Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ekim '11

 
Kategori
Öykü
 

Karıncayı tanırsınız

Yazarı: Cevdet Kudret

İyi Günler Geride Kaldı

Süleyman yazdığı yazılardan dolayı ‘bakanlık emrine’ alınmıştı. Görevinden alınması üzerine Süleyman annesinin yanına İstanbul’a geri döndü. Elinde bavuluyla sokakta ilerlerken hiçbir değişiklik görmedi. Evler eskisi gibi kara, çatlak ve yer yer kopuktu. Çocuklar kapı önünde zıp zıp oynuyordu. Hala cam bilyeler çukurdan çıkarılamamıştı. Oyundaki kumral olan çocuklardan birini kendine benzetti. Çocuklar yaşlanıyor, ölüyor ama çocukluk ve oyun hep sürüyordu. Bu manzaralar karşısında, çocukların neşesine kendini kaptırarak, kendisine yapılan bütün haksızlıkları unutmuş, başka bir dünyaya gitmişti. Yazı yazması suç sayılan, en masum sözleri türlü anlamlara çekilen, en iyi hareketleri kötüye yorulan sanki o değildi. Burada kendini her bakımdan güvende hissediyordu.

Evinin önüne geldiğinde annesi kapıyı açtı. Sarılıp içeriye girdiler. Annesinin kirayla oturduğu iki odası hasır döşeli bir aralığa açılan bu ev ona kale kadar güvenli geldi. Anayasa ile dokunulmazlığı sağlanan bu tahta kulübe onun için Kayseri’deki o taş okuldan daha sağlamdı. “Görülen lüzum üzere bakanlık emrine alınmıştır,” tebliği ile “Ayrıldığı tarihin bildirilmesi” diye yazılı bir kağıt, onu buradan atamazdı.

Bir süre sonra annesi ile konuşmaya başladılar. Annesi, daha okulların kapanmasına iki ay var; nasıl oldu da erken gelebildin? Diye, sordu.

Süleyman güçlükle cevap verdi:

-Bakanlık emrine alındım da... Ondan. Artık Kayseri ile işim kalmadı, dedi.

Annesi ‘bakanlık emrini’ yüksek memurluk sandı.

-Bundan sonra İstanbul’da olacaksın öyle mi? Hem de bakanın emrinde çalışacaksın? Çok iyi olmuş çok! Ben de ihtiyarladım zaten. Artık yalnızlık zor geliyor. Yeni işin neredeymiş bari yakın olsaydı, dedi.

Süleyman hafifçe gülümseyerek, annesine, onu yanlış anladığını, işten çıkarıldığını, söyledi. Bunun üzerine annesinin rengi bembeyaz oldu ve sustu.

Süleyman derin düşüncelere dalar ve birden aklına annesi geldi. O neden bu kadar üzülmüştü. Şimdi neyle geçinecekti. Her an annesine bakmak zorunda olduğunu derinden hissetti. Bir süre sonra yemek için sofraya oturdular. Dışarıdan sesler geliyordu: Meyveci, sebzeci, dondurmacı… Bunların hepsi farklı farklı insanlardı ve hepsinin bir mesleği vardı.

Süleyman, komşuları sordu. Annesi yaşlıların öldüğünü, gençlerin çoğunun buradan ayrıldığını söyledi. Şevketi sordu. Süleyman ilkokuldayken arkadaşlarını dövmesi için hocaya değnek getiren Şevket. Bir gün kendisi dayak yiyince, annesinin sütninelik ettiği adam aracılığıyla, hocayı okuldan kovduran Şevket.

İhtiyar hocanın sınıftan ayrıldığı zamanki halini düşündü. Adamcağız işten ayrılınca ne yaptı acaba? Diyerek kendisiyle hocasını özdeşleştirdi. Ben ne yapacaksam, O da onu yapmıştır diye düşündü.

Yemekten sonra giyindi, arkadaşlarını görmek için çıktı. Annesi ardından gözden kayboluncaya kadar baktı. Sedirin üstüne kendini bırakıp derin düşüncelere daldı. Bundan sonra artık ne yapacaktı? Eski gençliği de yoktu ki bir dilim ekmek için sabahtan akşama kadar çalışsın.

Süleyman’ın Arkadaşları

Halil

Süleyman Halil’i görmek için Beyoğlu’na çıktı. Halil, eczacı okulunu bitirdiğinden beri Kevkep’in eczanesinde kalfalık yapıyordu.

Beyoğlu oldukça kalabalıktı. Aralarına karışmak istediği insanlar kendisine benzemiyordu. Sanki bir memleketteydi. Kendi kıyafetlerini düzensiz, kaba buldu. Ayakkabıları boyasızdı. Duvarın dibinde boyacılar vardı. Üç boyacının ikisi çalışıyor, diğeri başını duvara yaslamış kestiriyordu. Süleyman sandığın üzerine ayağını koyunca arkadaşları adamı dürtüp uyandırdılar.

-Tarık Efendi, Tarık Efendi! Adam toparlanarak,

-Hani ya? Nerde? Sonra sandığın üzerindeki ayağa baktı, ferahladı.

-Bende hafiye sandım. Bu namuslu bir ayak. Böylesini çoktan beri görmedim. Bu İstanbul pabucu değil, diye konuştu. Beyim nerden? Diye sordu.

-Kayseri’den, cevabını alınca, belli baştan aşağı namus, dedi.

Süleyman merak edip sordu:

-Ne oluyor? Diye. Adam,

-Aynasızlar, hafiyeler, yani etrafımı sarmışlar, elimde cigara gördüler mi koşup alıyorlar, içini açıp bakıyorlar. İnsana ağız tadıyla cigara içirmiyorlar, dedi. Süleyman,

-Canın çektiyse al bakalım, diye sigarasını uzattı. Adam,

-İstemem sonra üstüme çullanıp rüya görmek istiyorum sanırlar. Sokakta rüya görmek yasakmış. Aynasızların çoğu, yaptığı iş üzerinde para alırmış. Benden iyi av mı olur. Dört yanını çevir, üstüne çullan, yaz raporu, al papeli. Sokak ortasında alenen esrar çektiğinden şüphe ettik de.

Süleyman bu garip olaya dikkatle baktı. Onun adından okul yıllarını hatırladı ama bir ipucu bulamadı.

Kevkep’in eczanesinde çalışan Halil, camlı bölmenin arkasında her zamanki yerinde duruyordu. On beş yıl önce oraya yerleşmiş bir daha ayrılmamıştı. Halil Süleyman’ı görünce yerinden fırladı. Bir süre sarılıp konuşarak hasret giderdiler. Halil, Süleyman’a,

-Uzun zamandır görünmüyordun, savaş çıkalı. Okullar kapanmadan nasıl geldin, diye sordu. Süleyman gülerek,

-Biraz dinlenmem gerekiyormuş, çok yorulduğum için olsa gerek! Yardım kolunda çalışırken şehri yakından tanıdım. Bir iki dergiye yazdığım yazılardan dolayı açığa alındım, diyerek durumu açıkladı.

Halil, Süleyman’a bir iş bulabilmek için Ferhat’ı arar. Ferhat İstanbul’un en iyi avukatları arasındadır. Süleyman, Halil’in beyaz gömleği içindeki mütevazi elbisesine bakıp,

-Sen de epey değişmişsin, dedi. On beş yıl dile kolay. Süleyman işten ne kadar aldığını, neler yaptığını sordu. Halil, iki yüz elli lira aldığını, eczanenin bütün işlerini kendisinin yaptığını, Kevkep’in arada bir uğrayıp parasını alıp gittiğini, söyledi. (Kevkep Halil’in on katı kazanır.)

Süleyman, sesini yükseltir:

-Nasıl bu kadar çok kazanır? Senin bir oyun oynayıp oynamadığını nasıl anlıyor? Diye sorar.

-Halil, bana güveniyor, namuslu olduğumu bilir, dedi.

-Süleyman, desen senin namusun yalnız Kevkep’e yarıyor. Şu namus ne tuhaf bir şey! Ondan sahipleri değil de, çoğu zaman başkaları yararlanıyor, dedi.

Süleyman’ın Arkadaşları

Bekir, Ferhat ve Ötekiler

Bekir:

Liseyi bitirince durumunu şöyle bir gözden geçirmişti. Babası Kasım Efendi bir yıl önce ölmüştü. Anası ve kız kardeşinin bakımı Bekir’e kalmıştı. Babasının Eyüp'teki barında dans hocalığı ederek daha küçük yaştan beri bol para kazanmaya alışmıştı. Üniversite şimdi onun için boşa masraftı. İş deyince aklına bar geliyordu. Çocukluğundan beri iş diye onu görmüş ilk parayı ondan kazanmıştı. Ama savaştan sonra ahlak bağnazlığı kuvvetlenmişti ve artık Eyüp’te bar işletilemezdi. Bu iş için en uygun yer Beyoğlu idi. Savaştan sonra en büyük barı kurmuştu ve adını da barışın simgesi olarak ‘Beyaz Güvercin’ koymuştu.

Bekir, Süleyman’a çok yakınlık göstermişti. Görünce sahiden sevindi. Yakup ve Kenan da Bekir’in barındaydı. Bardaki çalışanlar, şarkıcılar, herkes beyaz giyinmişlerdi.

Kenan:

İstanbul’da doktorluk yapmaktadır.

Yakup:

Ankara’da babasından kalan çiftliği parsellemiş kimini parça parça satmış, kimine birkaç apartman, işhanı yapmış.

Süleyman eski sınıf arkadaşlarını sessizce gözden geçiriyordu. Üçü de Avrupa’da okumuş, Yakup’un babası büyük bir servet bırakmıştı. Ferhat’ın babası Yargıtay’da üyeydi. Kenan’ınki Hayat Bankası genel müdürüydü. Babalarının olanaklarıyla üçünün de hayatları rahat bir düzene girmişti.

Satılık Elbise

Süleyman artık sabahları geç kalkmaya başladı. İlk günler işe gidecekmiş duygusuyla erken uyanıyordu. Yıllardır saat 6’da kalkıp saat 8’de derste hazır hale gelmeye alışmıştı. Artık iyice değişmişti. Geç kalkmaya başlamıştı. Saçlar karışmış, gözler çapaklı tanınmaz bir hal almıştı. İki ay olmuştu ve hala bir sonuç çıkmamıştı. Gittikçe işsizlik içine işliyordu. Cebinde yalnız sekiz lirası kalmıştı. Kahvaltıda düşünüyordu. Sekiz liranın üç lirasını eve bıraksam ya öbür gün, diye düşündü. İş bulmak öyle kolay değildi. Dışarı çıkmak için hazırlandığı sırada gözüne kışlık ceketi çarptı. En az kırk lira eder diye düşündü. Birden ferahladı bir çıkış yolu bulmuştu. Annesine satması için ceketi uzattı ve çıktı.

Dergi

Hızlı hızlı yürüdü, yoldaki kalabalığa baktı, bir sürü araç insanlar sağa sola koşuşturmaktaydı. Yollarda hep kahveci, lokantacı, garson, dondurmacı, kayıkçı, saymakla tükenmezdi. Meğer dünyada ne çok iş varmış, diye düşündü. Acaba gazetelerde iş bulamaz mıyım, diye düşündü. Mesela Dünyaya Bakış dergisinde. Zaten başına gelenler oraya yazdığı birkaç yazı yüzünden değil miydi?

Dergi sahibi kısa boylu, gözlüklü, elleri ayakları küçük, kel bir adamdı. Süleyman içeri girdi ve kendini tanıttı. Dergi sahibi onunla hiç ilgilenmeden, Felsefe doçenti Hikmet Bey’le tanıştırdı.

Hikmet Bey, Süleyman ile ilgilenip onun yazılarıyla çok ilgilendiğini ama bu kadar açık yazmaması gerektiğini, okuyan anladım sanıp ama açıkça anlayamamalı, diye konuştu. Eğer bu şekilde yazmış olsaydı, başına bu işlerin gelmeyeceğini söyledi. Amerikan çikleti gibi sağa sola, öne arkaya çekilebilmeli ama kimse bir şey anlamamalı, dedi. Daha sonra konu Süleyman’ın iş meselesine gelir. Süleyman para kazanması gerektiğini, bunun için dergide yazı yazmak istediğini söyler. Doçent Hikmet Bey gözlüğünü çıkarıp siler, mendiliyle oynar, piposu ağzında hiç ilgilenmiyormuş gibi durur. Daha sonra Süleyman’a; size yardım etmek isterdim ama, diye söze başlar. Süleyman’ın yazılarının dergi için zararlı olduğunu söyleyerek onun iş isteğini geri çevirir.

Behçet Haydar

Süleyman ertesi gün hava almak için dışarı çıktı. Kendisi için en tanıdık yer olan sahaflar çarşısına gitti. Orada bir an bir ferahlık duydu ve “Oh! Dünya varmış” dedi. Tezgahlardaki kitapları tek tek inceleyerek yürürken birden karşısına tanıdık bir yüz çıktı. Tanıdık ama oldukça değişmiş bir çehre.

Tıraşsız bir yüz, geniş çıkıntılı bir alın, basık bir burun, şaşı gözler ve tanıdığı o ses arkadaşı Behçet. Behçet çok değişmişti. Süleyman onu görünce şaşırdı ve ona, bu ne hal yahu, dedi. Behçet de, beğenemedin mi, dedi. Başkalarını soymamak için kendim soyunuyorum, dedi. Behçet ciltçilik yaparak geçimini sağlamaktadır. Gazeteleri, dergileri yapıştırıp, kese kağıdı yaparak geçimini sağlamaktadır. Ne dükkan kirası, ne vergi… Yüzde yüz kâr. Başı sıkıştığı zaman da bir iki şiir yazıp basımevine götürüp sattığını söyler.

Haydar:

Haydar da Süleyman gibi maddi zorluklar içinde yetişen biriydi. İş aramak için gazeteye ilan veriyordu. Günün birinde tanımadığı bir adam çağırıyor ve kızını almak şartıyla ona iş veriyordu. O günden sonra bütün hayatı değişiyor. Zengin bir hayat, Şişli’de bir daire, lüks arabalar etrafında uşaklar… Bütün bu zenginliğine rağmen, arkadaşına iş vermiyordu. Gazetesinde bir köşe ya da herhangi bir iş. Arkadaşı Süleyman’a iş vermekten çekiniyordu. İlerde boşalır belki, şu anda sana göre bir iş yok, diye onu oyalıyordu. Aslında ona iş vermek değil, onu bir daha görmek bile istemiyordu.

Süleyman buradan da eli boş çaresizlik içinde geri döndü. Yolda yürürken sanki herkes onun cebinde parası olmadığını biliyormuş gibi bir hisse kapıldı. Bir çekingenlik ve içe kapanış hisseder kendinde. Bütün insanların ona acıyarak baktığını düşündü.

Sokaklar

O günden sonra sokak sokak dolaşıp iş aramaya başladı. Sokaklarda türlü türlü insanları gördü. Bağıra bağıra gazete satanlar, elindeki leke çıkarıcıyı, insanlara satmaya çalışan hırpani kılıklı tipler… Nasıl da yolunu bulmuştu herkes. Aç kalan yoktu. Aç kalan bizleriz, diye düşündü. Bir çevrenin dar çemberi içinde kapanıp kalanlar. Çemberi kırıp öteye geçebilirsen, mesele yok, diye düşündü.

Kalabalığın arasında yürüyüp gidiyordu. Düşündü, dışarıdan bakınca herkes gibi bir insan; elbiseler, deriler, etler hep aynıydı. Beni onlardan ayıran neydi? Diye düşündü. Bütün bu düşünceler içinde birçok sokağa girip çıkıyordu. Artık bütün sokakları ezbere biliyordu. Etyemez, Kuşdili, Sarıgüzel, Kabataş, Acıbadem, Kuruçeşme… Sokaklardaki iş ilanlarına bakıyordu ama yine bir sonuç alamadı.

Gazetelerdeki iş ilanlarına bakmaya devam ediyor ama kendine uygun bir iş bulamıyordu. İlanları inceliyor: Ortak aranıyor; kısa zamanda verimli hale gelebilecek çok kârlı bir iş için 50.000 lira sermaye koyacak ortak aranıyor.

Bayan aranıyor; bekar, aydın bir erkeğin evini yönetmek için görgülü, anlayışlı, genç bayan. Ölünceye kadar hayatı garanti altına alınacaktır, diye belirtip adres veriliyordu. Süleyman bu ilanla dalga geçeti. “Vay çapkın! Büyük devletler gibi garanti veriyor. Amerika mısın be birader,” dedi.

Memur alınacak, büro ve hesap işlerinden anlayan tecrübeli memur. Süleyman’ın bu konularda hiçbir bilgisi yoktu. Ticaret mektubu yazmayı bilir misin? Bilmem. Hesap defteri tutmayı bilir misin? Bilmem…

Bütün bunları düşününce, daha baştan yanlış adım attığını işe yaramaz bir meslek seçtiğini düşündü.

Reklam Bürosu

Yine bir gün gazeteyi karıştırırken bir reklam şirketinin ilanını gördü. Müdürle görüşüp anlaştı ve işe başladı. İlk olarak kendisinden Yuva Bankası, tıraş sabunu ve ayak temizleme tozunun ilanlarını hazırlaması istendi. Yuva Bankası ilanı:

Yuva Bankası, Yuva Bankası

Her 150 liraya bir kura numarası

10 Temmuz çekilişinde hepiniz

Bir yuva sahibi olabilirsiniz.

Müdür bu örneği çok beğendi. Bu iş için kendisinin çok uygun biri olduğunu söyledi. İlk defa bir yazsı beğenildiği için Süleyman da mutlu oldu. Ama işe başladığının beşinci günü masasında işten ayrılmasını bildiren bir mektup buldu. Muhasebeye yönlendirildi. Müdüre ulaşmak istedi ama müdür hasta olduğunu söyleterek onunla görüşmek istemedi.

Küçük Sanatlar

Süleyman akşam eve geldiğinde Halil’in bir mektubunu buldu. Halil ona iş bulduğunu söyler. Eski sınıf arkadaşı Veysel şube müdürü olmuş ve İstanbul’a gelirken bir ek görev almış, küçük sanatla ilgilenmesi gerekiyormuş. Bu iş onu önerdiğini ve Veysel’in de kabul ettiğini belirtti. Süleyman Veysel ile karşılaşınca, onu baştan aşağı süzdü. Veysel oldukça şık ve zengindi. İş hakkında konuştular. Ücret konusunda, Veysel ona kardeş payı olmasını önerdi. On lira gündelik verildiğini ve bunu yarı yarıya bölüşmelerini önerdi. Aslında Veysel yirmi lira almaktaydı. Ama her doğru her yerde söylenecek, diye bir şey yok, diye düşündü.

İlk olarak Çarşıkapı’da Yolgeçen Hanı’na giderler. Bu oldukça eski nerdeyse yıkılacak bir yapıydı. Merdivenlerde, koridorlarda süprüntüler, paçavralar, kavun karpuz kabukları… Burası bir kundura atölyesiymiş. İşçilerden on dört-on beş yaşında bir çocuk elindeki cam parçasıyla kunduranın altını kazıyor. Çocuğun üzerinden terler boşalıyor. Köşede tezgahta çalışan kalfa elli beş yaşında, adı Hasan. Kırk yıldır bu işi yaptığını, günde on dört-on beş saat çalıştığını söyledi. O da iş zamanlarında. İş olunca öğle yemeği yerken bile çalıştığını söyledi. Yemek olarak ise iki poğaça yediğini, yemek yerse, aç kalacağını söyledi. Başka biri anlatır. Evli ve iki çocuk babası, karısı on yıldır hasta. Elli yaşında bir adam. Çamaşırları bile kendisinin yıkadığını, kaynanasının yanında bir odada oturduklarını ve karısı hasta olamasa kaynanasının onları evden atacağını söyledi.

Süleyman ve Veysel başka bir odaya girdiler. Kesici kalfası anlattı. Sekiz yaşında işe girdim, şimdi kırk yaşındayım. Sabah yediden akşam on ikiye kadar çalışırım. Edirne kapısı dışında oturuyorum, ölünce mezara çabuk gideyim, diye dedi.  Tahta bir kulübede oturduğunu, kulübeyi yaksan bir kilo patlıcanı tava yapmayacağını, söyledi.

Veysel anlatır: İşte böyle. Vergiden kurtulmak için atölyeler bölündüğünde çalışma yerlerinin sağlık koşulları da kötüleşiyor, dedi.

Handan çıkarlar ve Cibali’de bir cam eşya fabrikasına giderler. Burada sürahi, bardak, kadeh gibi şeyler yapılıyor. 24 saatte üç vardiya ve her vardiyada 16 kişi çalışmaktadır. İşçilerin yarısı çocuk, en yaşlıları 12 yaşındadır. Çoğu okula gitmemiş büyük işçiler 350, çocuklar ise gündelik 100-150 kuruş almaktadır. Süleyman çocukların çalışıyor olmasına çok şaşırır. İş yeri sahibi, çocukların ailelerinin yalvararak işe verdiklerini söyler. Bizde olmasak aç kalacaklar, der. Hükümet işçilerin daha iyi olmasını isterse, ithalatı keser, fabrikatör de daha iyi kazanır ve işçiler daha çok verir, der. Bizi batıran muamele vergisi ve ithalat, der.

O gece Süleyman türlü türlü rüyalar görür. O insanların hali bir türlü gözünün önünden gitmez, kan ter içinde uyanır. Kayseri’deyken yardım kolunda çalıştığı dönemde de birçok insan görmüştü ama o zaman en azından onlara yardım edebiliyordu.

Ertesi sabah Veysel ile görüştüğünde bakanlıktan gelen emirle anketten vazgeçildiğini öğrenir. Süleyman’ın yeni iş umudu da kaybolmuştur.

Açlık

Süleyman’ın aklına ağustos böceği ile karıncanın hikayesi gelir. Sanki bir karınca ülkesinde yaşıyordu. Nereye gitse kapılar kapanıyordu. Sonra bir karınca çıkıp “yazın çalan kışın oynar” diyordu sanki ona. Sonraki her pencereden aynı sesler geliyordu. Hepsi aynı şeyi söylüyordu.

Süleyman kafasındaki düşüncelerden bir türlü kurtulamıyordu. Artık ev masrafı için annesine verecek parası da kalmamıştı. Annesi uyurken sessizce daha hava aydınlamadan evden çıktı gitti. Sokaklar bomboş ilerliyordu. Zaman geçtikçe caddeler dolmaya başladı. Herkesin bir amacı, gideceği bir yer vardı ama onun yoktu. Bir parka oturup etrafı izlemeye başladı. Zaman ilerledikçe açlığı artıyordu. Kendini oyalayacak bir şeyler aradı. Sıcağın altında açlık çekilmiyordu. Beyazıt kitaplığı geldi aklına. Şimdi orası sakindir, diye düşündü. Aklından açlığa kaç gün dayanabilirim düşüncesi geçiyordu. Çünkü bakanlık emri aylığına daha bir hafta vardı. Kitaplıktan bir kitap aldı ve aradığı bilgiyi buldu. Açlıkta insan kendi vücudundan geçinirdi. Önce glikojen kaynakları, yağlar, proteinler harcanır. Aç ve susuz insan bir haftadan çok yaşayamaz. Yeterli su alan kişi 300-400 gram kaybeder ilk gün. Daha sonraki günler bir kiloya yükselir. Son günler adaleler, kemikler bile erimeye başlar. Vücut ağırlığının %30-40’ını kaybeder. Ruhsal bozukluklar başlar ve kişi kendini kaybeder.

Süleyman kendince, yakayı kurtardık, diye düşündü. Susuz kalmazsak, bir haftayı atlatırız, dedi. Gece yarısına doğru annesi uyuyunca eve döndü.

Ertesi sabah yine annesine görünmeden evden çıktı. Ferhat’ın yazıhanesine gitti. Davadan haber var mı? Diye sordu. Davadan bir haber olmadığını öğrenince Ferhat’tan iş istedi. Ferhat ona yalancı şahitlik teklif etti. Süleyman kabul etmedi. İkinci gün açlığı daha da arttı. Midesine krizler girmeye başladı. Az enerji harcayıp zamanını geçirmesi gerektiğini düşündü. Bu düşünceler içinde ilerlerken kendini kitapçılar çarşısında buldu. Dükkanlardan birinin camında, eski kitaplar alınır, diye bir yazı gördü. Dükkan sahibi ile görüşüp evdeki iki sandık kitabı için pazarlık etti. Kitapların karşılığında on lira aldı ve bu parayı hemen annesine uzattı yemeklik alması için. Yemeğini yedikten sonra kendini çok mutlu hissetti ve kendi kendine şarkılar söylemeye başladı. Yemekten sonra dışarı çıktı. Haydar’a telefon etti. Haydar iş için bir gazeteyle görüştüğünü anlattı.

Gazete

Gazete’nin sahibi Ali Rıza Bey ile Süleyman tanışıp anlaştılar. Süleyman gazetede tashihçilik yapacaktır. Ali Rıza Bey, bizim gazete aile yuvası gibidir, memurlarımı oğullarım sayarım, sıkışırsanız ben sizin işinize bakarım, siz de benim işime bakarsınız, geçinir gideriz, dedi. Memurlarına aylık değil, aydan aya harçlık veririm, bir babanın çocuklarına verdiği gibi dedi. Ayda 50 liraya anlaştılar. (Diğer gazeteler memurlarına 150 lira vermekteydiler.) Burada muhabirler, getirdikleri haber için satır başına bir kuruş alırlardı. Bir süre sonra muhabirler ve muhasebe arasında sorunlar yaşandı. Hesaplar birbirini tutmadı. Ali Rıza Bey’e gittiler. O da satırları hesaplayıp gereğinden fazla cümle kurduklarını söyleyerek kendince bir hesap yaptı.

Ertesi ay Süleyman ilk aylığını almak için gitti. Ali Rıza Bey onun eline bir liste verip dükkanlarının kiralarını toplamasını istedi. Bazı dükkan çalışanları kiralarını veremedi. Ali Rıza Bey bunu duyunca Süleyman’a, kendisini acındırması gerektiğini, eğer sizlerden almazsam ben de aylığımı alamam, diye onlarla konuşması gerektiğini anlattı. Süleyman bu sözlerin üzerine Ali Rıza Bey’in ne kadar acımasız ve bencil bir insan olduğunu düşündü. Oradan ayrılmak istedi ama çalışmak zorunda olduğu için bunu yapamadı.

Ayın on ikisi geldiğinde çalışanlara bir mektup geldi. Gazete zor durumda olduğu için aylıklarından bir miktar gazete için verilmesi istendi. Ali Rıza Bey verilen bu miktarların aynı zamanda dostluklarının da bir göstergesi olduğunu belirtti. Üç gün sonra Ali Rıza Bey çalışanlara bir mektup daha gönderdi. Haksızlık olmaması adına hepsinin maaşından gazete için on lira keseceğini bildirdi. Bunun üzerine Süleyman sinirlenip, kendisiyle görüşmeye gitti. Ali Rıza Bey başta her zamanki gibi babacan bir tavırla yaklaştı. Daha sonra Süleyman’a çalışmak istemezse, başka gazetelere gidebileceğini söyledi ve neden diğer gazetelerin onu neden işe almak istemediklerini hatırlattı. Hatta sivil bir polisin gelip onu sorduğunu söyledi. Sonra tekrar babacan bir tavra bürünüp, bunların kendisi için bir sorun olmadığını, bir aile olduklarını anlattı.

Kenan

Kenan evlenmek üzeredir ve evlenmeden önce arkadaşlarıyla Beyaz Güvercin’de buluştular. Kenan evleneceği kişiyi hiç tanımadığını ve sırf babalarının ekonomik çıkarları için kızla evleneceğini, kızı bir kez gördüğünü, onun hakkında bildiği tek şeyin oldukça zengin birinin kızı olduğunu anlattı. Kenan evliliği için oldukça endişeliydi. İlk defa namuslu bir kızla olacağı için ona nasıl yaklaşırım, ben onunla ne yaparım, diye düşündü. O gece bütün arkadaşlar, Kenan’ın evliliği üzerine konuşup eğlendiler ve ertesi gün düğün yerinde buluştular. Düğün kızın kaldığı yalıda yapılmaktaydı. Kenan’ın evleneceği kız otuz yaşlarında, kalın kemikli, hafiften tümsek burunlu, dik başlı bir kızdı. Süleyman kızı görünce Kenan’a hak verdi. Çünkü kıza bakınca güzel mi, çirkin mi ne olduğu anlaşılamamaktaydı. Ama oldukça zengin bir kızdı.

Süleyman hava almak için rıhtıma çıktı ve o arada arkadaşı Kenan üvey baldızı Leyla ile Süleyman’ın yanına geldi. Leyla ile Süleyman tanıştılar. Leyla resimle, Süleyman edebiyatla uğraştığı için ikisi çok iyi anlaştılar. Leyla profesyonel değildi ama bir resim atölyesi vardı. O gece Leyla ve Süleyman atölyede buluşmak üzere anlaşıp ayrıldılar.

Mutluluk Denen Şey

Ertesi gün Leyla ve Süleyman atölyede buluştular. Leyla’nın resimleri üzerine konuştular. Süleyman ona kendi çizgisini oluşturması gerektiğini, başkalarını takip etmenin ona bir fayda sağlamayacağını, resimlerinde kendisini araması gerektiğini söyledi. O gün Leyla’nın geçirdiği gelişim aşamalarını inceleyebilmek amacıyla Leyla’nın resimlerini sırayla duvara astılar.

Süleyman’ın verdiği bu öneriler üzerine, Leyla işe onun resmini çizmekle başlamak istediğini söyledi. Süleyman bu öneriyi kabul etti ve Leyla Süleyman’ı daha yakından tanımak için ona sorular sordu. Süleyman açıkça hiç çekinmeden nerede yaşadığını, durumunun kötü olduğunu, kendi gururunu da ezdirmeden anlattı.

Bundan sonraki günler Leyla ve Süleyman daha sık görüşmeye başladılar. Artık ikisi de birbirini düşünmeden edemez oldular. Ama Süleyman Leyla’yı sevmeye hakkı olmadığını, Onun Vasfı Paşa’nın torunu, Servet Bey’in kızı olduğunu, Leyla’nın bir şapkasının kendisinin iki aylık ekmek parası olduğunu, düşündü. Oysaki kendisi bakanlık emrine alınmış bir öğretmendi. Onun Leyla’yı sevmeye hakkı yoktu.

Görüşmeler sıklaştıkça ikisi de birbirine aşık olmaya başlamışlardı. Ama ikisi de ayrı dünyaların insanlarıydı. Leyla da düşünüyordu o adsız bir ailenin çocuğu, Aksaray’da tahta bir evde yaşayan bir ayakkabıcının oğlu, oysa kendisi soyu sopu belli Vasfı Paşa’nın torunuydu. İnsanlara Süleyman’ı ne diye tanıtırım, diye düşündü. Keşke bu aşk acısı için de bir ilaç olsaydı, dedi kendi kendine. Bu arada Leyla’nın babası arkadaşının mimar oğluyla evlendirmeyi istiyordu.

Süleyman artık duygularını bastıramamaktan korktuğu için Leyla ile görüşmeme kararı aldı. Bir daha Leyla’nın atölyesine uğramayacaktı, Onu düşünmeyecekti bile. Leyla da bu arada tabloyu bitirmiş, Süleyman’ın gelmesini bekliyordu. Ama nafile. Leyla bir kaç kez Süleyman’ın çalıştığı gazeteyi aradı. Süleyman her defasında yok dedirtiyordu. Süleyman Leyla’yı çok seviyordu ama bu duygusuna karşı koymalıydı. Leyla dayanamayarak bir gün Süleyman’ın çalıştığı gazeteye gitti. Benden niçin kaçıyorsun, diye sordu. Süleyman birden karşısında Leyla’yı görünce sevinç ve telaş içinde kalbi atmaya başladı. İkisi birlikte Leyla’nın resmine bakmak için atölyeye gittiler. Akşam Süleyman eve döndü. Süleyman’ın annesi oğlundaki değişiklikleri fark etti ama bir anlam veremedi. Süleyman bir gün eve geldiğinde annesini yatakta buldu. Doktor çağırdı ve şiddetli sarılık olduğu anlaşıldı ve hastaneye kaldırırlar. Süleyman artık zamanını üçe bölüyordu. Gece evde yatıyor, sabah gazeteye gidiyor, saat 10’dan sonra da hastanede kalıyordu. Annesi her gün biraz daha eriyordu. Bu düşünceyle bir anda irkildi. O ölürse ne yapardı. Eğer ölürse büyük bir masraf çıkacaktı. Kefen, cenaze arabası, mezar hepsi ayrı ayrı masraftı. Bu düşünceler içinde boğuluyordu. Acaba annesinin ölmemesini masraftan dolay mı istemiyordu?

Bir gün annesini sormak için hastaneyi aradığında, korktuğu başına gelmişti. Annesi ölmüştü. Cenaze için para lazımdı. Ferhat’ı aradı ve para istedi. Bu durum onu çok üzmüştü. Annesinin mezarını bile başkasının parasıyla almıştı. Cenazeden eve gelince yabancı bir eve gelmiş gibi hissetti kendini. Eşyaların çoğu annesinin ölümüyle beraber anlamını yitirmişti. Emektar dikiş makinesi, dikiş kutusu, mutfaktaki tabak, çanak her şey annesinin ölümüyle beraber anlamını yitirmişti.

Servet Bey’in Öfkesi

Leyla’nın Servet Bey eski devrin yaşam tarzını sürdürmeye çalışan biriydi. Eşine adıyla değilhanım diye seslenir, kimseyle senli-benli olmayan hizmetçilere bile, siz diye hitap eden bir kişiydi.

Gün akşam yemeğinden sonra babası Leyla’ya dönüp mimarı mı, mühendisi mi istediğini sordu. Mimarın dedesinin eski paşalardan olduğunu, ailenin dengi olduğunu, mühendisin babasının eski bakan olduğunu, kendisinin krom işletmesiyle ilgilendiğini, bu noktayı iyi düşünmesi gerektiğini, söyledi. Leyla sinirlenip, kendi çıkarları için onu kullandığını, onların dışında bir tercihi olduğunu, Süleyman’ı sevdiğini, söyledi. Babası Onun kim olduğunu, kimlerden olduğunu duyduğu zaman aldığı cevap karşısında küplere bindi. Süleyman’ın kendisine denk olmadığını anlattı. Kızının ısrarı karşısında Süleyman’ı İstanbul’dan uzaklaştırmak istedi. Babası Süleyman’ın Kemal’in arkadaşı olduğunu ve işsiz olduğunu öğrendi. Kenan aracılığıyla Süleyman’a bir teklif gönderdi.  Süleyman’ı Hayat Bankası’nın Erzurum şubesine göndermek istedi. Ona ömründe bir arada göremeyeceği miktarda para teklif etti. Süleyman başta işi dalgaya alıp Kenan’ı işletti. Kenan ısrarlarına devam edince Süleyman iyice sinirlendi. Teklifi kabul etmeyeceğini belirtti. Kenan bu sefer de miktarı arttırınca iyice sinirlendi ve Kenan’ın burnuna yumruk attı.

Servet Bey’in Mirası

Servet Bey olanları duyunca deliye döndü. Nasıl olur da bir dilenci bu şekilde davranabilir, benim kızımın gönlünü çalabilir diye. Kızına Süleyman’dan vazgeçmezse mirastan mahrum bırakacağını söyledi. Leyla bunları duyunca şok oldu. Süleyman’ı düşündü. Asalet desen asalet yok, para desen para yok nasıl yaşarım ben onunla diye düşündü. Alıştığı hayatı nasıl terk ederdi. O tahta eve gelip gidip ne yapardı? Çamaşır, bulaşık her şeyi kendisi yapacaktı.

Leyla’nın ablası mirastan men edilme konusunu duyunca Leyla’nın yanına gidip Ona Süleyman’ı övmeye başladı. Onun çok iyi biri olduğunu, Onunla evlenmesi gerektiğini, babasının bu konuda haksızlık ettiğini söyledi. Leyla bunun üzerine ablasına benim yanımdaysan sorun yok. Benim malım senin üzerine geçer, senet yaparız daha sonra ben alırım, dedi. Ablası bundan pek hoşlanmadı. Leyla ablasının gerçek niyetini anlayınca Onu odasından kovdu.

Bu arada Süleyman’ın mahkemesi sonuçlandı ve öğretmenliğe geri dönebileceği belirtildi. Süleyman çok sevindi. Bu haberi duyunca geçmişte yaşadığı eski, kötü günleri hatırladı. Onların geride kaldığını düşündü. Bu arada Leyla’dan haber alamadığı için çok üzüldü. İşe alındığı haberini alınca, Leyla’nın yanına gitti ve mutluluğunu onunla paylaşmak istedi. Onunla evlenmek istediğini söyledi. Leyla bunun üzerine düşünmeye başladı. Aşkı ve zengin yaşamı arasında bir karar vermelidir. Babasının sözleri ve yaşayacağı yaşam aklına geldi. Süleyman bunları sezdi ve hayal kırıklığına uğradı. Leyla işi zamana bırakmak istedi. Yani babasının ölümünü beklemeyi düşündü. Süleyman iyice sinirlendi ve ya bugün ya hiçbir zaman, dedi. Cevap alamayınca kapıyı çekip gitti...                                                                                                         

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..