Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Kasım '10

 
Kategori
Öykü
 

Karşı öykü

Karşı öykü
 

Gittiğim kitapçıda eski kitapları karıştırırken, o yığının arasına karışmış bir el yazması elime geçti. İlk sayfalarına şöyle bir göz atınca bunun bir anı-öykü olduğunu anladım. Böyle bir şeye para vermeye pek niyetim olmadığından, kitapçıya sezdirmeden defteri pardesümün cebine tıktım ve yavaşça oradan sıvıştım. Anlatacağım öykü, satırına dokunmadan aktaracağım, işte bu defterde yazılanlardır:

"Dostum Cuanreva bana bu öyküyü anlattığında, hayalgücünü biraz fazla çalıştırdığını, olanların kötü bir tesadüf olduğunu düşünmüştüm; ancak bir bıçakla kalbinden vurulmuş bir şekilde ölü bulunduğunu duyunca, anlattığı öyküyü kaleme almaya karar verdim. Olayları tamamen onun ağzından anlatarak hiç bir yorumda bulunmuyorum. Doğrusu, dostumun garip ölümü ve anlattıkları beynimi bulandırdı.

“ Onları bir arada gördüğümüzde, ayırt etmemize imkan yoktu; tedirgin edici bir benzerlikleri vardı. Bazen bizi diğeri olduklarına inandırırlar, hangisinin Quato, hangisinin Marok olduğuna karar vermediğimizi gördükçe kasıklarını çatlatırcasına gülerler ve bundan büyük bir haz alırlardı.

Onların yanında garip bir başdönmesine kapılır, bir ilahi labirentin çıkışsız yollarında kaybolmuş bir şaşkının ürkek paniğini yaşardık.

Birbirlerinden hiç ayrılmazlardı. Pek kavgacı da sayılmazlardı ama fazla içtiklerinde biraz huysuz olurlar, bizimle dalaşırlardı. Sanırım o muazzam benzerlikleriydi, sarhoş olduklarında ortaya çıkan bu huzursuzluğun nedeni; tam olarak kendisi olamıyordu ikisi de.

Birbirlerine baktıkça, insanın bir ayna karşısında duyduğu o soğuk, yapışkan boşluğu ve aykırılığı hissediyorlardı. Derken, onların eskisi gibi sürekli beraber oldukları günlerin azalmasına neden olan o kaçınılmaz şey oldu: Köyün dilberi Sulera’ya abayı yakmıştı Quato; onun peşinde dolaşıyor, tuttuğu balıklardan yolluyor, odunlarını yarıyordu.

Sulera’nın bu ilgiyi karşılıksız bırakması beklenemezdi. Quato –ve Marok tabii ki- bir kızın ilgisiz kalamayacağı kadar yakışıklıydı ve kaynamaya başlayan kanı onu deli dolu yapmıştı.

Günler peş peşe yuvarlandı ve düğün günü geldi çattı. Balıklar yenildi, şaraplar içildi herkes küfelik olana dek. O geceden hayal meyal anımsadığım tek şey, Marok’un hiç içmediğiydi. Sulera kırmızı elbisesi içinde bir ceylan kadar güzeldi.

Konuklar sızmaya başladığında, onlara hazırlanan odaya çıktılar. Birkaç hafta Quatro ortalarda görünmedi. Marok ise her zamanki neşesini yitirmiş gibiydi. Bu evliliğin bize bir yararı olmuştu; artık Quato ile Marok’u rahatlıkla ayırt edebiliyorduk. Quato neşeliydi Marok ise değil.

Quato ile Sulera’nın evliliği de sıradanlaştığında kış bastırmış, hava karardığında kadınlar evlerine çekilip balığa çıkan erkeklerinin kazasız belasız geri dönmeleri için dua eder olmuşlardı. Quato ile Marok her zamanki gibi balığa birlikte çıkıyorlar ve en fazla balıkla dönüyorlardı.

O soğuk akşamlarda Marok’u başıboş, ayaza aldırmadan dolaşır görenler ilkin bunun yadırgamışlardı; günler ilerledikçe de artık pek fark etmez oldular. Ancak çok dikkatli inceleyen biri, ondaki, karmaşık planlar yapan birinin düşünceli halini sezebilirdi.

Günler takvim yapraklarından bir bir devrilirken, kış da acımasızlığını arttırmaya başlamıştı. Birer ikişer eksiliyordu balığa çıkma cesaretini gösterenler. O kahredici gecedeyse hiç kimsenin buna cesaret edeceğini sanmıyorduk; yanılmışız. Marok, ne olursa olsun balığa çıkacağını, gerekirse kudurmuş dalgalarla çılgınca alay edebileceğini ve ölümle bu muhteşem oyununa katılmak isteyen olursa onu geri çevirmeyeceğini söyledi. Doğrusu biz evli adamlardık ve çılgınca bir oyun için hayatımızı tehlikeye atamazdık. Marok gençti, cesurdu ve eski haline kavuşmuş, bizimle alay ediyordu. Quato’ya baktım, gözleri gölgelenmişti; kardeşinin sözleriyle sanki bir uykudan sıyrılıp uyanmış, içindeki coşku ve heyecan pınarı yeniden çağlamıştı. “Haydi” dedi, “vakit geçirmeden açılsak iyi olur, balıklar beklemez.”

Gitmelerinin üzerinden saatler geçti, onlar daha dönmemişti. Gök ve deniz, azgınlıkta yarışırcasına kudurmuştu. Doğrusunu söylemek gerekirse hem endişeleniyor, hem de yürekten alkışlıyorduk onları, kabuklaşmış yaralarımızın sancısını duyarak.

İlkin gök yoruldu, sabaha karşı da deniz. Göz alabildiğini uzanan ıssızlığında onları aradı gözlerimiz, boşuna. O gün ve daha ertesi gün hep onları bekledik. En cesurumuz Sulera’ydı. Soğukkanlı ve heyecansız. Günler birer birer geçiyordu. Yedinci günün gecesi, onları bulamayacağımızı sandığımız bir anda sandalı gördük denizde...ve bekledik...

Biri dönmüştü. Hepimiz heyecan ve merakla kıyıya üşüştük. Dönen hangisiyse çok kötü durumdaydı. O gece ve ondan sonraki gecelerde görünmez dalgalarla boğuşarak sayıkladı durdu. Merakla bekliyorduk, acaba dönen hangisiydi?

Kendine geldiği zaman olanları anlattı. Dalgalarla boğuşurken Marok denize düşmüş ve dalgalara kapılıp gözden kaybolmuş. Quato onu çok aramış ama bulamamış. Bense onun Marok olduğuna inanıyordum ancak bunun kimseye söyleyemiyordum, çünkü benimki sadece bir varsayımdı.

Aradan bir süre geçtikten sonra bu olay tamamen unutulmuştu. Fakat ben bir türlü unutamıyordum. Tanrım...Dönen hangisiydi?”

Cuanreva’nın anlattıkları aşağı yukarı bu kadardı. Onun öldürülmesinden sonra benim de aklım bu konuya takıldı. Cuanreva’yı kim öldürdüyse onu susturmak için öldürmüş olabilir mi? Bu konuyu aydınlığa kavuşturmak için en kısa zamanda onun köyüne gideceğim.

Yazıların bundan sonraki bölümleri biraz acele, ya da ne bileyim, heyecanla yazılmış olsa gerek; biraz düzensiz ve bozuk. Ama okuyubildiğim kadarı ile şöyle devam ediyor:

Valegurd’a bugün vardım. İlk iş olarak kendime kalacak bir yer buldum ve kendimi, yolu köye düşmüş bir gezgin olarak tanıttım . Bir kaç gün köyde dolaştım. İnsanlarla havadan sudan sohbetler yaptım. Bu günlerin birinde konu Quato ile Marat’ın o talihsiz seferine geldi ve can kulağı ile dinledim bana olayı anlatan köylüyü; şöyle diyordu:

“ O korkunç fırtınadan günler sonra sandal birini geri getirdi bize. Bitap ve perişandı. Kendine gelmeye başladıktan sonra gözleri yaşlarla dolu olarak “kardeşi Marok’un ne yiğit bir insan olduğunu, kendisini böyle çılgınca bir yola çıkardığı için ne kadar pişman olduğunu söylediğini, bir kaç insan boyundaki dalgalarla nasıl boğuştuklarını, sığınacak emin bir yer bulmaya çabalarken bir dalganın Marok’u nasıl suya düşürdüğünü, onu kurtarmak için nasıl çabaladığını, acımasız koşulların buna engel olduğunu”, anlattı.

Bu hikaye garipti ama ona inanmalıydık; çünkü geriye bir tek o dönmüştü. Sulera dul kalmaktan kurtulmuştu. Ancak o günden sonra Sulera’yı daha az görür olduk sokaklarda; evinden pek çıkmaz oldu. Gülen yüzü soldu, sözcüklere karşı cimri oldu.”

Bana Quato’yu da tanıştırdılar. Sevimli ve yakışıklıydı; Marok’u hiç görmediğim için gerçekten tıpatıp birbirlerine benzeyip benzemediklerini bilmiyordum.

Günler günleri kovalıyor ve ben gizlice Quato’yu kolluyordum. Nereye giderse, gözlerim uzaktan onu takip ediyordu. Bir gün sanırım beklediğim an geldi; Quato yeni esvaplarla erkenden evden çıktı, etrafına bakındı ve hızlıca alaca karanlığın koynuna girdi.

Bu ana hazırlıklı idim; sessizce kaldığım evden süzülerek onun ardına düştüm. Birkaç fersah gerisinden bir gölge gibi onu izliyordum. Gün ağarmış ve güneşin tepeye ulaşmasına daha epey vardı ki, uzaktan bir köyün tüten bacalarının dumanlarını gördüm.

Quato yavaşlamıştı. Şimdi adımları ürkek ve kısaydı. Derken köye girdi. Artık onu bu halde izlemem tehlikeli olacaktı; çıkınımdan böyle durumlar için yanımda taşıdığım keşiş urbalarını çıkardım ve oracıkta giyindim. Başlığı da kafama geçirdim. Quato’nun beni bu kılıkla tanımayacağını umarak köyün sokaklarına süzüldüm.

Bir kaç saat geçmedi ki onları gördüm.....Quato ve tıpatıp ona benzeyen diğeri: Marok. Hararetli bir biçimde tartışıyorlardı bir evin kapısının önünde; ben yanlarından keşiş kıyafetleri içinde geçerken, seslerini alçalttılar. Evden epey uzaklaştıktan sonra arka taraflardan dolanarak bu kez evin arkasına geldim. Amacım onları duyabilmekti. Şöyle diyordu hangisi olduğunu kestiremediğim biri, diğerine: “ Bu sır benimle birlikte mezara gidecek. Bundan emin olabilirsin...”

Sonra köyden gelen (artık onun Marok olduğundan eminim) diğerine (yani Quato’ya) veda ederek oradan ayrıldı. Ben de bir kaç dakika orada bekledikten sonra evin ön tarafına dolandım. Amacım Quato’yu (gerçek Quato’yu) görmekti.

Hâlâ evin önündeydi. Şimdi yanında bir kadın ve bacaklarına sarılmış bir çocuk vardı. “ Hadi kızım Sulera, içeri girelim, dışarısı yeterince soğuk” diyerek kucağına aldığı küçük kızla içeri girerek gözden kayboldu.

Herşeyi anlamıştım; anlamıştım ama bir şey takılmıştı kafama:

Mezara gidecek olan sır hangisiydi acaba, ya da yalnızca bir tek sır mı vardı? Bu el yazması burada son buluyordu. Anlaşılan bay Quantar öğrendikleriyle yetinmişti. Ama benim de kafama takıldı şimdi:

Mezara gidecek olan sır hangisiydi acaba, ya da yalnızca bir tek sır mı vardı? Kimbilir belki de bay Quantar bu sorunun da cevabını bulmuştu...

Ama elimdeki el yazmasında bunun cevabı yoktu... Ne dersiniz; sizce de bir tek sır mı var?

 
Toplam blog
: 20
: 861
Kayıt tarihi
: 05.01.08
 
 

Doğayı ve üzerindekileri seven, az dostu çok arkadaşı olan, yaşamda acelesi olmayan, ..