Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Temmuz '08

 
Kategori
Doğa Sporları
 

Karanlık bastırmış sevişmezsinde neylersin Aladağlar Lahitkaya Faaliyeti 1. Bölüm

Karanlık bastırmış sevişmezsinde neylersin Aladağlar Lahitkaya Faaliyeti 1. Bölüm
 

Faik'in kahvesinde Cem ağbi, Hayri ve güneşin altın tayflarında Emli Vadisi


Orta Anadolu’nun çorak ve kupkuru gözüken uzun bozkırlarında ilerlerken uzaklardan beri ihtişamıyla önümüzde yükselen Hasan dağı eteklerinde yüksekliklerin ihtişamıyla, Kayseri’de Erciyes’i uzaktan seyretmenin hazzına benzer tatlar ruhumu titretmeye başlamıştı. Belki de bedenimden bırakacağı parçaları hissetmişti…

Yıllar önce ilk defa Erciyes’i gördüğümde henüz 11 yaşındaydım ve bana çok büyük gelmişti. Evde sandalyeleri direk, çarşafları çadır, annemim el çantasını kendime sırt çantası yapar kampımı salonun ortasına kurardım. Kocaman ağaçların altında, vahşi bir ormanın içinde verdiğim mücadelenin sonunda kendimi güvende hisseder ve yemeğimi yapıp karanlığını üzerime örten gece ile beraber huzurlu bir uykuya dalardım. Oysa Erciyes hiç bu hayallerimde ki gibi değildi.
Çok büyüktü, çok yüksekti, kar vardı ve sönmüş bir volkandı; yani her an patlayabilirdi. Huzursuzdu, güvensizdi, soğuktu…

Sonra zaman içinde lise yıllarım bitene kadar kaldığım yaylalarda, üniversite ile beraber devam ettiğim kamplar ve trekkingler süresince anladım ki, doğa ile mücadele edilmez, ona uyum sağlamaya çalışmalısın. O zamanlardan sonra ne zaman yüksek ve ulu bir zirve görsem, neye uyum sağlamam gerektiğini daha iyi anlıyorum ve dağların ihtişamı karşısında saygı ile eğiliyorum. O ihtişamlığın kucağında birkaç günü geçirebilme ihtimali ruhumu, Hasan Dağını gördüğüm zaman gibi titretiyor…

Üstelik bu satırları yazarken Aladağlar’ın kucağında bir gece uyumuş ve artık bedenimden bir parçayı da oralarda bırakmış olmanın melankolik hüznünü yeni bir aşkın heyecanın da yaşamaya çalışıyorum. Biliyorum ki ruhumda bir yerler artık daha da güçlü bağlarla yarine kenetleniyor, dağlarına …

Niğde, Çamardı, Çukurören köyünden traktörle emli vadisine doğru ilerlerken köyün artık alışkın olduğu bir dağcı grubu olarak, ardımızda toz kalkmış bir yol bırakıyorduk. İçimde yıllardır doğa ile aramızda yarattığımız hüzünsel sevişmelerimize bir yenisini daha ekleyecek olmanın duygusal kondüsyon yüklemeleri ile beraber yol alıyordum. Nereden bilebilirdim bu kampın en önemli cümlesinin “Karanlık bastırmış sevişmezsinde neylersin” olacağını. Ben şimdiden hüzünsel ön sevişmelerimi, Demirkazık, Emler ve Kayacık zirvelerini seyrederek yaşamaya başlamıştım bile.
Buraya gelirken dostlara söz vermiştim. Günün ilk ışıkları ile beraber hasretimizi rüzgarla size ulaştıracağız diye. Ama traktörün teknesinde hadi türkü söyleyelim istekleri arasında ilk melodiler gece boyunca zihnimde gezinen tınısını dilime de taşımış ve arkadaşlarımla paylaşmaya başlamıştım bile.

“Günün ilk ışığı vurunca dağlara
Soluğun alırım rüzgarlardan
Açarım kantlarım buğulu bir mavzerden
Dolu dizgin gözlerine” ( Grup Kızılırmak )

Traktörden indik ve hazırlıklar sonrasında orman içinde emli vadisinde ilerlemeye başladık, biraz sonra orman örtüsünü geride bıraktık ve Kocadölek girişinde Alaca tarafına dönen diğer grubu sağımızda bırakarak mola verdik. Artık orman ve çam ağaçlarının kokusunu geride bırakmıştık ve önümüzde heybetle yükselen dağların zirveleri kaşımızda uyum sağlamamız gereken bambaşka koşullarla karşı karşıya kalmıştık. Güneş, kayalar, dik duvarlı dağ zirveleri ve uzaktan kum olduğunu sandığım ama sonra onların milyarlarca taşın oluşturduğu “çarşak” olduğunu öğrendiğim yükselen vadi tabanı ile kaya duvarları birbirinden ayıran yığınlar, uzaklarda küçük birer beyaz leke gibi duran ama bu sıcağa dayanabilecek kudrete ve büyüklüğe sahip kar sandığım ama aslında buzul olan kütleler, bu ihtişamın ortasında küçücük kalan, buraya ait olmadığımız renkli kıyafetlerimizden ve çantalarımızdan anlaşılan bizler, 14 kişilik bir kafile… Sıra sıra dizilmiş Kocadölek üzerinde çok uzaklarda Gürtepe eteklerinde görünen kamp yerimize, Valikonağı’na doğru ilerliyorduk. Yükseldikçe ve birbirimizi daha iyi tanımaya başladıkça anladım ki bazılarımız renkli kıyafetlerine ve çantalarına rağmen buraya aitlerdi, belki yılar önce benim burada yaşayacağım şekilde ruhlarından bir parçayı burada bırakmışlardı ve her seferinde, dağlarına her geldiklerinde özlerine dönüyorlardı, ait oldukları yerlere, içlerinden bir parça taşıyan yerlere… Ama henüz ben kendimi buraya ait hissedemiyordum.

Yukarılara doğru tırmandık ve son etapta önümüzde bulunan küçük kaya pasajını geçerek kamp yerine ulaştık. Küçük kayaların üzerinde ancak 4-5 çadırın sığabileceği açık ve kurak bir düzlüktü ve sadece biraz düz olduğu için burası kamp yeri yapılmıştı. Ormanda böyle bir yerin yüzüne bile bakmazsınız. Aşağılardan tatlı esen rüzgarda bir çadır yeri seçtim ama çadırımı kurmayı hiç istemiyordum. Düzlüğün en ucunda aşağıları vadiyi gören manzarası güzel bir köşede bir mat sığacak kadar küçük bir düzlüğün üzerine matımı serdim, pançomun üç tarafını iplerle taşlara gerdirdim ve bir köşesini batonumun yardımıyla yükselterek elde ettiğim tentenin gölgesinde matıma uzanmış ve hemen uykuya dalmıştım. Biraz sonra uyandığım da ise az önce horladığımı söylediler. Yavaş yavaş alışmıştım tabiatın farklılığına ama yükseklik yüzünden biraz başım ağrımıştı. 2500 metre civarındaydık. Uyandıktan ve biraz dinlendikten sonra, beynime kan gitmeye başlamıştı ve etrafımdaki güzellikleri biraz daha fark eder hale gelmiştim. Dönüpte manzaraya bakınca az önce göremediklerimi fark ettim ve beynimden vurulmuşa döndüm, önümüzde emli vadisi aşağılarında orman ve sağımızda solumuzda zirveler, bütün heybetleriyle ve ihtişamlarıyla aşağılarda tepelerin üzerinde şövalyeler gibi yamaçlarda nöbet tutan ardıç ağaçlarının, uğruna savaştıkları krallar gibiydiler. Bütün tabiatın ihtişamının son noktası, dünyanın doruklarında bu kayalarda, bu dikliklerde can buluyordu. Aşağılarda var olan hayatın kökleri burada son buluyor ve tabiatın ürettiği bütün çiçekler, ağaçlar, hayvanlar, su süzülüyor, temizleniyor, birleşiyor ve burada bu doruklarda birleşerek gerçek ihtişamını, yıldızlardan, aydan ve güneşten aldıkları ile birleştiriyordu. Aslında çorak ve kuru arazi gibi görünen bu arazide, aşağıların zenginlikleri damıtılmış ve en rafine şekliyle ve gerçek değeri ile bize sunuluyordu. Bir diken üzerinde açan çiçek, ormanda yüzüne bile bakmayacağınız bu kuru çiçek burada tabiatın bütün çiçeklerinin güzelliklerini toplamış gibi karşınızda duruyor, aşağılarda geniş yalakların altında bolca kullandığınız su, burada bir kaya arasında ki küçük sızıntısı ile en büyük zenginliğiniz oluyordu. Bütün tabiat gibi bende köklerimin buralarda olduğunu hissetmeye başlamıştım, kaynayan kanımla beraber kalp atışlarım hızlanmış ve unuttuğum, kalbime yıllar önce gömerek küllendirmeye çalıştığım kalp ağrılarımın, sadece kamplarımda yeniden hatırlayabildiğim aşkımın her bir hüzün sekmesini ruhumda yeniden hissetmeye başlamıştım. İlk başta Valikonağı’na ulaştığımız zaman ki hayal kırıklığı Doğa ile aramızda ki aşkın hiç bitmediğini ve burada çok daha güçlü olduğunu anlamış olmanın heyecanına bırakmıştı.

Benim tentenin adı biraz sonra “Faik’in Kahvesi” adını almıştı. Bir ara Hayri “o çadırımsı şey” gibi bir tabir kullandı ama ben kurduğum çadırın mühendislik harikası yapısı karşısında etkilenerek böyle bir tabir kullandığını düşünüyorum.

Herkes bir şeyler atıştırdıktan sonra çay, kahve içiyorduk. Cem Abi’nin telefonundan dinlettiği “Neylersin” eşliğinde türkülere daldık.

Akşam batan güneşi tentemin altında seyrederken kırmızıya dönen ışık tayfları aşağılardan yukarıya bizim olduğumuz yere doğru, yürüdüğümüz bütün parkurdan ayak izlerimizi izleyerek bize geliyor, bizden aldığı buseyi arkamızda yükselen Gürtepe, Lahitkaya, Güzeller ve Kaldı doruklarına taşıyordu. Oradan bize doğru geri dönerken hasretliklerimizi, özlemlerimizi kaya duvarlarının soğukluğuna gizlenmiş aşklarımızdan alıp bize getiriyordu. Bu öyle güzel bir duygu aktarımı ki, güneş varsa güneş, ay varsa ay onlarda yoksa rüzgar sizinle aşağılar ve dağların dorukları arasında duygularınızı taşıyor ve aşkınızı hep hissedilir kılıyor.
Saat 21.30 da herkes uyumaya dönmüştü. Müzik çalarım kulağımda Zülfü Babadan Nefesim nefesine dinliyordum, aynı şarkıyı tekrar tekrar… Tentemi bozdum ve gökyüzünde yıldızlarla aramda hiçbir engel olmadan, yarinin koynuna sarılmış yatan toy bir delikanlı heyecanıyla, rüzgarla bana ulaşan hasretimin kokusunu sanki şu anda ona sarılıyormuşum gibi hissettim.

Yıldızlardan süzülen ışıkların yumuşattığı yatağımda uykuya ve karanlıkta hüzünlü bir sevişmeye daldım.

Sarıl bana, sarıl yıldızlardan süzülen ışıklarda ki ince bileklerinle
Sarıl bana çam ağaçlarının, geven otlarının çiçeklerine karıştığı terinin kokusuyla
Sarıl bana ay ışığında beyazlara boyanan doruklardan ulaşan heyecanlı titremelerinde
Sarıl bana ruhumdan bir parçamı bıraktığım bu diyarlarda hayalini kurduğum bal dudaklarınla, ılık nefesinle öp beni…

Saatimin alarmı 02.30’da çalmaya başladığında ruhumun bir parçasını burada bırakmıştım bile, toy delikanlının yarinin sinesinde geçirdiği ilk gecesinden sonra hissettikleri kadar karışık ve heyecanlı bir halde, hemen kahvaltımı yaptım ve 03.30’da zirveye gitmeye hazırdım artık.

 
Toplam blog
: 17
: 869
Kayıt tarihi
: 24.07.08
 
 

Dağların doruklarında geven otlarının dikenlerinde, Tepelerin arasında sıkışan ovalara sarka..