Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Eylül '13

 
Kategori
Atletizm
 

Kaybetmeyi istemek

Avrupa’nın en batısı sayılabilecek Lizbon İstanbul’a 3245, Tokyo’ya 11.168 km uzaklıkta.

Moskova ile İstanbul arası 1.756km iken aynı şehrin Tokyo ile arasında 7.500 km var.

Cape Town’dan İstanbul 8.376, Tokyo 14.730 km.

New York da İstanbul’a Tokya’dan 2.800 km daha yakın.

Velhasıl Avustralya, Çin ve diğer birkaç ülke dışında İstanbul, Tokyo’ya oranla her ülkeye çok daha yakın mesafede; saat farkının az olması da cabası.     

Elbette yakınlık ve saat farkı bir şehre olimpiyat oyunlarını düzenleme yetkisi verilmesi için başta gelen ölçütler değil fakat bunlar önemli, zira değiştirilemez. Bir başka deyişle, olimpiyatlar için altyapı, organizasyon ve tesis gibi unsurlara sıkı bir çalışma sonucunda sahip olabilirsiniz ancak ülkelerin yerini kolay kolay değiştiremezsiniz.

Hâl böyleyken, üstüne üstlük altyapı ve tesis anlamında da İstanbul bu kadar önemli vaatlerde bulunmuşken seçmelerden bir kez daha eli boş dönmesinin ardından sorulması gereken bir soru var: neden? Fakat “neden vermediler?” değil “neden alamadık?”

Ben çocukken Bulgar bir hakem vardı. Bir milli maçta Rıdvan rakibi tarafından ceza sahasında düşürüldüğünde hepimiz penaltı beklerken penaltıyı vermediği gibi bir de Rıdvan’a sarı kart göstermişti. Şok olmuştuk ama şok kısa sürmiştü. Çünkü biliyorduk ki bizi kimse sevmiyor, Türk’ün de Türk’ten başka dostu yok.

Yaşım biraz daha liseye uygun seviyelere geldiğinde milli takım ile ilgili beklentimiz bir anda artmış hatta maç Türkiye’deyse rakipten bağımsız olarak “yeneriz” deme özgüvenine haiz olmuştuk; sonra da zaten dünya üçüncülüğü geldi. Sanırım o Bulgar hakem emekli olmuş veya düşmanlarımız bir anda bizim safımıza geçmişti!

Aslında olan şuydu: Türk milli takımı eskiden kötü, sonraları iyi oynamış; eskiden yenilmeyi sonra da kazanmayı hak etmişti. Velhasıl ortada düşman veya dost yoktu, hiç de olmamıştı.

Olimpiyatları da kimse kimseye vermiyor, siz alıyorsunuz. Ve eğer İstanbul’un bunca olumlu özelliğine karşın bu yetki hâlâ alınamıyorsa sadece şapka değil, bütün kıyafetleri öne alıp düşünmek gerek.

Belli ki Uluslararası Olimpiyat Komitesi, İstanbul’un, Türkiye’nin veya biz Türklerin bu işi kotaracağına yeterince inanmıyor.  Bu inanmamanın içinde futbolda son yıllarda yaşadığımız fiyaskolardan tutun, şehirdeki metro hattının Avrupa standartlarının kıyas kabul etmeyecek kadar gerisinde olmasına kadar yüzlerce etken var. Yapılması gereken de “siz bize verin biz en iyisini yapacağız” demek değil, “yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” diyebilmek. Tabi burada hiçbir şehrin olimpiyatları, hemen yarın dört dörtlük yapacak kapasite ile almadığını ve yatırımların çoğunun bu yetki alındıktan sonra hayata geçirildiğini unutmamak gerek. Velhasıl mevcut ve teminatlar arasında bir denge olmalı.

2020 adaylık maceramızın çok önemli bir başka boyutu daha var: kaybetmeyi istemek.

Olimpiyatların mihenk taşlarından biri olan maraton yarışının hikâyesini bilirsiniz. Efsaneye göre Yunan ordusunun kendinden kat be kat güçlü olan Pers ordusunu, Marathon savaşında yendiği haberini vermek için bir koşucu Marathon kentinden Atina’ya kadar (yaklaşık 44 km) hiç durmadan koşar ve hedefine ulaştığında yorgunluktan hayatını kaybeder. Bu nedenledir ki olimpiyat oyunlarında ve özellikle koşu yarışlarında yarışı tamamlamak kazanmaktan çok daha önemlidir. Tıpkı Barselona92’de Derek Redmond’un yaptığı gibi;

http://www.youtube.com/watch?v=rCAwXb9n7EY&feature=youtu.be.

Fakat adaylık esnasında görüldü ki, olimpiyatların İstanbul’a verilmesini istemeyenler oldu. Bu istememenin en büyük nedeni de kökeni dinlerden dahi eskilere dayanan bu oyunların adeta bir TOKİ projesi ile eşdeğer görülmesiydi.

Olimpiyat oyunları kişiler, hükümetler hatta devletler üstüdür. O, bir şehre verildiği zaman utanç değil ancak gurur kaynağı olur.  Siz işteyken birkaç sokak ötede dünyanın en ünlü sporcularının koştuğunu, yüzdüğünü veya cirit attığını bilmek; sabah işe giderken caddeden hızla geçen bisikletçileri görmek veya o şaşalı açılış ve kapanış seremonilerinde bulunmak sporseverler için muadili olmayan anlardır.

Olimpiyat oyunlarını sadece hükümete muhalif olmak nedeniyle istememek kurt gibi açken eve gelecek bir yemeği, sırf evdeki diğer kişiler yemesin diye çöpe atmaya benzer ve bu toplu bir açlıktan başka bir işe yaramaz. Kaldı ki eğer sportif faaliyetler dahi hükümet muhalifliğinde bir araç halini alacaksa yarın futbol, basketbol ve bilumum milli takımlar da bu bağdaştırmadan payını alıp yine bir bölünme nedeni olabilir; kimseye faydası olmayan ve sonu toplu açlık olan bir bölünme.

can.nizamoglu@gmail.com

Twitter:_acn_               

 
Toplam blog
: 788
: 1417
Kayıt tarihi
: 11.11.07
 
 

Çoğu çocuk gibi ben de futbolcu olmak istedim, olmadı. Bu oyundan kopmamak adına üniversite yılla..