Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Mayıs '09

 
Kategori
Savunma Sporları
 

Karete öğrendim(!)

Karete öğrendim(!)
 

Karate sevdiğim ve yaptığım sporlardan birisi. Ama spor olsun diye başlamadım(!)

Neden karate öğrenmeye karar verdim, önce onu anlatmalıyım. Ama söz verin, gülmeyeceksiniz(!)

Birilerinden dayak yememe konusunda ilk dersi babam vermişti bana.

“Bana bak, dayak yiyip de gelirsen, seni uyuz eşek sudan gelinceye kadar döverim!”

Bize fiske bile vurmayan adam böyle korkunç bir tehdit savuruyorsa, ciddidir deyip, ‘dayak yememeye bakmalıyım’ diye düşünmüştüm.

Barış yanlısı bir çocuktum(!) Ama nedense hır gür tipler de hep beni bulurdu. Bu hırgürcülerden biri de ilkokul beşinci sınıfta tanıştığım, Ahmet’ti.

Ahmet okula geç başlatılmış olması ve bir iki kez de sınıfta kalmışlığı nedeniyle bizden cüsseli ve iki üç yaş büyüktü.

Bana ilk dövüş dersini veren, O'dur. Sınıfın bir numaralı, afacanı. Dövüşmekten ve beladan asla korkmayan çocuk!

Bir gün tenefüsteyiz;

-Hadi bana var gücünle vur! dedi.

-Neden?

-Bakalım ne kadar güçlüsün?

-Hayır, dedim. Mümkün mü ikna olsun.

-Bak hadi, ben de sana vuracağım, ama önce var gücünle sen vur!

Sanki onun da bana vuracak olması yeterli bir nedenmiş gibi;

-Peki, dedim.

Elimi yumruk yaptım, omzuna bir tane vurdum. Kıpırdamadı bile köpek! Sonra da;

-Sıra ben de, dedi sırıtarak.

O da benim omzuma vuracak ya, sağlama aldım kendimi. Kastım şöyle. Seninki gerindi gerindi, bir geçirdi yumruğu! Ben devrilmeyeceğim diye kendimi fazla sağlama almış olmalıyım, omzumdan sıyrılıp burnuma denk geldi yumruk.

Canım acımadı. Hani ilk anda acımaz ya zaten. Ama bir burnum kanıyor, sanki çeşmeye takılan hortumun bir yerleri kıvrıkmış da aniden düzeltilivermiş gibi fışkırıyor kan! Ahmet’in surat bembeyaz tabii(!) Ben okul bahçesindeki çeşmeye koştum. O da arkamdan.

Burnumu yıkıyorum. Millet toplandı başımıza. Ahmet perişan, kıvranıyor! O esnada öğretmenimiz geldi. Ahmet’in beniz sarıya dönüyor tabi. Sanıyor ki; ben onun yaptığını söyleyeceğim ve o her zamanki gibi yine sınıfın ortasında, ellerine, şırak diye ses çıkaran kızılcık sopasıyla dayak yiyecek.

Öğretmenimiz panikle:

-Ne oldu sana? dedi.

Bir yandan burnumu yıkıyorum bir yandan;

-Bilmiyorum öğretmenim, aniden kanamaya başladı, dedim. Yıkama, pansuman, pamuk filan derken kanama durdu. Derste, Ahmet’in gözlerimin içine bakışını hiç unutmuyorum, inanamıyordu.

Sonradan, Ahmet özür dilemedi, çünkü özür dilemeyi bilmiyordu. Öyle bir kültürü yoktu. Ahmet, ismini vermediğim için teşekkür etmedi. Çünkü teşekkür etmeyi de bilmiyordu. Ama çok başka bir şey yaptı. Yine bir ders arasında, yanıma gelip;

-Nasıl yumruk atılır öğreteyim mi? diye sordu. Bakışlarındaki saygıyı ve yumruklaştığımız günün pişmanlığını görmemek mümkün değildi.

-Öğret, dedim. Bu onun kendince karar verdiği teşekkürü olmalıydı. ‘Öğret’ der demez yüzüne yine o her zamanki afacanlık yerleşiverdi. Sevindi de. Heyecanla anlatmaya başladı:

-Bak, bir kere, ellerinin acımasından hiç korkmayacaksın… Bunun için duvarları yumruklayacağız…

Çok duvar yumrukladık…

-Dayak yemeden dövüşmeyi öğrenemezsin, dövüşmekten korkmayacaksın!

Ahmet’le birlik olup; bir iki vukuat işlediğimiz de oldu(!)

Şimdi düşünüyorum da, muhtemelen Ahmet bana aşıktı. Ama pek çok şeyi, çok geç öğrenmiş bir süzme olarak, ben o vakitler bunu anlamamıştım. Çünkü benim de aşık olma kültürüm yoktu(!)

Ahmet’in verdiği o ilk dersler çok işe yaradı. Çok dövüşmedim, ama dövüşürken de hiç korkmadım, ta ki o lanet güne kadar(!)

Yıllar sonra...

Dünyanın en kutsal işinin yapıldığı iş yerimize yeni bir meslektaş atanmıştı. Garipti biraz. Ortak salonda, hep pencere kenarında oturur dışarıyı izler, kimselerle muhatap olmazdı. Gülümsemez, neredeyse hiç selamlaşmazdı. “Suratsız adam”, “meymenetsiz tip” denir ya hani, eh işte onlardan.

Bir gün ortak salona girdim, bizimki yine pencere kenarında, yalnız ve dışarıyı seyrediyordu. Ben salonun ortasındaki masaya geçtim. Bir iki dakika sonra bana dönüp;

-Olmaz bunlar, biz boşuna gayret sarf ediyoruz, dedi.

Hangi dağda kurt ölmüştü de bu adam benimle sohbet etmek istiyordu, anlamamıştım.

-Olur mu, dedim. Biz olmaları için buradayız ya.

-Nasıl yani? dedi.

-Dedim ya, olmalarını istemek ve bunu becerebilmektir tüm mesele...

Len, Allah kahretsin, adamın bam teline dokunmuşum. Kendisini beceriksiz yerine koyduğumu düşünmüş olmalı!

-Ne demek istiyorsun sen?, diyerek ağır çekim bir ayağa kalkışı vardı…

Tanrım!

Adamı daha önce hiç ayakta görmemiştim.

Kalktıkça uzuyor, uzadıkça irileşiyordu! Kalıplıydı da!

Ben hepi topu bir altmış beşlik boyumla cüceydim karşısında.

Kafama bir tane vursa, kesinlikle iki metre aşağıya çakılacaktım.

Nereden bileyim raporlu bir psikopat olduğunu!

Nasıl korktum nasıl!

Odada yalnızdık. Banko dayak yiyecektim. Öyle hızlı düşünmeye başladım ki; sanki uçurumdan aşağıya düşmekte olan insanın gözünün önünden geçen film şeridiydi planlarım.

“Ben bunu kesinlikle dövemem” diyordum kendi kendime. “Dövüşürsek, (dövülürsem) rezil olurum herkese. O yetmezmiş gibi iş büyür, bir geri zekalı polis çağırır, işin yoksa karakollarda ifade ver. O da yetmezmiş gibi bizimkiler onur meselesi yaparlar iş çığırından çıkar. Ne yapmalıyım da oturmalı bu herkül kılıklı psikopat?

Beynimdeki ampul yandı. (O zamanlar ampuller harbiden fikir verirdi) (!)

Yaşasın bilim(!)

Yaşasın tırsmanın alçak versiyonları(!)

Ve adamın celallenmesini hiç anlamamış, sanki çok normal bir sohbet sorusu sormuş gibi davranarak;

-Şöyle açıklayabilirim: Genetik faktörler, çevresel etmenler… diye başlayan ağır ve ağdalı bir konuşmaya başladım. Sanki bir seminerde, önünde bir bardak su, konusuna hakim, karşısındaki insanlara ders veren yaşlı bir bilim adamıydım.

Şaşırdı!

Ezberi bozuldu!

Ben konuştukça katlanarak küçülen merdivenler gibi tekrar yerine oturdu.

Kocaman bir “oh” çektim.

Adam oturdu ama ben kendimden utandım! Kendime karşı öyle küçük düşmüştüm ki; tükürsem tükürük yapışmayacak kadar rezil hissettim!

O gün iş çıkışı şehrin öteki ucundaki karate kursuna kaydımı yaptırdım. Kıyafetleri aldım, ertesi gün derse başladık. Amaç; cüssesi ne olursa olsun, dövüşmekten çekinmemekti!

İlk ders, karate nedir?

“Karate-do, ellerin ve ayakların sistemli olarak eğitimleri sonucunda, beklenmedik saldırıların savuşturulmasında gerçek bir silah etkisi yaratabilecek güçte olan silahsız savunma şeklidir.”

Bunlar, hocamızın ilk ezber cümleleri olsa gerektir(!)

Sonra biraz daha ileri gidip;

“Karate biliyorsunuz diye asla saldırmayacaksınız. Hatta bilgeler vücutlarından kan çıkmadan bu savunma sporunu yapmazlardı” diyerek vurgu yaptı.

Tabi ben içimden “geç bunları hocam ya, vücuttan kan çıkacakmış, peh! Kan çıkana kadar durursam ne olayım” diyerek dinliyordum. “Adam kan çıkartmadan gömecekti zaten beni zemine, sen ne diyorsun?”

Sevdim bu sporu. Devam ettim.

O korktuğum ve kendime rezil olduğum sıralarda kafamda bir planım vardı. Karatede belli bir noktaya geldikten sonra, bu psikopatın yine damarına basacak ve planlı bir şekilde dövüşecektim(!)

Ama bizim psikopat, ben henüz kata çizim aşamasındayken (iki hafta sonra) kayboldu ortadan. Meğer gerçekten psikolojik rahatsızlığı varmış. Ağır ilaçlar kullanırmış. Bir gece ağırlaşmış (bunun nasıl bir ağırlaşma olduğunu bilemiyorum tabii) Manisa’daki meşhur Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine kaldırılmış. Meğer ben harbiden belaya çatmışım, ucuz atlatmışım(!)

Her musibet bir hayra sebep olurmuş ya, o hesap karate-do sporu da benim kazancım olmuştu. Ve kısa boyun aslında avantaj sağladığını sonradan öğrenmiştim(!)

Hayat bu, belli olmaz, belki bir gün bir yerde yeniden denk geliriz(!) Umarım iyileşmiş olur. Çünkü bir hastayı dövmek etik olmaz!

Karate-do'nun asil selamıyla; herkesi selamlıyorum.

Oss...

 
Toplam blog
: 135
: 3170
Kayıt tarihi
: 23.07.08
 
 

Eğitim sürecinin bazı bölümleri Almanya ve İngiltere'de olmak üzere en son PAÜ'den eğitim uzmanlı..