- Kategori
- Anılar
Kayıp ve suçlu (3)
Ağlar mıydı? Bilmiyorum; ağladığını hiç görmedim… Güldüğü anlar olurdu elbet; en çok gözlerinin içi gülerdi; Eşek kadar güzel gözlüydü ve eşek gözlüydü…“Katıla katıla gülme”nin yabancı tanığıydı o. Gülmek, sadece gamzelerinin çukurlaşmasıydı onda .
Sanıyorum 1974-1975 yıllarıydı ve bahar mevsimiydi; okul sınırları içine giren koyunları çıkarmakla görevlendirilenler arasındaymış; şimdi angarya olarak gördüğüm işler; o zamanlarda gönendirirdi beni. Ben görevlendirilmemiştim; haberim yoktu.; nerden bilebilirdim bunun bir avantaj olacağını… Onun daha o zamanlardan bu tür görevlendirmelere ayak sürüyerek gittiğini anımsıyorum; gönenmezdi…
Emir almayı hiç sevmedi o…
Yine içtimaya çağrıldık; içtimaya çağrılmak olumsuz bir durumun olduğunu bildirirdi bize; biliyorduk. Toplandık. Toplanmamız zor olmazdı; çocuk ufkunca büyüktü okul sınırlarımız; ama evrenimiz küçüktü; uzaklaşamaz; korkardık.
Şimdi anımsamıyorum nedendi; anımsadığım sadece birer tane de akide şekeri dağıtılmış olmasıydı. Sonra açıklandı içtimada bulunmamızın nedeni…
Suç: okul sınırlarına giren koyunları çıkarmakla görevlendirilenlerden bazıları, hayvanlara eziyet etmiş; koyunların sırtına binmişler. Koyunların sahibi müdüre şikayet etmiş. Öğrendik; müdür açıkladı. Sonucun ne olacağını biliyorduk; nasıl olacağını bilmiyorduk sadece…
Ben bu suçu işlememiştim; Ama korkuyordum; anımsıyorum…
Suç bireysel olmadı hiçbir zaman bizim okulumuzda; ceza da...
Nasıl yazmalıyım bilmiyorum; ama artık yazmak zorunda olduğumu biliyorum; aynı zamanda bir borç ödeme yükümlüğü bu…
Koyunları okul bahçesinden çıkarmakla görevlendirilenlerin tümü içeriye alındı; bodrum katı; infaz yeriydi çünkü; biliyorduk. Bize dağılmamız emredildi; oynayabilirdik; ama dağılamadık, merakımız oyuna galip gelmişti; her şeye rağmen…
O da bodrum katına indirilenler arasındaydı; umursamamıştı bunu; her zamanki gibi…
Yine haykırışlar, çığlıklar, yakarışlar yankılandı bodrum katının duvarlarından; duyabiliyorduk; yetmezdi, çocukça merakını dizginleyemeyenler, bodrum katının buzlu camlarından içeriyi görmek için itiyordu birbirini; daha sonraları otobüs kuyruklarında, hayatın tüm kategorilerinde itileceklerini bilmeden; nasıl oldu anlayamadım; birden müdür merdivenin başında beliriverdi; kaçmadılar; kaçamadılar…
Büyüyünce öğrenecektim; iyi bir avcı bile, bir kez kaçma fırsatı verirmiş avına…
Aslında kaçtılar, kaçmaya çalıştılar; karışamadılar kalabalığa, hayatlarının diğer bölümlerinde olduğu gibi…
İsim isim çağırdı müdür; bizzat suçüstüymüş yaptığı; daha sonra öğrenecektim bu kavramı…
Onlar da bodrum katına indirildi; hepimizin korkuları, yürek çırpınışları daha önceden inmişti zaten, bodrum katına…
Var olan sıraya dizilmişler; birbirini hiç ama hiç itmemişler; sadece sıralarını bekleyip korkularıyla birlikte titremişler…
Sandalyeyi bilirsiniz; bir işkence aleti olabileceğini o zaman öğrendim; dokuz yaşındaydım…
Yere yatırılıyor; iki ayakları sandalyenin sırt bölümünde bulunan demir aksamdan içeri sokuluyor; okul hizmetlisi sandalyeyi diz kapaklarına doğru bastırıyormuş; ayak tabanlarını böylece kaçıramıyorlarmış, birazdan ayak tabanlarında şaklayacak lastik hortumdan… Müdür adaletliymiş; sayıyormuş vurduğu lastik hortumun sayısını… Soğuk suda yürütülmüşler sonra; nedenini yıllar sonra öğrenecektim; yıllar sonra öğrenecektim çünkü merak etmemenin kendimi korumak için daha iyi olacağını öğrenmiştim…
Diğerleri apalayarak merdivenleri çıkarken, o ayakları üzerine basarak çıkmıştı; zorlanmıştı elbet; ama yine de ayaklarının üzerine basarak ve yürüyerek çıkmıştı merdivenleri ve hiç ağlamamıştı…
İşkenceciye inat; iç sesine kulak verdiğinden olsa gerek, dik durmak ve umarsız davranmak gerektiğini öğrenmişti; ve henüz sanıyorum on yaşındaydı…
Anlatıldığında, unutmuşum; akide şekeri kalmış ağzımda; yutkunamıyordum…
Ben şekeri ve tatlıyı hayatımda hiç sevmedim…