Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Mart '12

 
Kategori
Aile
 

Kardeş Sevgisi

Kardeş Sevgisi
 

Bu köprü o zaman yoktu...


35 sene önce bugün, annem bir oğlan doğurdu.

“Zeynep Kâmil’e...” denilen bir taksi şoförünün, dikiz aynasından annemin halini görüp, “Yenge, ben en iyisi seni Şişli Etfal’e götüreyim.” diye cevap vermesi sayesinde, Boğaz Köprüsü üzerinde, bir taksinin arka koltuğunda doğmaktan kıl payı kurtulan, dört kiloluk bir aslan parçası.

Tam dokuz ay boyunca “...amanın yandım Zühtü, ben sana kandım Zühtü...” diye türkü söyleyerek, annemin karnında sevdiğim rivayet edilen kardeşim.   

Gülmeyin. O türkü pek modaymış o zamanlar.  

Şimdi düşünüyorum da, demek ki ailemizde hiç kimse oğlan olmayabileceği ihtimalini aklına getirmemiş. Yani bunun “Düriye’min güğümleri kalaylı...” sı var, “Leyla bir özge candır...” ı var, “Dağlar kızı Reyhan...” ı var, değil mi? Sipariş vermişler sanki, bir kız, bir oğlan. İyi ki teslimatta bir karışıklık yaşanmamış.

Sene 1977. Yaşım 3. Boyum tahmini olarak 4 karış.

Hastaneden eve getirildiğinde, “Ben sizden kardeş istemedim ki.” diyerek annemle babama öyle bir posta koymuşum ki, hâlâ anlatırlar. O zamana kadar huysuzluk nedir bilmeyen ben, kıskançlığımdan çatır çatır çatlamışım. Kardeşimi emziren anneme kahve fincanı uzatıp, süt istediğim bile olmuş. Niye doğrudan “Beni de emzir!” dememişim de fincan getirmişim, ben de bilmiyorum. Neyse, kısa bir süre sonra da evi terk edip, babaanneme kaçmışım zaten. Böyle bir sürü şey. Ne zaman bu konu açılsa, “Ben hatırlamıyorum.” diyorum, “Uyduruyorsunuz hepsini.”

Şakası gırgırı bir yana, kardeşin kıskanılacak değil, sevilecek biri olduğunun bilincine varmak, onun üzüntüsüyle ağlamak, onun sevinciyle gülmek için biraz daha büyümek gerekiyormuş.

Mesela benim ikimize dair, net olarak hatırladığım ilk şey, bir kaza.

Günlerden bir gün, okul öncesi dönem. Yine zorla öğlen uykusu denilen şeytan icadına yatırılmışım, ama uyumuyorum. Kardeşim odaya gelmiş, yatağa, yanıma tırmanmaya çalışıyor. Birden sanırım ayağı kayıyor ve başını komodinin sivri köşesine çakıyor. Kolumun üzerine düşüyor. Ağlamıyor, hiç sesi çıkmıyor. Hareket de etmiyor. Kolumu çekiyorum, başı yatağa düşüyor. Kolum kan içinde. Yüzünü çeviriyorum, kandan görünmüyor.

Baş ve yüz yaralanmalarının, gerçekte olduklarından daha kötü göründüklerini öğrenmeme daha yıllar var.

“Aaaaaaaaannnnnnnnneeeeeeee!”

Bir kargaşa, bir panik. Acillere koşmalar, beni götürmemeler. Meğer sadece kaşı yarılmış. Bir de sanırım darbenin etkisiyle bayılmış.

Eğer Kızılderili olsaydık, o gün kabile büyükleri tarafından kardeşime “Üç Kaşlı Puhu Kuşu” gibi bir isim verilirdi herhalde. Ardından da Dedem Korkut gelirdi, “Adını ben verdim, yaşını Allah versin...” derdi. Pardon, kabileler karıştı galiba. Neyse.  

Benim için o gün, kardeşimin boydan boya yarılan kaşına dikiş atıldığını, atılan dikişin beğenilmeyip söküldüğünü ve aynı yaranın yeniden dikildiğini öğrendiğimde, “canımın yandığı” ilk gündü.

Yani neymiş? Şu fani dünya üzerinde, “genetik olarak bana doğuracağım herhangi bir çocuktan bile daha yakın olan yegâne insan”ı gerekirse pamuklara sararmışım. Gerekmese de sararım ya gerçi.

Biraz daha büyüdüğümüzde, hiç de kavgacı bir çocuk olmamama rağmen, kardeşime yan bakan herkesin canını fena halde yakabilecek enerji ve özgüveni nereden buldum sanıyorsunuz?

Kardeş sevgisi biraz hastalıklı birşey. Mesela her koşulda onu koruma dürtüsü, ne yaparsa yapsın hoş görebilme yeteneği ve bazen de ağzını burnunu kırma isteği aynı bünyede kapışabiliyor.

Ergenlik çağımızda, “Hayvan!”, “Geri zekâlı!”, “Ruh hastası!” ve benzeri güzide hitaplar havalarda uçuşur, “Defol git odamdan!” ların ardından kapılar büyük bir gürültüyle çarpılırken bile, o sonsuz sandığımız öfkenin ardında bir yerlerde, uzun süre küs kalmamızı engelleyen birşeyler olurdu hep. Keza “olgunluk dönemi” kavgalarımız hâlâ öyle. Barış için ilk adımı kim atarsa atsın, karşı tarafın buluşma yerine koşarak geleceğini bilmek, “Sen bana yamuk yaptın, özür dile” demeyi aklına bile getirmemek ilginç bir durum gerçekten. Başkası olsa sürüm sürüm süründürürüz ikimiz de.

Kardeş olmak, ömür boyu süren bir olağanüstü hal. Bu ne demek? Kardeşin yaptığı herşey olağanüstü demek. Mesela en güzel okulun, en güzel diplomasını alması, en iyi şirketin, en iyi pozisyonunda işe başlaması, “en güzel grubu kurup, en güzel şarkıyı yazması”, en güzel kızı kapıp, en yakışıklı damat olması, hepsi.

Bu yazıyı niye yazıyorum? Nereye varmaya çalışıyorum? Ben de bilmiyorum. Bugün kardeşimin doğum günü. Birimiz Hanya’da, diğerimiz Konya’da. Her sene yaptığım gibi telefon açıp, “Doğum günün kutlu olsun, seni seviyorum ulen!” demeden, “Doğum günün kutlu olsun, seni seviyorum ulen!” demeye çalışıyor olabilir miyim? Belki. Bir yazı yazma fikri aklıma çok geç, yazı da biraz aceleye geldi, dolayısıyla yarın sağlam kafayla üzerinde değişiklik yapma hakkımı saklı tutuyor ve diyorum ki;

“Kardeşim,

iyi ki doğdun, iyi ki varsın. Beraberce yayılıp müzik dinlemeyi, “bilmem hangi şarkının davul yürüyüşü” üzerine saatlerce geyik yapmayı, evden hiç çıkmadan şaşı olana kadar film seyretmeyi, ipe sapa gelmez tartışmalarımızı, dünyayı kurtarışlarımızı, o bilgisayar oyununun grafiklerini ya da şu programın faziletlerini anlatırken kafamı ütülemeni, hatta rakının üstüne kola içmeni bile özledim.

“Yaş 35, yolun yarısı” diyenlere aldırma, o eskidenmiş. Tıp çok ilerledi.

Ömrün uzun, herşey senin istediğin gibi olsun. Nice yıllara.”

 

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..