlı yokuşlara pek çok aracın motoru dayanamayıp isyan ediyor. 45 dakika sonra, Çetinje terminalinde iniyorum. Terminal demek belki de doğru olmayacak, tek katlı bir binanın gölgesine dizilmiş iki üç bankın bulunduğu bir küçük meydan burası. Görünürde bilet gişesi yok, hareket saatleri yok. Ortalıkta kimseler yok. Bir taksi şöförü sokuluyor, yürüyeceğim diyorum. Çetinje’nin denizden yüksekliği yaklaşık 600 m., ormanlarla kaplı, Karadağ’ın onursal başkenti olma özelliğini sürdürüyor. Aslında yirmi yıl bile sürmeyen Karadağ Prensliği zamanında, Batılılar tarafından pek çok konsolosluk açıldığı için hala o günlerin nostaljisi yaşatılıyor olmalı buralarda. Tertemiz havanın doldurduğu ciğerlerim şaşkın. Önüme çıkan bir caddeyi boydan boya yürüyorum. Cadde boyunca sıralanmış iki katlı evler, bomboş yollar ve her tarafa hakim bir sessizlik ortamında caddenin sonuna kadar yürüyorum. Dönüşte, merkezi, Kral Nikola meydanını gösteren levhaları görüyor ve ilerliyorum. Türk, Sırp ve İngiliz , Macar Konsolosluk binaları, bir zamanlar gösterişli, aristokrat bir hayatın anıları ile yüklü yorgun direniyorlar zamana. Bugün Pazar olduğu için etnografya müzesi ile milli müze kapalı. Kral Nikola meydanında bir kalabalık görünce, müze açıldı zannederek seviniyorum. Oysa, Alfa- Romeo araç sahiplerinin, antika araçlarını sergilediği bir gösteri imiş. Dvarska Kilisesi ve Çetinje Manastırlarını ziyaret ediyorum. Katolik coğrafyasından, Ortodoks coğrafyasına geçince, dini yapılardaki şatafat, yaldızlı ikonlarla bir renk cümbüşüne dönüştü.

Kral Nikola meydanına masalarını dizmiş bir restoranda oturuyor ve gulaş söylüyorum kendime. Macarların geleneksel yemeği, Peşte’den sonra Çetinje’de karşıma çıkıyor.

Pazar günleri otobüs seferlerinin kısıtlı olduğunu bildiğimden, ihtiyatlı davranıp, saat 15.00’de otobüs durağına geliyorum. Yanımda benimle otobüs bekleyen, suratsız kadını ne yapsam konuşturamıyorum. Her soruma bilmiyorum diye cevap veriyor. Yüzünde, evde kalmışlığın tüm izlerini okuduğumda, belaya dalmamak için, gidiyor, karşıda bir ağacın gölgesinde beklemeye başlıyorum. Yanıma gelen, yüzsüz bir taksi şöförü, bugün Budva’ya otobüs olmadığını, ancak taksi ile gidebileceğimi anlatıyor, ne zamandır. Dayanamayıp, bankları gösteriyor ve “ gerekirse, bu akşam bunların üzerinde yatarım “ deyince, ortadan kayboluyor.Sat 16.00’da bir özel minübüs meydana giriyor. Budva’ya gidiyormuş. Ben biniyorum, suratsız kadın, elindeki bileti göstererek , ” otobüsle gideceğim “ deyip, duruyor. Ne denir, hayırlı yolculuklar…

Tekrar, Budva otobüs terminalindeyim. Saat 16.30. 20 dakika sonra, Kotor otobüsüne bilet alıyorum bu kez.( 3 € ). Aklım, Kotor’a ilk gittiğimde, önünden geçtiğim Perast’ta kalmıştı. Son olarak Perast’a gitmek istiyorum, Kotor’dan. Bindiğim otobüs Kotor’dan Perast’a da devam ediyormuş, 2 € daha vererek, 18 km. ilerideki Perast’ta iniyorum. Aşağıda sahildeyim az sonra. 55 metre yüksekliğindeki St. Nikola kilisesi, belki , açıktaki iki adacığı fotoğraflamak için en iyi çözümdü. Ne yazık ki; kapalı. Adalardan ilki, St. George adası, diğeri, Meryem’e adanmış, Our Lady of the rock, yerel adı ile Gospa Od Skrpjela. Üzerindeki mavi kubbesi ile çok hoş bir görünümü var. Yapay bir ada. Yüzyıllardır Perast ve Kotor’lu denizcilerin taşıdığı taşlarla oluştuğuna inanılıyor. Ayrıca, her adanmış dini yapı gibi; hakkında pek çok rivayet var. Barok mimarinin hakim olduğu Perast, Unesco koruma listesinde olduğu için, Karadağ’da hakim olan inşaat furyasından kendini kurtarabilmiş. Sessiz, araçsız sahil yolunda bir ileri bir geri yürüyorum. Güneş devrildikçe, fotoğraflarını çekmeyi çok arzuladığım adacıklarla ilgili ışık bozuluyor. Güneş, fiyortların ardında kaybolana bekliyorum, ama, hiç de iyi fotoğraflar alamıyorum.Açıklardan geçen motoryatlar ve yelkenli teknelerin aksine, sahile yakın demirlemiş, ahşap sandallar, Perast’ın pek çok gizini paylaşır bir ağırbaşlılıkla sallanıp duruyorlar, Kotor Denizinin mor sularında.

Saat 17.30.Otobüsün geçeceği yola çıkıyorum. Genç bir kız da otobüs bekliyor. Ne zaman gelecek falan derken sohbet koyulaşıyor. Zira, otobüs görünürlerde yok. AB, Nato, Yugoslav Federasyonunun çöküşü üzerine konuşuyoruz uzun uzun. Bir de yavaş konuşabilse İngilizceyi , çok daha tatlı olacak sohbetimiz. Herv akşam televizyonlarda, Türkiye’deki Kürt sorununu izlediğini anlatıyor. AB’ye girmek istermisin sorusuna, kocaman bir hayırla cevap veriyorum farkında olmadan. Sonra da; ekliyorum; “ Hem, biz girene kadar AB fiilen bitecek, hem de, AB, verdiğinden daha fazlasını almak isteyecek ki; bu da ülkemizin menfaatleri ile örtüşmeyecek “. Anlıyorum diyor, ülkenin girmesi çok zaman alacak.

750000 nüfuslu, neredeyse, elin sıcak sudan soğuk suya sokmamış, Avrupa’nın plajı, yatak odası olmuş bir küçücük ülkenin vatandaşına, Türkiye’nin devasa problemlerini, Kürt Sorununu nasıl anlatabilirim ayaküstü.

Daracık bir boğazla Adriyatik denizinde başlayan körfez öylesine geniş ve dolambaçlı ki; uzaklardan silüetini görebildiğim otobüs, ancak 20 dakika sonra yanımıza gelebiliyor. Kotor’da indiğimde hava kararmış, denizdeki mor yansımaları kaybolmuş görüyorum. Ela marketten, Sırbistan’ın meşhur Lav ( Lion-Aslan ) birasından alıp, odamın yolunu tutarken, eski şehir sokakları, geçmiş bir günün yorgunluğu ile gecenin çılgınlığına hazırlık arasındaki geçiş anlarında sessizlik ve huzuru yaşatıyor bana. Kapıya anahtarı sokup çevirirken, Vukosava kapıda beliriyor. Sveti Stephan, Çetinje süper diye tekrar ederek, yorumlarımı anlamaya çalışıyor.

Yorgunluktan perişanım, banyo yapıp, odama çekiliyorum. Hatırlayan kaç kişi kaldı bilmiyorum, Seha Meray’ı. Devletler Hukuku Profesörü olan Meray, Marmaris tutkunu idi, 1977 yılında öldüğünde de, Marmaris’te defnedildi. Gençliğimizde Cumhuriyet gazetesinde denemeler yazardı. Dün ve bugün, hep Seha Meray’ın bir cümlesini andım durdum, Kotor Denizinin ve fiyortlarının mor akislerine bakarken. “ Marmaris’te gün batımları çok uzun sürer “ derdi, Kotor’da da bu güzelliği yaşadım. Bu imkanı verene şükürler olsun.


01.06.2009 ( KOTOR - ULCİNJ-ülgün )


Aşağıdaki kafede, iskambil oynayan gençlerin çıkardığı gürültüye rağmen, yorgunluktan iyi uyumuş olmalıyım, yeni yorgunluklara hazır hissederek uyandım. Kahvaltımı odamda yaptım. Odadan çıkar çıkmaz da, Vukosava, bir cezve dolusu kahveyi dayadı burnuma yine. İlk karşılaştığımda, seri ve sert hareketlerinden ürkmüş, Sırp kanı tutar da, gece beni keser mi diye düşünmüştüm. Çılgın görünüşünün ardında, yalnızlıktan bunalmış, duyarlı ve iyilik dolu bir kadın olduğunu fark ettim. Bir oda, bir salondan oluşan evinin tek odasını bana verince, salondaki çek-yat üzerinde yattı kadıncağız.

Çantalarımı daha sonra almak üzere dışarı çıkıyor, otobüs terminaline yürüyerek Ulcinj için otobüs bileti alıyorum( 7.5 € ). Sonra, eski şehrin daracık sukaklarında dolaşmaya başlıyorum, St. Tryphon Katedralini, St. Nikola Kilisesini fotoğraflıyorum. Bu arada, kulağıma Türkçe konuşmalar geliyor. Genç kadın rehber, etrafına toplanmış insanlara; gemilerle gezdirilen kutsal emanetlerin, gemilerin batma neticesi Adriyatik Denizi sahillerine yayıldığını ve karaya çıktığı yerlerde de;kiliseler inşa edildiğini, St. Tryphon Katedralinin de, bu nedenle 11. yy’da inşa edilmiş, küçük bir kilise olduğunu, depremlerde yıkılınca, Gotik-Roma tarzı inşaatın yapıldığını anlatıyor. Anlatış temrini, rehber ve dinleyici profiline bakınca, bu grubun Fest Travel’a ait olduğunu tahmin ediyorum. Bu arada, rehberin dikkatini çekmişim, yanıma geliyor. Doğru, Fest Travel’in dinamik rehberi İlknur Akman. Grupla sohbete başlıyoruz. Nedense, 25 gündür, İtalya’dan bu yana, yalnız gezdiğimi duyunca, biraz merak, biraz da garipseyerek bakıyorlar bana. Sanki, solo, dünya turuna çıkmışım gibi. Adriyatik ülkeleri sahillerinde gördüğüm büyüklü küçüklü dini yapıların çokluğunu merak ettiğimi , bu konuda aydınlattığı için, İlknur Akman’a teşekkür ediyorum, ayrılıyoruz.

Eski şehirden çıkıp, sahile geliyor ve Herseg Novi, İgola yönüne uzanıp giden fiyort silsilesine bakıyorum. Öylesine güzel ve alışılmadık bir panorama içerisinde, dağları, denizi izlerken, yağmur başlıyor ve kısa sürede hızlanıyor. Eve dönüyorum. Çantalarımı sırtlanıp ayrılırken, Vukosava ile kırk yıllık dostmuşçasına ayrılıyoruz. Çocuklarımıza, torunlarımıza, kendimize iyilikler dilerken, vantuz gibi sarılıp öpüyor yanaklarımı.

Terminale giderken sağanağa dönüşen yağmurdan kendimi ve çantalarımı koruyabilmek için, pançomu giymek zorunda kalıyorum. Garajın çatısı altında, yağmurdan korunarak, LP’yi açarak, Ulcinj ve İşkodra kentleri hakkında bilgi alırken, otobüsten inen bir kadın yanıma geliyor. Kanada Kebek’tenmiş. Litvanya, Moldova, Ukrayna, Makedonya ve Arnavutluğu gezmiş ve az önce gelen Tiran otobüsünden inmiş. Litvanya ve Moldova’da çok zorluk çektiğini, Tiran’da otellerin çok pis olduğunu, Bulgaristan’da her yerini didik didik aradıklarını, Priştina’da her gece elektrik kesildiğini anlatıverdi iki dakikada.

Beni Ulcinj’e götürecek midibüs perona girdi. Usul olduğu üzere, çantalarımı bagaja yerleştiren şöföre 1 € uzatıyorum. İnşallah yağmur durur. Hareket ederek, dün geçtiğim Budva ve Sveti Stephan yollarından tekrar geçiyorum. Dün güneş altında pırıl pırıl görünen Budva sahilleri, Sv. Stephan bugün öylesine sönük ve cansız ki. Deniz ve güneş birbirini tamamlıyor güzellikte. Budva’da dağı, ormanları saran inşaat furyasını bir kez daha tiksinti ile seyrediyorum. Büyük otellerin tümünde de Casino var. Petrovac’a ilerlerken, deniz bir görünüp, bir kayboluyor. Bar, girişi sevimsiz, sezona hazırlandıkları belli. Yoğun bir alt yapı çalışması var. Saat 14.00’de Bar otogarında mola veriyoruz. Bar, daha çok, kitle turizmine hizmet veren bir kent izlenimi bıraktı bende. Bar’ı önemli kılan bir neden de, İtalya’nın Ancona ve Bari şehirlerine feribot seferleri olması. 14.30’da, yeşillikler içerisindeki Ulcinj’e giriyoruz. Küçücük otogarında iniyorum. Otobüste, yol boyunca birbirlerine sokulup, sevişen bir çift daha var. İnişte, bugün İşkodra’ya geçmek isteyip istemediklerini soruyorum. Kebekli kadın, 20 €’ya taksi tuttuklarını, dört kişi parayı bölüştüklerini söylemişti. Yarın gideceklerini söyleyince, ben de tek başıma, netameli coğrafyada yalnız gitmekten vazgeçip, sabah Arnavutluğa geçmeye karar veriyorum. Zira, öğleden sonra, Arnavutluk sınır kenti, İşkodra’ya genel ulaşım aracı yok. Taksiciler peşime takılıyor İşkodra için, aldırmadan yürüyorum.

Otogardan, ana caddeye çıkıyorum. Az ileride, üzerinde “ sobe, dhoma “ yazılı bahçeli eve yaklaşıyorum. Bir kadın karşılıyor. Odalar, yataklar mis gibi sabun kokuyor. Söylediği 10 € fiyatı, ısrar edince 8 €’ya indiriyor. Kosova’lı Müslüman Arnavutlardanmışlar. Çantaları bırakıp, restoran aramaya çıkıyorum. Gördüklerimi gözüm tutmuyor, derli toplu olanlar da, içkili meyhane. Gezi esnasında en çok korktuğum, kötü bir şey yiyerek, ishal olmak. Çaresiz, bir marketten, ekmek, salam ve nestea ile konserve balık alıyorum. Evde, bahçeye bakan verandanın gölgesinde yiyorum. Kadının kocası da geliyor, İngilizce anlaşmaya çalışıyoruz. Almanya’da çalışmışlar, 7 sene önce gelip, bu evi yapmışlar. Yaz sezonunda odaları, pansiyon olarak kiralıyorlarmış. LP, harita konusunda yine kaytarmış, Ulcinj haritası yok. Adam, duvardaki haritada, kenti, gezilecek yerleri anlatıyor. Dışarı çıkıp, Mareşal Tito Bulvarı boyunca yürümeye başlıyorum. Niyetim, Osmanlı izlerini aradığım eski şehre gitmek. Ancak, ileride yol, ikiye ayrılınca, karşıdan gelen bir gence soruyorum. Çocuk, düzgün bir İngilizce ile “ neredensin ? “ diye soruyor, Türk olduğumu öğrenince de; Türkçe olarak bana; “ Türkçe biliyormusun ? “ sorusunu yöneltiyor. Gafını anlayınca, kendisi de gülüyor. Kosova Prizren Arnavutlarındanmış. Ayaküstü biraz lafladıktan sonra ayrılıyorum.

Şu ana kadar üç tane cami gördüm. 300 yıldan fazla, Türk hakimiyeti altında kalan bu coğrafya, 1571-1878 yılları arasında, korsanların esir pazarı imiş. Kentte, Kosova’lı Müslüman Arnavutlar çoğunlukta anlaşılan. Caddeden aşağı indikçe, Old Ulcinj ya da, Stari Grad denilen eski şehrin dokusu kendini hissettirmeye başlıyor. Kaleye çıkan kısa yol beni minaresi yıkılmış bir cami önüne getiriyor. Bir sundurmada kilit altına alınmış Osmanlı mezar taşları, paslanmış top gülleleri görüyorum. Güzel bir kitabeye sahip Osmanlı çeşmesi hala akıyor. Dar sokaklar, kemerlerle birbirine bağlanan taş evlerin çoğu kafe, restoran gibi ticari kaygılara yenik düşmüşler. Aşağıda 360 m.lik kum sahili ile Mala Plaza uzanıyor.

Kalenin diğer çıkışından sahile iniyorum. Hava açtı, güneş ısıtmaya başladı. Kadınlar, fütursuzca, gevşemiş bedenlerini, güneş ışınları ile diriltmeye çalışıyorlar anlaşılan. Mala Plaza’nın hemen karşısında büyük bir cami inşaatı yükseliyor. Karadağ, Ortodoks- Sırp kültürünün hakim olduğu bir ülke. Ancak, Arnavutluğa komşu olan bu kentte, etnik gruplara hoşgörü içerisinde anlaşılan. Milyonlarca turistin ziyaret ettiği, Ayasofya’nın, yıllardır derbeder hali geliveriyor nedense aklıma. Ulcinj’de tüm levhalarda üç dil kullanılıyor. Sırpça, Arnavutça, İngilizce. Okullarında da Arnavutça eğitim yapılabildiğini söylüyor ev sahibim konuşma arasında. Plajı çeviren binaların, bneredeyse, tümü restoran, cafe, otel. Anlaşılan, yazın buralar hayli turist alıyor, komşu ülkelerden. Ulcinj’in asıl cazibe merkezi , Veliko Plaza denilen, 12 km. uzunluğunda, Arnavutluğa kadar uzanan plajları. Ancak, sezon dışı olduğu için, pek içimden gelmiyor oralara gitmek. Güneşin battığı saatlerde, kaldığım eve giden caddeyi tırmanırken, Selam butik, Kına Market gibi aşina isimler taşıyan dükkanlar görüyorum.

Verandada, ev sahibi ile Yugoslav Federasyonundan, Arnavutluktan bahsediyor, neden sonra yatmak üzere çekiliyorum. Notlarımı yazıyor, yarın sabah 06.00’da İşkodra’ya hareket edecek minibüse yetişmek için erken kalkacağımdan uykuya bırakıyorum kendimi.


02.02.2009 ( ULÇİNJ - İŞKODRO - TİRAN )


Çok soğuktu akşam. Üzerimdeki polar monta rağmen, iki büklüm uyudum rahat yatağımda. Ulcinj, Arnavutluk sınırında bir yerleşim, minibüsler, öğleye kadar Arnavutluk tarafındaki İşkodra’ya gittikleri için, mecburen geceyi Ulcinj’de ( Ulcini ) geçirmek zorunda kaldım. Zira, dün öğleden sonra gelebildim Ulcinj’e Karadağ’ın Kotor kentinden. İşkodra’ya gidecek minibüsler 06.00 ‘da hareket ediyorlar. Saat 05.00 ‘de uyanıyorum, kahvaltı yapar, yola çıkarım düşüncesiyle. Ancak, sabahın köründe kahvaltı istemiyor canım. Ben de, akşam ev sahibinin söylediği gibi, onları uyandırmadan kapıları kilitleyip, sokaktan, bahçenin ortasına doğru fırlatıyorum anahtarları. Ev sahipleri, yıllardır Almanya’da çalışmış, 6-7 odalı evlerini, yaz sezonunda , uzun plajları nedeni ile çok rağbet gören Ulcinj’e gelen yerli ve yabancı turistlere kiralayan Müslüman Arnavut bir aile. Karı- koca sohbeti seven insanlar.

Çantalarımı yüklenip, dün minübüslerin hareket ettiklerini öğrendiğim küçük meydana geliyorum. Saat 05.50, görünürlerde ne insan, ne de, minübüs var. Sonra, her tarafı dökülen, eski bir Golf otomobil geliyor yanıma. Adam “ şkodra “ diye sesleniyor. Okuduğum kadarı ile, Arnavutluk ve sınırı pek tekin yerler değil. Ben, minibüsle gideceğim diyorum. “ İkisi de 5 € , zaten bugün minibüs gitmeyecek “ diyor, anladığım kadarıyla. Yarım saat geçti, ne minübüs var , ne de, İşkodra’ya gidecek bir kimse. Bu arada, adamla laflarken, Türk olduğumu öğrendi, iki de bir, gözlerini dikerek, “ Türkler problem “ deyip duruyor, ne anıları varsa ? Sonra, yeni rakıyı hatırlıyor, sohbet biraz ısınıyor, aramızdaki soğukluk eriyor biraz. Anlaşılan, Ulcinj küçük bir yerleşim olduğundan, akşamdan, gidecek araba ve yolcular birbirini bulup, randevüleşiyor. Az sonra, genç bir kız, ardından bir delikanlı geliyor. Beni öne oturtuyorlar, saygıdan mı, kızın yanına oturtmak istemediklerinden midir bilemem. Saat 07.00’de Karadağ- Arnavutluk sınır kapısı Munisan’dayız. Her zamanki gibi, neden beklediğimi bilmeden, akıl erdiremeden, yine bekliyorum, Karadağ çıkış ve Arnavutluk girişinde. Sabahın erken saati olmasına rağmen İşkodra- Ulcinj yolu hayli hareketli. Şöför pasaportlarımızı alarak, gümrük görevlilerinin yanına gidiyor. Görünüşe bakılırsa, iyi arkadaşlar, şakalaşıp duruyorlar. Bankoları dolaştıktan sonra, elinde benim pasaportum, “ Türk, problem “ diyor yine, bakıyorum, giriş damgasını vurmuşlar. S…et anlamında bir işaret yapıyorum. Üstelik, Arnavutluk girişinde alınan 10 € ‘ da istemiyorlar, ben de hiç karıştırmıyorum. Floransa’da, Uffizi Sanat Galerisinin uzun kuyruklarında beklerken tanıştığım Belçika’da yaşayan Türk, Arnavutluğa girerken verilen 10 € luk makbuzu atmamamı , çünkü Arnavutluk çıkışında da istediklerini söylemişti, bakalım neler olacak ?

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..