Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Ekim '07

 
Kategori
Siyaset
 

Karanlıktaki sandık

Atatürk'ün cumhuriyeti emanet ettiği Türk milletine ithaf olunur...
-

Babam vefat ettikten sonra annem ablamın evinde yaşamaya başladı. Ama yaşı ilerledikçe evden çıkmaz, yerinden kalkmaz oldu. Bu yüzden de ablam bize şikayet ederdi, ‘Beni eve hapsediyor, kendi gitmiyor, beni de göndermiyor’ diye.

O da haklı ama annem de yaşı sekseni geçtiği için canı gezmek tozmak istemiyordu. Ama arada sırada beni ve diğer kardeşlerimi de ziyaret ederdi, kısa süreli. Fakat gittiği yerlerde de durum değişmiyordu tabi.

- Anne gezmeye gidelim..

- Hayır, siz gidin. Ben evde otururum.

- Anne komşuları ziyarete gidelim...

- Hayır, çok yorgunum siz gidin. Ben, evde, çocuklarla kalırım.

- Anne gel seni biraz dolaştırayım, değişiklik olur.

Cevap aynı;

- Hayır...

Her şeye "Hayır"...

“Yahu anne, evde küflendin, çık biraz dolaş” diyeceğim, biliyorum yine "Hayır"diyecek.

Sabahtan akşama kadar televizyonun karşısında, o kanal senin, bu kanal benim, dolaşıp duruyor. Aradığı, eğlenceli bir program. Onunki şarkı, türkü olacak . Hele bir de İbrahim Tatlıses çıkarsa, keyfine diyecek yok.

Bizden çok sevdiğinden adamı kıskanmaya başladım. Onun programı başladığı zaman kimse başka kanalı seyredemiyor.

- İşte oğlum çıktı, deyip, pür dikkat seyrediyor. Ama başka bir program olduğu zaman ne kulağı duyuyor, ne gözü görüyor. İbrahim Tatlıses çıkınca sapasağlam oluveriyor. Çocukların yabancı film seyrettiğini görünce,

- Yine mi koydunuz o gavurları, eğlenceli bir şey koyun, eğlenceli, diyor.

Haber saati geldiğinde ya başka odaya geçiyor ya da televizyona arkasını dönüyor. Kavga, dövüş sahnelerinden hiç hoşlanmıyor.

- Ne oluyor bu adamlara? Birbirlerine vurup duruyorlar. Memlekette hiç mi iyi bir şey yok? Hep bunları seyrettiriyorsunuz bana, diyor.

Haberde eğlenceli şeyi nereden bulalım ki.

Bu yüzden haber bülteni başlayınca balkona çıkıp, bir süre içeriye girmiyor.

Ona da hak vermiyor değilim yani. O kadar çok şey yaşamış, o kadar olay geçmiş ki başından, artık hiçbir şey duymak istemiyor.

- Benim kafamdakiler bana yeter diyor.

O yaşa gelmiş hala oğlunun, kızının sorunlarını çözmek için uğraşıyor. Elinden de bir şey gelse... Boş yere kendini üzüyor.

Dün bir şey dikkatimi çekti. Annem haber izliyordu. Büyük oğlumu yanına oturtmuş, görüntüye gelen kişilere, "Bu kim, şu kim?" diye sorup duruyordu.

- Hayrola anne? dedim. Birden bire haberlere meraklandım. Bir şey mi var?

- Var, dedi. Seçim yapacaklarmış galiba.

- Evet, erken genel seçim var.

- Hayırlı olur inşallah. Ben de ömrümün sonunda bir kez daha oyumu kullanırım.

- Boş ver be anne. Kullansan n'olur, kullanmasan n'olur sanki. Bir oyun değeri ne ki?

Annem, ters ters yüzüme bakıp;

- Ne demek değeri ne? Bir oy bir adam demektir. Ben vermeyeceğim, sen vermeyeceksin, o vermeyecek, peki kim verecek?

- Şimdiye kadar verdik de ne oldu sanki? Hep gelen gideni aratıyor.

Görüyorsun işte, aldığımız maaş ayın ortasını getirmiyor. Seçimden önce verilen vaatler, seçimden sonra unutulduğu müddetçe kime oy verirsen ver hep aynı.. Değişen bir şey yok.

- Değişir, değişir. Hele herkes kendi oyunun kıymetini bir bilsin. Zırt pırt parti değiştirmeyip, sonuna kadar desteklesin, bak o zaman neler oluyor görürsün.. Ama her seçimde başkasına oy verirsen olacağı bu...

- Haklısın galiba.

- Haklıyım tabii.

Konuşma bitince annem yine televizyona döndü. Pür dikkat izliyordu.

Bu kez soru sorma sırası bendeydi:

- Peki sen kime oy vereceksin anne?

Televizyon izlemeyi bırakıp bana döndü, tebessüm ederek.

- Ben bilirim kime vereceğimi, dedi.

Anlamıştım..

Devam etti;

- Yıllardan beri hiç değiştirmedim. İnşallah Allah kısmet ederse bu seçimde de vereceğim. Zaten şimdi rahmetli sağ olup da memleketin bu halini görseydi yüreğine inerdi herhalde. Memleketi kurtardı ama, kıymetini bilen yok. Biz ne günler yaşadık bilsen. Yiyecek bir ekmek bulamadığımız günler oldu. Seni görüyorum da her gün elinde birkaç poşet... Çeşit çeşit... Ne istersen var. Ama "Nereden, nasıl getirdin?" diye soran yok. "Nasıl alıyorsun?" diyen yok.

- Bu konuda yerden göğe kadar haklısın. Ama ne yaparsın zaman böyle. Kimse kıtlık görmemiş ki. Markete girdiğinde istediğin önünde istemediğin arkanda. Paran yetse de alıyorsun yetmese de. Maaş yetmediği zaman kredi kartı var. Gelecek aya borç takıyorsun.

- Ama alabiliyorsun değil mi?

- Allah'a şükür aç açık değiliz. Her şey tam olmasa bile...

- Olur olur hepsi olur. Yeter ki can sağolsun. Hepsi gelir geçer. Allah kötülerden korusun. O günleri bir daha yaşatmasın milletimize.

Annemin eski günleri yeniden gözünün önünde canlanmıştı.

Televizyon seyretmeyi bıraktı.

Sözü dönüp dolaştırıp yeniden oy verme konusuna getirdim. Amacım annemin her zaman anlattığı bir hikayeyi yeniden anlattırmaktı. Canım gülmek istiyordu. Hoş, anlatırken kendisi de gülüyordu ya. Ben onun anlatma şekline gülüyorum, o ise gençlik günlerinin cahilliğine...

.....

Annem, babamla evlendiğinde daha on altı yaşındaymış. Gencecik körpe bir kız. Babamı evlenmeden önce yalnızca bir kez görmüş, o da uzaktan. Anneannem yanına çağırıp, “Bak kızım şu adam seni istiyor, baban da verdi. Artık onun karısını olacaksın” demiş.

Babasına karşı gelme ya da onun istediğini istememe gibi bir hakkı olmadığını düşünen annem de “peki” demiş, kabul etmiş. Davullu, zurnalı bir düğün yapmamışlar. Evde kendi aralarında küçük çaplı bir eğlence düzenledikten sonra annemi yolcu etmişler. Beyaz bir ata binip, babamın yaşadığı köye doğru yola çıkmış.

Annemin ömrünün büyük bir kısmının, benim ise yalnızca ilkokul öncesi çocukluğumun geçtiği köyümüz, bir dağ yamacındaydı. Bir bakkalı, bir kahvehanesi vardı. Evlerin damları, duvarları topraktandı. Su getirmek için en az beş yüz metre eğimli yolda yürüyüp, aynı yolu su dolu kovalarla çıkardı annem. Sebzeyi, meyveyi diğer köylüler gibi kendi bağ ve bahçelerimizde yetiştirirdik. Yani kendimiz ekip, kendimiz yerdik. Başka yerden gelen bir kazanç yoktu. Oysa annemin çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği kasabada hayat daha rahatmış. Dedemin ekonomik durumu da daha iyiymiş...

Eteklerinde köyümüzün bulunduğu dağın üst kısımlarında bir yayla vardı. Burada köylülerin “bey” diye hitap ettiği toprak ağaları otururdu. Bunlar varlıklı kişilerdi. Beyler binlerce dönüm tarla, bağ ve bahçelere sahiptiler. Buralardan kazandıkları paralarla büyük şehirlerde evler almışlar, çok daha fazla para kazanacak işler kurmuşlardı. Yaylaya son model otomobillerle gelir giderlerdi. Okumuş adamlardı. Hem de yabancı devletlerde tahsil görmüşlerdi. Köylülerden bazıları beylerin yanında çalışırdı. Kadınlar hizmetçilik, erkekler kahyalık yapardı.

Beyler, kışı büyük şehirlerde geçirir, yaz gelince yaylaya taşınırlardı. Villa tipi evlerde oturur, evlerinin önündeki büyük havuzda serinlerlerdi. Bazılarının yabancı memleketlerden eşleri vardı. Bunlara 'madam' diye hitap ederdi köylüler. Beylerin tarlasında köylüler, evlerinde köylüler, her işlerinde köylüler çalışırdı. Tarlalarında yüzlerce ırgatları vardı.

Annemin anlattığına göre babam beylerin yanında hiç çalışmamış. Ama sözlerinden de hiç çıkmazmış. Onlar ne söylerse “peki” dermiş.

Anneme göre beyler herkese iyilik eden, iş veren, destek olan insanlarmış. Köyün yolunu, camisini onlar yaptırmış. Suyunu bile çok uzaklardan onlar getirtmiş.

Ancak beylerin çocukları büyüyüp, genç delikanlı, genç kız olunca yaylaya gelmez olmuşlar. Anlatılanlara göre çok daha güzel yaylalara, denizlere gitmeye başlamışlar yaz gelince. Gençler bizim oraları beğenmeyip daha modern yerlerde tatil yapmaya başlamışlar. Tabi ki anne babaları da onlara uymak zorunda kalmış. Ancak zaman zaman eski günleri anmak için, bizim oradaki yaylaya da gelmişler. Sahipsiz kalmaması için de bağlarını, bahçelerini köylülere kiralamışlar. Bu arada evlerinin ahşap malzemesini ağaç kurtları kemirdiği için yıllar geçtikçe yaşadıkları yerler harabeye dönmüş.

Beylerin, köylüler üzerinde büyük etkisi varmış. Çünkü büyük şehirlerin belediye başkanları, meclis üyeleri, hatırı sayılır mevkide kim varsa bu beylerdenmiş. Bu nedenle köylüler çok çekinirlermiş onlardan.

Seçim zamanı yaklaştığında da beyler, köylüleri üçer beşer yanlarına çağırır, hangi partiye oy vermeleri gerektiğini söylerlermiş. Bazen de muhtar aracılığıyla köylülerden hep birlikte kendi partilerini desteklemelerini isterlermiş.

İstedikleri de olurmuş. En çok oyu beylerin taraf olduğu parti alırmış o yörede.

Annemin anlatırken güldüğü trajikomik olay da o yıllarda yapılan bir seçim gününde yaşanmış.

O zaman ülke yönetimine ağırlığını koyan iki köklü parti varmış.

Seçimden birkaç hafta önce köylüler üzerinde beylerin baskısı başlamış. Hepsini teker teker çağırıp, hangi partiye oy vermeleri gerektiğini söylemişler.

En son muhtarı karşılarına alıp,

- Bu köyden öteki partiye bir tek oy çıkarsa, yandığınızı bilin, demişler.

Muhtar;

- Merak etmeyin beyim. Öteki partiye oy verenin köyü terk etmesi gerek, diyerek teminat vermiş.

Seçim günü gelmiş.

Mevsim sonbahar, ortalık yağmurdan çamurdan geçilmiyormuş. Seçim sandığını köyün girişindeki evlerden birinin depo olarak kullanılan odasına koymuşlar.

Köylüler seçim günü sabah erkenden evlerinden çıkmışlar. Herkes oy vermeye.

“Oy vermek vatandaşlık görevi. Oy, vatan, millet için verilir. Oy vermekten kaçınılmaz. “

Bu düşünceyle yürümüş köylüler, çamurlu yollarda, sağanak yağmurda ıslanarak.

Bizim evdeki seçim telaşı da ötekilerden farklı değilmiş. Babam, güneş doğmadan kalkmış. Annem ondan erken ayakta. Çocuklar uyanmadan oylarını atıp geri dönmeleri gerekiyor.

Ben daha dünyaya gelmemişim o zamanlar.

Kahvaltı yapmadan çıkmışlar evden. Babam ıslanmamak için başına naylon bir çuval geçirmiş, annem ceketini şemsiye yapmış. Çamurlu suların içinde bata çıka yürüyorlar, seçim sandığının konulduğu eve doğru.

Ev, muhtarın evi. Tepelik bir yerde. Beylerin otomobilleriyle gelip geçtiği yola daha yakın.

Bizim evse köyün orta yerinde.

Annemle babam köyün sonunda oturanlardan daha çabuk ulaşıyorlar sandık başına.

Evden seçim sandığının konulduğu yere kadar babamın sırtında gidiyor annem. Yoksa ya çamurdan kayıp bir yerini kıracak ya da sel alıp götürecek kendisini.

Sandığın olduğu yere geldiklerinde kendilerinden önce gelen birkaç kişiyle karşılaşıyorlar. Bunlardan biri muhtar. Aralarında sandık görevlileri de var.

Oyunu kullanmak için önce babam giriyor odaya. İçerisi zifiri karanlık. Ancak el yordamıyla yönünü bulmada usta biri olduğu için kolaylıkla sandığı bulup oyunu atıyor. Dışarıya çıktıktan sonra anneme işaret ediyor eliyle “geç” diye.

Annem yediği yağmurdan dolayı sırılsıklam. Tir tir titriyor. Ayakkabılarının içi su dolu. Ürkek bakıyor babamın gözüne, “oyumu nasıl kullanacağım?” der gibi.

Annem hayatında ilk kez oy kullanacak. İlk kez vatandaş olduğunu ispatlayacak.

Babam anlıyor annemin bakışlarından ne demek istediğini.

- Kağıdı zarfa koyup, sandığın deliğinden içeriye atacaksın, diyor.

- “Tamam” diyor annem, başıyla.

Sonra oy sandığının konulduğu odanın kapısının yanındaki paravanın arkasına geçiyor, masanın üzerinde bulanan oy pusulalarından birini alıp, parmağını mürekkepleyip, basıyor. Ardından oy pusulasını ikiye katlayıp zarfa koyuyor. Sandığın bulunduğu kapıdan içeri adımını attığı anda içini bir ürperti kaplıyor. Karanlıkta içerdeki hiçbir şey görünmüyor. El yordamıyla sandığı bulmaya çalışıyor. İki adım attıktan sonra eli bir şeye çarpıyor. Cismin sağına soluna dokunduktan sonra bunun bir sandık olduğunu anlıyor. Eliyle yoklayıp deliğinin yerini de tespit ettikten sonra zarfı güçlükle içeriye sokuyor. Dışarıya çıktığında heyecandan kıpkırmızı kesilen yüzüne soğuk bir hava vuruyor. Derin bir soluk alıyor, rahatlıyor. Sanki omuzlarının üzerinden bir tonluk yük kalkıyor gibi oluyor.

Babam onun heyecanını hiç önemsemiyor. Dönüş için sabırsızlanıyor.

Anneme;

- Hadi, düş önüme, diyor.

Bu kez babam arkada, annem önde evin yolunu tutuyorlar.

Babamın en büyük alışkanlıklarından biri arkasına bakmadan yürümesiydi. Bu huyunu annem ne kadar tenkit etse de bir türlü değiştirmemişti.

Babam hızlı adımlarla arayı açıp uzun bir süre yürüdükten sonra yol kenarına çökerek arkada kalanı beklerken bir sigara tüttürürdü.

Onun da böyle ilginç bir alışkanlığı vardı işte. Bu alışkanlığını hiç beğenmeyen annemse,

“Beraber yürüsen ne olur sanki. Düşüp bir yerimizi kırsak, ya da başımıza bir iş gelse hiç görmeyeceksin” derdi.

Bu davranışının farkında olan babam bu yüzden annemi önüne alıyor. Annemin arkada yürürken kayıp bir yerini kırmasından korkuyor. Yürürken gözünün önünde olsun istiyor.

Geldikleri gibi binbir eziyetle ulaşıyorlar eve. Annemin teri saçlarından süzülen yağmur sularına karışıyor. Babam da ıslanıyor ama annem kadar öfkelenmiyor.

Çocukların uyanmadığını gören annem seviniyor. Babam bir kenara oturup havluyla ıslak saçlarını kurularken, annem kahvaltı hazırlamaya çalışıyor. Bu arada bir yandan da uzaktan uzağa sohbet ediyorlar.

Babam soruyor, annem cevaplıyor;

- İyi iyi, hadi, oy da kullandın. Seni de adamdan saydılar. Başımıza hayırlı biri gelir inşallah.

- Gelmez olsun, canım çıktı. O kadar yolu yürü. Onca çileyi çek. Sandığı koydukları yere bak. Sanki oylarını çalacaklar.

- Olsun. Öyle olması gerekiyor. Gizli oy bunun adı. Sonra açık açık sayacaklar. Oyunu doğru yere attın değil mi? Delikten içeri iyice soksaydın.

- Soktum, soktum. Az kalsın yırtılıyordu. Yan taraftan bir yerden soktum.

Babam irkilir, içine şüphe girer.

- Yan taraftan mı.

- Evet.

- Nasıl olur? Benim oy attığım sandığın deliği üstteydi.

Bu kez annem telaşlanır. O kadar zahmetin boşa gitmiş olduğu endişesiyle;

- Kapıdan girer girmez iki adım attım, sandık sağ tarafta duvar dibindeydi. Zaten el yordamlıyla zorla buldum.

Babam eliyle alnına vurur. Bilmem içinden neler geçirir ama önüne konulan kahvaltıdan tek lokma almadan kalkar.

- Allah seni kahretsin, der. O oy sandığı değil, üzüm sandığı. Üzüm sandığına atmışsın. Oy atılan sandık en dipte duruyordu. Boşa gitti, görüyormusun.”

Annemi de, babamı da bir düşünce alır.

Babam;

- Ya oylar eksik çıkarsa, beye ne deriz? der.

Annem;

- Ben gidip oyumu, o sandıktan alıp, doğru yere atacağım, der.

Kolay mı bu, ilk kez oy kullanıyor kadıncağız. O da boşa gidecek.

Neyse bir süre tartıştıktan sonra yine düşerler yola. Babam söylene söylene, annem ağlaya ağlaya. Az önce gidip geldikleri çamurlu yolda yürürler.

Sandık başındaki muhtar annemle babamı karşısında görünce şaşırır.

- Siz az önce oyunuzu atıp gitmediniz mi? diye sorar, imalı imalı.

Sanar ki mükerrer oy kullanmaya gelmişler. Babam durumu kısaca izah eder. Muhtar anlar, bıyık altından güler. Sonra bir el feneriyle içeriye girer, üzüm sandığını alıp dışarıya çıkartır. Merakla bakışan kalabalığın ortasında sandığı çevirip sallayınca annemin oyu düşer. Çamurlanır. Annem eğilip yerden alır, zarfın üzerindeki çamurları elbisesine siler. Muhtar elindeki feneri anneme uzatır. Annem anlar. Feneri alıp, karanlık odaya geçer, oyunu doğru sandığa atıp çıkar.

Aynı yolu dördüncü kez yürürler annemle babam. Çamurlara bata çıka, kan ter içinde. Hiç konuşmazlar. Babam da hiçbir şey sormaz. Zaten canı burnundadır

Annem ise için için sevinç duymaktadır. Babam defalarca ona beylerin taraf olduğu partiye oy vermesi için tembihlese de yine kendi istediği 'Atatürk'ün partisi' dediği partiye oy vermiştir. Çünkü babası, yani dedem, ölmeden önce kendisine ve kardeşlerine vasiyet etmiştir.

“Ben, vatanperver bir insanım. Bu topraklar için yıllarca savaştım. Siz, bir oyunuzu esirgemeyin. Ama oyunuzu kullanırken doğruluktan, dürüstlükten sakın şaşmayın. Vatana sahip çıkın” demiştir..

 
Toplam blog
: 121
: 1472
Kayıt tarihi
: 23.08.07
 
 

Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü mezunuyum. 28 yıllık g..