Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Haziran '12

 
Kategori
Yolculuk
 

Karadeniz'de bir fil mezarlığı

Karadeniz'de bir fil mezarlığı
 

KARADENİZ'DE BİR FİL MEZARLIĞI


Hayatın getirdiği üzüntülere çoğu zaman kızarız. Fakat üzüntüler olmadan da bir türlü yaşanmıyor sonraki mutluluklar. Sürekli üzülüyor, seviniyor, mutlu oluyor ve büyüyoruz. Mutluluk oranının insan yaşamına oranı kişiden kişiye farklı olsa da hala bir şeker veya bir çikolatayla ağlamayı bırakıp gülümseyen çocuklar var bu topraklarda…

Sonbahar, kış derken hasretle beklediğim bahar nihayet sıcak yüzünü göstermeye başladı. Her zaman ağlayarak gelirdi bahar. Bu seferde bozmadı gelişini… Kış zordur bizim oralarda. Kışı yaşamak direnmeyi gerektirir. Mesela; sonbahara direnmeyi becerebilmiş, sararmış bir yaprak ne kadar direnebilir kışa? Her yaprağın ömrü, gücü kadardır. Bir gün kuvvetli bir rüzgarda mutlaka dalından kopup savrulacaktır bilinmeze doğru.

Bir taraftan kısır döngü açmazlarımla boğuşurken diğer taraftan uzun ve yorucu geçecek yolculuk hazırlıklarına başlamıştım. Akşamüstünü aşan saatlerde Bayrampaşa Otogarından hareket ettik. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor damlalar acımasızca vuruyordu başımı yasladığım otobüs camına… Daha şimdiden özlemiştim bu beton ormanlarıyla çevrili şehri… Bize yarenlik eden İstanbul’un dost ışıklarıyla birlikte, sessizliğe yaslandığım, kıyısında bir bahçede acı kahvemi yudumlarken, telvesine kendi acımdan da kattığım Marmara Denizini de geride bıraktık…

10 saat süren uzadıkça uzayan, bitmek bilmeyen bir yolculuğun ardından mekanik bir ses’in

- Sayın Yolcularımız geçmiş olsun. Bizleri tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz.

Demesiyle kendime geldim. Nihayet gelmiştik.

Memleketim.

Havası, suyu, ekmeği, kokusu kim bilir nasıldı? Değişmiş miydi? Bu ve benzeri sorular kafamın içinde volta atarken danışmadaki görevliye yöneldim.

-Pardon. Bir şey sorabilir miyim? 60-65 yaşlarındaki görevlinin başını kaldırıp gözlük üzerinden fırlattığı bakış “ Danış ma” der gibiydi…

-Kolay’a minibüsler nereden kalkıyor acaba?

- Saat daha sabahın yedisi bu saatte minibüs falan bulamazsın. Hafta sonları 11’den önce minibüsler gelmez.

Teşekkür edip kapıdan çıktım. 30-40 metre ilerideki taksi durağı gözüme ilişti ve oraya yöneldim. 3 taksi şoförü kulübenin önünde çay içiyordu. Selam verdim.”Aleyküm Selam” diyerek selamımı aldılar. Hafif göbekli, 50 yaşlarında olduğunu düşündüğüm, Saçlarının bir kısmına ak düşmüş olan şoför :

-Nereye gidecektiniz?

-Kolay’a

Samsun’un önemli yerleşim yerlerinden Bafra’ya 36 km uzaklıkta bulunan “Kolay” beldesi Bafra’nın en büyük beldesidir. Doğal güzelliği bir tarafa içinden çıkarmış olduğu devlet adamlarıyla özellikle de Neyzen Tevfik gibi bir şahsiyetin köklerine yataklık yapması bir övünç sebebi olarak görülür.

-Buradan Kolay’a 45 liraya gidiyoruz sonra sorun olmasın.

- Yok sorun olmaz.

- İyi. Otur bir çay içelim gideriz.

Çaylarımızı içtik. “Bismillah” diyerek bindik arabaya.

- Adın ne?

-Hasan. Sizin?

-Ahmet. Kimlerdensin?

- Molliseyinlerdenim.

(Bizim oralarda insanlar ya sülalelerinin adıyla tanınır ya da lakaplarıyla. Rahmetli büyük dedem (Annemin dedesi) köyün okumuş ileri gelenlerindenmiş. Onun için Molla Hüseyin derlermiş. Bu isim ondan miras kalmış ailemize…)

-Duymuşluğum var. Hayırdır tatile mi geldin?

-Yok. Hastamız var. Ziyarete geldim.

- Hımmm genelde bu aylarda tatilcilerle Almancılar gelir. Yılın 2-3 ayı kalabalıktan geçilmez. Ondan sonra gene aynı olur. Kötümü hastanız?

-Evet.

-Allah şifa versin. Baban mı? Kaç yaşında?

- Dedem. Seksen yaşında.

- Çok geçmiş olsun.

Bu sohbetten sonra bir süre sustum. Ben konuşmayınca o da canımın sıkılmış olabileceğini düşünerek sustu. Yaklaşık 35 dakika daha yol gidecektik. Karayolundan çıkıp köy yoluna döndüğümüzde memleketimden uzak geçen 8 senede köprünün üzerinden çok sular aktığını o anda fark ettim. Yolun sağındaki tarlaların boş olması bende soğuk duş etkisi yarattı. Beldemizin ve çevre köylerin ana geçim kaynakları tütün ve mısır üretimidir. Bir süre sonra mısır ve tütün tarlalarının yerlerinde çeltik tarlalarının olduğunu gördüm.

- Daha önceleri buralarda çeltik yapılmazdı dedim.

- Hee evet. Baraj yapıldıktan sonra birkaç aile tütünü bıraktı, sulama imkanı kolaylaştı.

Virajlı yollarda ilerlerken konvoy halinde hareket eden taş yüklü kamyonlarla karşılaştık. Bu yolu taş ocaklarından çıkan taşları taşımak için kullanıyorlardı. Beldemizin civarında 80’li yılların ortalarında temelleri atılmış 80’li yılların sonunda ise faaliyete geçmiş 2 Barajımız vardı. Altunkaya Hidroelektirik Santrali ve Derbent sulama barajı. “Kolay” o zamanlar köydü. Baraj inşaatı yapılmadan önce devlet köyün alt kısmında kalan mahalleleri kaldırdı. Kızılırmak boyuna kurulan Kolay, Tosköy(Eski adı Düzköy Yeni adı Boğazkaya) gibi köylerin bir bölümü sular altında kaldı. Camiler, mezarlıklar, tarlalar, evler ve tabiî ki alışkanlıklar ve yaşanmışlıklar. Altunkaya Hidroelektrik Santrali Japon-Türk işbirliği ile inşa edilmiş Karadeniz bölgesinin en büyük Hidroelektrik Santrali olma özelliğini taşıyordu. Buna rağmen dönem dönem uzun elektrik kesintileri köylüyü canından bezdirse de köylü bu ironik duruma alışmıştı.

Çeltik tarlalarını geçtikten sonra heybetiyle tepeler dikiliverdi karşımıza. Onlarda ihtiyarlamış, tepeleri açılmaya başlamıştı… Kızılırmağı boylu boyunca takip eden keskin virajlı yolların bekçisi yalçın tepeler…

Ellezi (İlyaslı) köyü yol ayrımını da geçtik. Yaklaşık 20 dakikalık yolumuz daha kalmıştı.

Düzköy’e vardığımızda,

-Abi sağda biraz durabilir miyiz? Diye sordum.

Yavaşladı ve soldaki boşluğa yanaştı. İndim. Derin bir nefes çektim. Önümdeki uçurumun altında, bir kısmı kızılırmağın sularına gömülmüş bir kısmı suyun üzerinde kalmış, yuvarlak kafesler dikkatimi çekti.

-Bunlar nedir?

- Alabalık Çiftliği

- Buralarda su altında kalan bir caminin minaresi görülüyordu. Göremedim.

- Birkaç sene oluyor. Belediye kaldırdı.

Tekrar harekete geçtik. Belde merkezine varmamıza az kalmıştı. “Köyiçine girmeyelim sağda indiriver” dedim. Çantamı aldım ve köyümüzün içinden geçen kurumaya yüz tutmuş dereyi takip ederek eve ulaştım.

Bahçeden girdiğimizde üst kat komşumuz “Kuşçu Nine” karşıladı ilk olarak. Adını dahi bilmiyorduk. Eşi bile “kuşçu” diye seslenirdi. Gençken kuş beslediği için bu lakabı takmışlar. Önceleri “Kuşçu”, sonraları “Kuşçu gelin” şimdilerde seksenine merdiven dayamış “Kuşçu Nine” oluvermiş. Eve vardığımda aile efradı da kalkmış annem erkenden kahvaltı sofrasını hazırlamaya koyulmuş. Görünce gözleri bulutlandı bir süre sonra da yağmaya başladı. Sarıldık. Yer sofrasında yapılan kahvaltıya, geldiğimi duyan komşularda iştirak edince uzunca bir sohbet ve keyifli bir kahvaltı kaçınılmaz oldu. Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi bizim köyümüzde de insanlar sadece karın doyurmak için oturmazlar sofraya… Mutlulukların inşa edildiği, hayatın değerlendirildiği, sorunlara ortak çözümlerin arandığı sosyal bir ortam, “kamusal bir alan” dır sofralarımız…

Öğlen güneşi baraj gölü’nün üzerinde yükselmeye başlayınca ziyaret saatini ve tabiî ki otobüsü kaçırmamak için köy meydanına inmeye çalıştım. Yolumun üzerindeki hemen her kapıda birkaç dakika mola verip hal hatır sorduktan sonra köy meydanına inebildim. Kahvede toplanmış ahaliyi görünce selam verdim. Uzun zamandır uğramamış olsam da herkes tanıyordu. Ne iş yaptığımı, nerede oturduğumu, başıma gelen acı tatlı olayları herkes biliyordu. Sanki Panoptik bir bakışla bütün hayatımı izlemişlerdi.

Köyün ihtiyarlarından gözleri iyi görmeyen İsmail amca seslendi.

- Hasaan sen misin?

“Benim emmi” dedim ve yanına gidip elini öptükten sonra.

“Dedeni görmeye mi geldin” dedi. “Evet” diye cevapladım. “Bende çok istiyorum da oğul ne doğru düzgün gözüm görüyo ne de duyabiliyorum. Kocadık artık.” Diyerek sitem etti.

İnsanlarım değişmemişti. Her birisi hala sevecen ve sıcak kanlıydı. Zaman ve teknoloji “İnsancıl” yanlarını köreltememişti. Oysa mekan… At, eşek, tavuk, koyun, inek sesleri duyulmuyordu artık. Tütün tarlaları kalkmış, geçim kaynağı “emekli maaşı” şekline dönmüş. Bu mevsim tütün dizim zamanıdır. Aileler imeceyle tütün dizerlerdi. Tezek kokusu yerini mahallelere döşenen asfalt kokusuna bırakmaya yüz tutmuştu. Fakat ne kadar örselense de doğa kokusunu tüm çıplaklığıyla salıyor “ Yaşamak direnmektir” dercesine direniyordu modern kültürün dayatmalarına… Alamanya’da emekli olup gelenlerin başlattığı betonarme, gösterişli bina modası köyümüzün silüetini bozmuştu. Köyden kente kültürünü taşıyan insanlarımız dönüşlerinde kente özgü değerleri de beraberlerinde getirmişlerdi.

Gözlerim geçmişte oyunlar oynadığımız arkadaşlarımı aradı. Hiçbiri yoktu. Okul tatillerinde geldiğimizde, belediye binasının karşısındaki okulun bahçesinde oynardık genelde. En sevdiğim oyun “körebe” idi. Genelde ben ebe olurdum. Gözümde annemin işlediği tülbentlerden biri, seslerinden yakalamaya çalışırdım. Ama en çok da O’nu yakalamak isterdim. O’nu yakaladığımda tülbendi gözümden çıkarıp yüzünü görmenin, kaybederken bulmanın verdiği bir oyun vardı ki, o da sadece bende gizliydi.

Otobüs saati gelince durağa yöneldim. Belediyemize ait eski model bir otobüs bekliyordu. Binerken ücreti uzattım. Şoför almadı. “Hoş geldin Yiğenim. Bugün misafirsin. Bizden olsun” dedi. Aynı yoldan Bafra’ya oradan da 19 Mayıs Üniversite hastanesine geldim. Böylesine güzel bir hastane böylesine sapa ve ulaşılması zor bir yere nasıl kurulmuş diye kendime sormadan da edemedim. Hastamızı görüp moral verdikten sonra dönüşte Ellezi köyüne uğramak istedim. Dedemin Asker arkadaşı yaşıyordu o köyde.20 yaşlarında Urfa’da süvari birliğinde başlayan ve 60 yıl boyunca kopmadan devam eden -günümüzde bir çoklarını imrendirecek- arkadaşlıktan öte bir kardeşlik öyküsüdür onların hikayesi… Yol ayrımında inerek minibüs beklemeye başladım. Beklerken Traktörle o istikamete gitmekte olan bir köylü durdu yanımda.

-Elleziye mi gideceksin?

-Evet

- Kime

- İsmail Çavuş’a

-Atla Arkaya

Traktörün arkasında başlayan Ellezi yolculuğu rahat olmasa da keyifliydi. Yol üzerinde kurutulmaya bırakılmış tütün tarlaları buralarda tütüncülüğün aktif olarak devam ettiğinin bir göstergesiydi. 20 Dakikalık bir yolculuktan sonra caminin orada indim. Pek değişmemişti. Eve vardım. Avluda seslendim. Kimse yoktu evde. Komşularından orta yaşlı bir kadın çıktı kapıya.

- İyi günler yenge. İsmail Amcalar evde yok galiba.

- Hoş geldin. Onlar aşağıya Buruncalıya tütün dizmeye gittiler.

- Tarif edebilir misin?

- Dur çocukla göndereyim seni

İçeri seslendi. 7-8 yaşlarında bir çocuk geldi. Lastik ayakkabılarını giyerken hafif bir gülümsemeyle baktı. Yokuş aşağı yavaş yavaş ilerlerken biraz sohbet ettik. Adaşımmış. İkinci sınıfta okuyormuş. Dersleri başarılıymış. İki tane inekleri varmış. Okuldan sonra ineklere bakıyormuş dersi olmadığı zamanlarda da tütüne yardım ediyormuş. Bafra’dan almış olduğum meyvelerden ve çikolatalardan birer tane verdim. Gülümseyerek almak istemedi. Biraz ısrar edince dayanamadı. Belli ki annesi tembihlemişti “yabancılardan bir şey alma” diye. Her ne kadar kan da çekse onun için yabancıydım.

Buruncalı’nın evine vardık. Mahalleli toplanmış tütün diziyordu. Selam verdim içeri girdim. Herkes ayaklanacak gibi oldu rahatsız olmamalarını söyleyerek engelledim. Çavuş amca ortalarda görünmüyordu. Havva Teyze eve doğru seslendi.

- Çavuuuuş a çavuuşşşş. Bak kim geldi.

Çavuş amca ağır adımlarla çıktı evden. Kalktım gittim yanına. Hemen onunda elini öptüm. Yaşlanmışlardı fakat dinçtiler. Havadan sudan sohbet ettik.

-Bu sene son inşallah dedi Çavuş amca.

- Hayırdır Emmi dedim.

- Artık yapamıyok. Gocadık. Çocuklarında biri İstanbul’a biri Bursa’ya göçtü. Seneden seneye gelirlerse geliyolar. Yoksa yok.

- Tarlaları ne yapacaksınız?

- İcara veririz.

- Köye uğradın mı? Deden nasıl?

- Dedem daha iyi. Köyde de bir yaramazlık yok. Akranlarımın hiç biri kalmamış emmi. Ya yaşlılar var ya da çocuklar.

Havva Teyze gülümsedi.

- Oğul buralar fil mezarlığına döndü. Millet büyük şeere gidiye. Gençler ya okula dershaneye gidiye ya da işe… Emekli olunca geliyele. Bizden sona daha da ne gelen olu ne galan…

Ahmed Arif’in dizeleri geçti birden aklımdan:

“Tütün işçileri yoksul,

Tütün işçileri yorgun,

Ama yiğit

Pırıl pırıl namuslu.”

Havva Teyze kendince özetlemişti insanların canını yakan sosyal bir olay olan göç’ü…

İnsanlarımız geçim sıkıntılarını aşmak ve daha rahat bir yaşam için büyük şehirlere göçüyor, emekliliklerinde ise aynı sebeplerle dönüş yapıyorlardı.

Güneş yüzünü karartmaya başlayınca müsaade isteyip kalktık. Çavuş amca “araba bulamazsınız” diyerek traktörü çıkardı ve yol ağzına kadar götürdü bizi. Tekrar Kolay’a vardığımızda hava kararmak üzereydi. Yorgunduk. Temiz hava’nın sakinleştirici etkisi ve yol yorgunluğu birleşince erkenden yattık. Sabah ezan sesiyle uyandım.

Kahvaltı sonrası mezarlık ziyaretinde bulunup dönüş yolcuğuna geçecektik. 3 tane mezarlık alanımız vardı. Biri baraj sularının altında kaldı. Çok canımız yandı. Mezarların bir kısmı başka bir yere taşınamadı bile… Anne tarafım yeni yapılan mezarlıkta, Baba tarafım eski mezarlıkta bulunuyordu. Böyle olunca 2 mezarlığı ziyaret edecektik. Aile büyüklerimizi çok severdim. Özellikle Babaannemi… İlk önce Anne tarafımın yattığı mezarlığa ziyarette bulunduk. Daha sonra tarlaların arasından geçerek diğer mezarlığa yöneldik. İşte oradaydılar. Adımı aldığım Hasan Dedem, büyüyene kadar kahrımı çeken Babaannem ve Amcam… Dahası bütün Sülalem… Geçmişim…

İstanbul’la olan sevdamız 40’lı yılların sonlarında başlamış. Herkes gibi “Kazanma” kaygısıyla göç etmişiz İstanbul’a… 8 nüfus, 2 göz oda… “Düşürme bizi” diyerek de tembihlemişiz. Bu arada civar köylerden bir sela çalındı kulağıma belli belirsiz… Birden aklıma düştü ölüm. Hiçbir ölüm son değil ki! Bizler nefes aldıkça listeye yeni isimler eklenecek. Dilime gelen tek cümle “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” (Şanı yüce Allah’a hamdolsun! Biz, O’ndan geldik ve yine O’na döneceğiz( Bakara,156)”

Usulca başlayan yağmur gözlerimdeki yaşları kamufle etmek için tam zamanında yetişmişti. Geçmişime döndüm bir an. Sığınmak için ninemin kollarını aradım. Büyük şehirde çare olamamıştı hastalığına… Alzheimer denilen illet gelip bulmuştu rahmetliyi. İstanbul’da birlikte yaşadığımız evin balkonu arkaya bakardı. O çamaşırları asardı iplere bense kurduğum hayalleri… Yaşadıkça, büyüdükçe değişti bir çok şey. Çamurlu ayakkabıya çok kızardı rahmetli.

Aaah! Ak Saçlı ninem…Yağmuru olanca hasretiyle kucaklayınca koca şehir, çamura batmıyor artık pabuçlarımız. Değişmesini istemediğimiz çok şey de değişti. Fakat anlattığın masallar hep aynı kaldı. Pamuk Prenses, o hala bekliyor prensini, Keloğlan ise hala yeniyor bir dudağı yerde bir dudağı gökte olan devleri…

Tarifi imkansız duygular eşliğinde binerken otobüs şirketinin servis aracına iki aşk arasında kalmış bir aşık gibi ne yapacağımı şaşırdım.

Annem, babam ve diğer akrabalarımızın sallanan elleriyle veda ederken memleketime Havva teyzenin “filler mezarlığı” deyişi düştü aklıma. Ve gülerken sol tarafında görünen altın dişi…

Çocuk olmak istiyordum yeniden göze alarak en baştan büyümeyi ve bir çocuk gibi gülmek istiyorum nedensiz…

 
Toplam blog
: 8
: 545
Kayıt tarihi
: 10.11.10
 
 

1975 İstanbul doğumluyum. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü 2.sınıf öğr..