Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mart '12

 
Kategori
Tarih
 

Karnı açlardan çok, kafası açlara acırım

 “Karnı açlardan çok, kafası açlara acırım.”demiş bir bilge. Al benden de o kadar!..

On sekiz yıldır,  her hafta, bir makalem yayımlanır;  bir taşra gazetesinde.

Şubat'ın son haftasındaki makalemin başlığı “Tonguç'un Bir Emri, Öğretmen-Öğrenci, Subay-Asker Üzerine Düşünceler ve Bir Öneri” idi.

Söyleyeceklerimin iyi anlaşılması için, o yazıyı kısaca bir özetleyivereyim:

Bir ay kadar önce, bir ziyaretçim vardı; Eskişehir’den. Matematik ÖğretmeniAhmet Kardaş...

Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Okulu mezunu... 1960'lı yılların ilk yarısında, öğrencim olmuştu üç yıl.

İstanbul'da çalışan oğlunu ziyarete gelince,  beni de arayıp bulmuş.  Hoşbeşten sonra:

“Dicle'de haksız olarak yediğim bir tokat var ki, 48 yıldır unutamadım onu hocam.” diye başladı anlatmaya.

Çalışkan ve başarılı bir öğrenci olduğu için Erganili tarih öğretmeni, gündüzlü okuyan kar-deşi Ali'yi fen derslerine çalıştırmasını ister Ahmet’ten. O da iki yıl boyunca Ali'yi cebir, geometri, fizik ve kimya derslerine çalıştırır ve onun sınıf geçmesini sağlar. Bu hizmeti için, en küçük bir ücret ödenmediği gibi, bir teşekkür bile edilmez.

Artık son sınıftadır. Üç ay sonra “öğretmen” olarak mezun olacaktır. Bir akşam etüdünde, sessizce dersine çalışırken, bir ara ayağa kalkar. Bu sırada, “tarih hocası” girer içeriye. Doğruca gelip, “Sen niçin ayaktasın?” diyerek cevabını beklemeden, okkalı bir şamar atarak çıkıp gider.

Ahmet Kardaş, aynı okulda öğrenciyken, “Öğretmenler Kurulu”nun kararına rağmen “Yük-sek Öğretmen Okulu”na gitme hakkının nasıl gasp edildiğini de anlattıktan sonra, M.E. B. İlköğ-retim Genel Md. İsmail Hakkı Tonguç'un 1942'de “Köy Enstitüleri”ne gönderdiği bir genelgeden söz etmiştim.

Üç maddesi şuydu o genelgenin:

            * Öğrenciler, kesinlikle öğretmenlerin kişisel işlerinde çalıştırılmayacaktır.

            * Öğrencilere dayak atılmayacak, vurulmayacak, hakaret edilmeyecek; disiplin yönetmeliğinde yazılı olmayan hiçbir ceza verilmeyecektir.

*  Bu genelge öğretmenler kurulunda okunacak, her öğretmene imzalattırılacak, ayrıca her öğrenciye yazdırılacaktır.”

Yetmiş yıl önce, okullara böyle bir genelge gönderen“Genel Müdür”e nasıl saygı duymaz, nasıl hayran olmazsınız siz! Ve:

“1960’lı yılların başında, Öğretmen Okulları Genel Müdürü, buna benzer bir genelge gön-derseydi okullara, Erganili tarih öğretmeni o tokadı atabilir miydi Ahmet Kardaş’a? Ve bu öğren-cinin bileğinin hakkıyla kazandığı “Yüksek Öğretmen Okulu”na gitme hakkı gasp edebilir miydi?” diye sormuş ve şöyle bir önerim olmuştu:

“Diyorum ki, anaokulundan üniversiteye kadar, her okulda, öğrencinin haklarını koruyan ve savunan bir makam, bir yetkili bulunmalı mutlaka.

“Ve bir de askerde…

“Evet,  mutlaka her askerî birlikte, her kışlada erlerimizin, onbaşı ve çavuşlarımızın da hak-larını koruyan ve savunan bir yetkili olmalı.”

“Rütbelerinin gücüne güvenen kimi subay ve astsubayların, memleketlerinden ve ailelerin-den uzakta vatanî görevlerini yapan gençlere yasa ve yönetmenliklere aykırı olarak nasıl işkence ettiklerini bilmeyen var mı? (Ceza olarak askerin eline pimi çekilmiş el bombası veren Teğmeni ne çabuk unuttunuz?  Ya soğuk makarna servisi yaptı diye tekme ile askerin ayağını kıran Albayı?.. Su yüzüne çıkan bunlar. Ya çıkmayanlar!..) 

“Keşke Tonguç gibi düşünen bir ordu komutanı, bir Genelkurmay Başkanı ya da bir Millî Savunma Bakanı çıksaydı da, bütün birliklere şöyle bir emir gönderseydi:

“ Askere hiç kimse onur kırıcı söz söyleyemez; hakaret edemez, küfredemez.

“Askeri dövmek, itip kakmak, onlarla elle ya da başka bir araçla vurmak kesinlikle yasaktır. Ve zaten bu, yasalarımıza göre de suçtur.

“Emre uymayanların rütbeleri ne olursa olsun,  gözünün yaşına bakılmayacaktır.

“Bu emrin bir sureti her subay, astsubay ve askerin cebinde mutlaka bulundurulacaktır.”

Ve bu yazı şöyle sona eriyordu:

“Tezkeresini alan her askerin, sevincinden şapkasını havaya atarak değil, komutanlarına olan sevgi ve saygısından dolayı ağlayarak ayrılmasını isterdim kışlasından.

“Ve askerlikte geçen günlerinden, komutanlarından sevgiyle, saygıyla ve gururla söz etmesini…”

Yazının yayımlandığı günün ertesinde, her türlü zorluğa göğüs gererek gazetesini 50 yıldır çıkaran dostum aradı telefonla:

“- Hüseyin Bey, ne yaptın sen öyle”

“-Ne yapmışım ki dostum?”

“-Son gönderdiğin yazıyı, okuma fırsatı bulamamıştım; bizim çocuklar da aynen basmışlar.”

“-Evet… Bir hata mı yapmışım yoksa?”

“-Hem de nasıl, hem de nasıl!..”

“-Nedir hatam?”

“-Bu sabah, ‘karargâh’tan aramışlar. Paşa, “Gazeteden bir yetkili gelsin!”diye emir vermiş. Dün yayımlanınca okumuştum yazını, hemen anladım; “ Paşa”nın niçin rahatsız olduğunu. Keşke hiç dokunmasaydın “asker”e!”

Devamını yazmama gerek var mı?

28 Şubat’ın bittiğini söyleyenlere inanmayın sakın. Sözü edilen yazı 27 Şubat’ta yayımlandı; bu telefon görüşmesi de 28 Şubat’ta yapıldı.

“Paşa”mız, gazeteci dostumu: “ Seni çok özledim, gel bir kahve içelim.” diye çağırmıyor herhalde.

Siz söyleyin şimdi Allah aşkına:

 “Karnı açlardan çok,  kafası açlara acırım.” diyen bilge haksız mı?

Ve ben “28 Şubat bitmedi henüz!” derken, haksız mıyım?

Ne dersiniz!..

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..