Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Mart '10

 
Kategori
Aile
 

Kayınvalidemin ardından

Kayınvalidemin ardından
 

Hatırasına ...


Geçen hafta düştü dilime, o eski şarkı sözleri Sevgili Barış Manço’ nun “Çiçeğimi kopardın sen ellere verdin. Dağlar dağlar” diye… Ve soldu gitti Zigana Dağlarının çiçeği… 28 Şubat 2010 günü Çanakkale’ de toprağa koyduk çiçek tenini. Hani o taç yaprakları gibi toplardı etrafına insanları… Zigana dağlarının esintisi gibi doldurudu gönülleri…Yatağına tutuklu kaldığı, üç otuz günün ardı sıra veda etti hepimize …

1335 yılını gösterirdi yalnızca, nüfus kağıdındaki doğum tarihi hanesi… Hangi ay hangi gün. Burcu neydi, bebekliği nasıl geçmişti… Babasının muhtar olduğunu anlatmıştı bir gün. Köyün Nezire yengesiydi öz annesi. Kendisini dünyaya getirdikten sonra; böcek ısırmış anacığını. Ve sonrasında da; geride ablası, ağabeyi ve kendisi kalmış köyün Nezire Yengesinden… Muhtar Şemsi’nin çocuklarına bir süre komşular göz kulak olmuşlar. Ardından evlenmiş Şemsi dayı…

“Ügey ana” diye bahsederdi hep, kendi şivesiyle anlatırken. Değiştirmek istemedim bu hitap seslenişini, kulaklarımda kaldığı gibi yazmak istedim… Aklı çıkardı yüreği titrerdi bir çocuk üvey anayla yaşamak zorunda kalacak diye. Hep de rahmetle ve hayır dualarıyla anardı “ügey ana” yı. Ama konuşmasındaki hüzün kokusunu duymamak ne mümkün!... Hayata dair her şeyi üvey annesinden öğrendiğini söylerdi. Çok bilgili, marifetli, becerikli, temiz, titiz bir kadınmış “ügey ana”… Sahi neydi Nezire Yenge nin yerine gelen kadının adı? Hayret! Hiç ismini duymadım ağzından. Ne zaman “ügey ana” nın öğrettiklerinden bahsetse, hüzünle yüklü bulutlar gezerdi hep gözlerinde. Kimi zaman dikiş dikip yama yaparken, kumaşın çizgilerini “çubuğu çubuğuna” denk getiremediği için delinivermiş kafası!... Kimi zaman mutfakta bakır sahanın içine bırakılan bir tek cevizle sınanmış nefsi! “Acaba yiyecek mi yemeyecek mi ?...” diye sınanmış… “ Ben nefsime hakim olmayı çocukluğumda öğrendim!...” demiş torununa… “ Babannem bana hep köfte kızartırdı ama kendisi hiç ağzına koymazdı. Çok özenilecek, kokusu iştah açacak yiyecekleri bile hep bana yedirir kendi hiç tatmazdı ki babannem!...” diye anlattı torunu, ardından dualarının okunduğu günlerde… Her zaman , hüzünle karışık anımsardı ve “ügey ananın kendisini çok iyi yetiştirdiğini” söylerdi…

Yıllar sonra çocukları ve torunlarıyla ziyaret ettiği Zigana köyüyle ilgili sımsıcak anıları vardı dağarcığında. Karşılıklı kahve içerken paylaşırdı uzun uzun… Kadırgayası’ nda kayanın tepesinde atmaca yuvasından aldığı kuş yumurtasını… Hastalanan oğlunu Torul’a, oradan Gümüşhane’ye sırtında nasıl taşıdığını… Ayak parmağını nacakla nasıl kestiğini; o kesik parmaktan akan kanın çarık içinde nasıl kuruyup acı verdiğini, o ayakla nasıl yürüdüğünü… Gurbete giden kocasının, geride kalan ailesiyle beraber yaşadığı günleri… Kocasının memlekete gelip dönmesinden sonra geçen bir yıl içinde, doğan kızının ölümüne nasıl yandığını… Günleme Ablasına nasıl baktığını… Köyün ebesi Raziye Yengesinin bilgeliğini anlatırdı köyünü özlediğinde…

Fırıncı karısı olmanın şartlarını sayardı kimi zaman. Gece hamur karıp, sabah ezanı tekrar küreğe inen kocasının karşısında bir bardak çay içememişti keyifle. Çocuklarının okuldan geldiği saat; kocasının ve fırın işçilerinin dinlenme saati olurdu. Dört erkek çocuğu ve arkadaşlarının evde geçirdiği saatler en zorlu anlarıydı. Nasıl oyalayıp sessizlik sağlaması gerektiğini iyi bilirdi… Fırında yanan odunların küllerini eleyip, çuval başına aldığı ikibuçuk lirayı harcamaz bir kenara koyardı… Edinilen malk mülkte hep bu ikibuçuk liraların katkısı vardı… Kocası, dört oğlu, memleketten çalışmaya gelen akrabaları, fırının işçileri, çocuklarının arkadaşları ve ahbapların çocukları. Onların yemesi içmesi. Yatması oturması. Çamaşırları temizliği. Ve daha onlarca hizmet. Çalışma, çalışma, çalışma… Ölümünden sonra geride ıssız kalan camın önünde otururken paylaşırdı bunları… Ve bunları konuşurken hiç sitem olmazdı sesinde. Ne “ügey anayla” yaşanan günlere, öksüzlüğe. Ne yoksulluğa, ne yorgunluğa; hiç sitem etmezdi…

Hayatı boyunca her türlü acıyla, zorlukla, yoksullukla mücadele etmiş ve üstesinden gelmişti ama; ölüm acıları vardı her an yüreğini yakan. Anneliğinin ilk yıllarında, kundaktaki kızı Cemile’sini vermişti kara toprağa. Yıllar sonra da kocasını… Şehitlik mertebesine ulaştı yirmialtı yaşındaki Osman’ı… En büyük evladı Hasan’ı elliüç yaşını doldurmadan koydu toprağa… Ana acısı, evlat acısı, koca acısı yaşadı bir bir. Acılarını yüreğine gömüp, sarılmaya çalıştı geride kalanlara. Bilirdi ki yaşadığı hayat kendi hayatıydı ve bir süreçti. Bir gün yumup gözlerini geçip gidecekti dünyadan. Kırgınlık, öfke, kavga hep uzak durduğu davranışlardı. Günün hangi saati olursa olsun; kim gelirse gelsin, mutlaka ve mutlaka önüne sofra koyardı. Hiçbir ikram bulamasa, patates haşlar, çay demler, peynir zeytin, tereyağı ve ekmekle misafirinin karnını doyururdu… Küskünleri barıştırmak, düşkünlere yardım etmek ve insanları sevmekti bildiği. Ve “ne verirsen elinle, o gidecek seninle….” Sözünü söyler ve uygulardı.

Cenaze namazının ardından, hocanın cemaate yönelttiği “Hakkınızı Helal ediyor musunuz?...” sorusuna “biz ona hakkımızı helal ediyoruz. Acaba o, bize hakkını helal ediyor mu?...” diye verilen cevaplar onun ne kadar sevilen, etrafına ışık veren, hoşgörülü, sevgi ve merhamet dolu derin bir insan olduğunu bir kez daha vurgulamış oldu.

Kabrin nur, mekanın cennet olsun. Allah rahmet eylesin…

 
Toplam blog
: 161
: 735
Kayıt tarihi
: 26.01.08
 
 

1955 yılının, aydınlık Nisan sabahlarından birinde; 22 Nisan sabahı duyulmuş ilk avazlarım… Üsküdar ..