Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Nisan '12

 
Kategori
Öykü
 

Kelam

Okyanus kıyısındaki evinde bir sonbahar gününün bulutlu sabahında ıssız sahili ve dalgaları seyrederken, elindeki içkiden bir yudum alıyor. Kendisini her zaman rahatlattığına inandığı bu ikilinin bu sefer de işe yaradığını görüyor. Evinden uzakta geçirdiği toplam dört gün onbir saat yirmiüç dakikanın getirdiği bütün yorgunluğun kaybolduğunu hissediyor. Sanki zaman yolculuğuna çıkmış gibi evinden uzakta yaşadığı bütün o anları tekrar hatırlıyor; oniki saatlik kıtalararası uçak yolculuğunu, oldukça yoğun geçen üç günlük kongreyi, güneş doğmadan uyanışları, yapılan kahvaltıları, anlamaya çalıştığı oturumları, girdiği toplantıları, tanıştığı yeni insanları, yaptığı konuşmayı, öğle yemeklerinde yapılan iş anlaşmalarını, nehir kıyısında yaptığı yürüyüşleri, gezdiği müzeleri ve kiliseleri, akşam yemeklerinde konuşulan iş ve politika konularını ve geri dönüşünü. Kendini ne kadar da mutlu hissediyor evinde olduğundan dolayı.

Az önce bir yudum alıp koltuğunun yanında bulunan sehpanın üzerine bıraktığı viski bardağında, yukarıdan kendisine bir yol bulup aşağıya, bardağın ortasına kadar dolu olan altın sarısı içkiye, yavaş yavaş inen bir damlayı seyrediyor. Bir fizik kuralının doğal bir şekilde gerçekleşmesi diye düşünürken ilkin, küçük derelerin ırmaklar, ırmakların nehirler ve nehirlerin denizler ile buluşması aklına geliyor sonradan. Bu viski damlasının oluşturduğu yolun kaybolduğunu görüyor az sonra. Daha çok küçükken yaz aylarını geçirdiği dedesinin köyünde ırmağa akan derenin de kuruduğunu hatırlıyor. Aklına dedesi ile birlikte geçirdiği anlar geliyor; balık tutmalarını, bahçede beraber çalışmalarını, ağacın gölgesinde oturup ona hikayeler anlatışını, tarlalar arasında yaptıkları uzun yürüyüşleri, eski Chevrolet kamyonet ile diğer köylere yapılan alışveriş amaçlı ziyaretleri. Bazen onun gibi konuştuğunu, güldüğünü ve yemek yediğini düşünüyor. Kendini ne kadar da hüzünlü hissediyor bu bilge adam ile çok kısa bir zaman beraber yaşadığından dolayı.

Telefon çalıyor, yerinden kalkıp, mutfağa geçiyor, ahizeyi kaldırıp Buyrun diyor. Nazik bir ses, sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim ama size kutsal İncil'den Tanrının kelamını iletebilir miyim diye soruyor. O da nazik bir şekilde Tanrı'ya inanmadığını söylüyor. Telefonu her ikisi de aynı anda kapatıyor. Sonra, tekrar koltuğuna oturuyor ve bu dindar bayanın ona neler söyleyebileceğini düşünüyor. Belki, yıllardan beri aradığı hayatın anlamını ona söyleyecekti. Belki de, dışarıya ne kadar yansıtmasa da içindeki hüznü giderecekti ona söylenenler. Ya da, ona aktarılacaklar ile biriktirdiği tüm pişmanlıklar, acılar ve korkular yerini huzur ve rahatlamaya bırakacaktı. Yorgunluğunu tekrar hissediyor, bardağında kalan viskisini bir dikişte içip, merdivenlerden ikinci kattaki yatak odasına çıkıyor. Karısının hala uyuduğunu görüyor. Ses çıkarmadan üstünü değiştirip onun yanına yatıyor, onu uyurken seyrediyor, nasıl da huzurlu ve rahat uyuyor, sanki bir melek gibi, diye geçiriyor içinden. Onu seyrederken uykuya dalıyor. Kendini ne kadar da güvende hissediyor onun yanında uyuduğundan dolayı.

İlk olarak saatine bakıyor, daha sonra elindeki uçuş kartına ve uçağının kırkyedi no'lu kapıdan onbeş dakika içinde kalkacağını görüyor. Başını kaldırıp kapının yerini gösteren tabelayı arıyor. İşte orada. Ona uçağının kalkacağı kapıyı gösteren ok işaretini takip ediyor. Yürürken diğer kapıların yanından geçiyor, beş, altı, yedi. Bu hızla giderse asla yetişmeyeceğini düşünüyor, adımlarını hızlandırıyor. İnsanlar görüyor kafelerde, içkilerini içerken konuşan, gülümseyen, kahkahalar atan, koltuklarda uyuyan insanları farkediyor, kimbilir ne kadar zamandır beklediklerini hayal ediyor, ellerindeki gazete, dergi ve kitapları okuyanları, mağazalardan alışveriş yapanları, uçakları seyreden iki küçük çocuğu, kapıların önünde sıraya girmiş genç, yaşlı, erkek ve kadınları. Saatine bakıyor tekrar, sadece yedi dakikasının kaldığını fark ederken yirmiyedinci kapıda olduğunu görüyor. Hayır, bu gidişle asla yetişemeyeceğim deyip koşmaya başlıyor. İnsanların arasından hızlıca geçiyor, bazen onlara çarparak. Özür diliyor ama onu duymuyorlar bile. Otuziki, otuzüç, otuzdört. Kapıları hızlıca katediyor. Bir alışveriş mağazasının yanından geçerken karısına almayı planladığı hediyeyi hatırlıyor ama bunun için zamanı olmadığını biliyor. Hoparlörden isminin anons edildiğini, uçağın kalkış kapısına acilen gitmesi gerektiğini duyduğunda son beş dakikasının kaldığını görüyor. Daha da hızlanıyor, kendisini bir atlet gibi hissediyor, zamana karşı yarışan. Kırkbir, kırkiki, kırküç. Az kaldı diye geçiriyor içinden, yetişeceğini hissediyor, koridorun ucunda yer alan kırkyedi kapı numarası gözüktü bile. Nefes nefese kapıya geldiğinde, cebinden pasaportunu ve uçuş kartını çıkartıp görevliye uzatıyor. Uçağa girip, koltuğunu buluyor, onaltı D. Oturuyor, kemerini bağlıyor ve derin bir nefes alıyor. Cızırtılar içinde gelen pilotun sesine kulak kabartıyor. Birden telaşlanıyor, uçağın San Francisco'ya gideceğini öğrenmesi ile. Bir hata olmalı, benim Londra'ya gidecek olan uçakta olmam gerekiyordu diyor kendine, elinde hala tuttuğu uçuş kartına bakarak. Kemerini çıkarmaya çalışıyor ama çözemiyor. Başının hemen üzerindeki butona basarak hostesi çağırıyor. Karşısında onu görüyor, omuzlarına dokunup onu gördüğü kabustan uyandıran karısını. Kötü bir rüya görüyordun, nefes nefese kalmıştın, en iyi seçeneğin seni uyandırmak olduğunu düşündüm, nasılsın iyi misin? Yanlış uçağa binmişim diye cevap verebiliyor ancak. Kendini ne kadar da mutsuz hissediyor gördüğü bu kabustan dolayı.

Tekrar uyumayı denese de beceremiyor, aynı kabusu üst üste yaşıyor. Yatağından kalkıp sahile bakan pencerenin önüne geliyor, gün batmak üzere, sarı ve kırmızının tüm tonları masmavi denizin üzerinde. Aşağıya iniyor, mutfakta karısının akşam yemeğini hazırlarken çıkardığı sesleri duyuyor. Ona hiç gözükmeden; dışarı çıkıyorum, biraz dolaşacağım diye sesleniyor. Bunu duyduğundan pek emin değil. Evin arka kapısından dışarı çıkıyor ve saçlarını havalandıran serin bir rüzgar ile karşılaşıyor. Temiz havayı ciğerlerine doldurup sahile doğru ilerliyor. Dalgaların vurduğu kumun az ötesine oturuyor ve denizi seyrediyor, batan güneşi ve yeni doğan ayı. Tüm bunların kendisine mutluluk ve huzur vermesini beklerken gördüğü kabusu düşünüyor, hemen ardından hissettiği derin mutsuzluğun sebebini. Bana neler anlatmaya çalışıyorlar? Gerçekten de hayatım yanlış bir yöne mi doğru gidiyor? Tüm çabalarım, tüm koşuşturmalarım yanlış bir amaca mı yönelik? Nerede hata yapıyorum? Tüm bu sorularını yanıtlayabilecek birisinin ihtiyacını hissediyor. Kendini ne kadar da çaresiz hissediyor sorularına kendisi bile cevap veremediğinden dolayı.

Oturduğu yerden kalkıyor, yürümeye başlıyor, günün battığı yöne doğru. Arkasına dönüp ayı gördüğünde, aklına mutsuzluğunun ana sebebinin içinde taşıdığı çelişkilerden kaynaklandığı geliyor. Üniversite yıllarındaki kendisini hatırlıyor, o zeki çocuğu, kafasında bir sürü fikir olan, çalışkan, üretken, yaptıklarından büyük bir zevk alan, ün, şan, şöhret ve para düşünmeyen, o uçarı çocuğu. Bir teoremi ispatladığında, o zamana kadar çözülmemiş bir problemi çözdüğünde, yaptığı deneylerden başarılı sonuçlar aldığında hissettiği mutluluğu düşünüyor. Şimdiki halini görse, nasıl da biliyor, onu azarlayacağını, hayallerime neler karıştırdın, ideallerime neler yaptın diye. Onlar gibi, fikirlerini, projelerini ve planlarını para ile değiş tokuş edenler gibi, olmayacağına dair verdiği sözü hatırlıyor. Kendisini aldattığını görüyor ve daha da bunalıyor. Kendini ne kadar da boşlukta hissediyor artık onu içinde taşımadığından dolayı.

Geriye, ayın doğduğu yöne doğru dönüyor. Uzaktan karısının ona geldiğini görüyor.  Onu ilk gördüğü zamanı hatırlıyor, üniversitenin bahçesinde ağacın altında İlahi Komedya’yı  okurken; onun hemen yakınında bir yerde oturup ona hissettirmeden onu seyredişini, kafasını kitabından kaldırdığında onunla göz göze gelişini, gülümseyişini, yanına gidip onunla konuştuğunda ağzından çıkan ince ses tonunu, yüzüne vuran güneşi, bukle halinde yanağına kadar inen kıvırcık kısa saçlarını kulaklarının arkasına atışını, bembeyaz tenini, güneş gözlüğünü çıkardığında tutulduğu mavi gözlerini, yaptıkları konuşmaları Cehennem, Araf, Cennet ve Beatrice üzerine. Şimdi onun yanına gelmekte olan onbir yıldır evli olduğu bu kadını hayatından nasıl da uzaklaştırdığını düşünüyor. Onunla eskisi gibi konuşmadığını, kitaplar, filmler, fikirler ve kendisi hakkında. Kendini işine kaptırıp geceler ve hafta sonları boyunca hırsla çalıştığı zamanların ilişkilerinden neler götürdüğünü anlıyor. Onu aldattığına inanıyor, bir başkası ile değil ama, kendi hırsıyla. Bunun da bir tür ihanet olduğunu seziyor. Kendini ne kadar da mutsuz hissediyor, ona yabancılaştığından dolayı.

Seni görünce dışarıda, yanına geleyim dedim, soğuğa aldırmadan. Nasılsın iyi misin? Geldiğinden beri konuşamadık, nasıl geçti gezin, toplantıların, iş görüşmelerin? Konuşuyorlar yürürken. Konuşmanın ortasında, çok mu değiştim ben diye soruyor karısına. Hepimiz değişiyoruz hayatta kalabilmek, gelişebilmek, ilerleyebilmek  için, bu genlerimizde var. Beni onyedi yıldır tanıyorsun, öğrencilik yıllarımdaki durumum ile şimdikini karşılaştırırsan çok değiştiğimi söyleyebilir misin? Kesinlikle evet. Ama, bu yaşamının, benimle ilişkinin ve işinin getirdiği değişimler. Öğrencilik yıllarındaki hedeflerin ve arzuların ile iş hayatındaki amaçların oldukça farklı. O zamanlar beni sadece sevgili olarak görüyorken, şimdi karınım senin. Peki, neden seni hep sevgilim olarak göremiyorum ve neden o zeki çocuğun hayallerini ve ideallerini taşımıyorum artık. Neler oluyor bana, eskiden içinde senin olduğun rüyalar görüp mutlu bir şekilde uyanırken, şimdi kabuslar görüyorum. Karısı onun elini sıkıca kavrayıp, gözlerinin içine baktığında, onun mavi gözlerinde eski kendini görüyor. Masmavi okyanusta yüzerken büyük dalgalar arasında kaybolduğu gibi onun gözleri içinde kayboluyor. Kendini ne kadar da korkmuş hissediyor, onu artık tamamiyle kaybettiğinden dolayı.

İşte, şimdi, LSD’nin etkisi yavaş yavaş üzerinden geçerken gördüklerini hatırlıyor. Asla ve asla, fikirlerini, projelerini ve planlarını para ile değiş tokuş etmeyeceğine dair söz veriyor. Yanında yatan sevgilisine sarılıyor, onu öperek uyandırıyor. Onun mavi gözlerinin içine bakıp, kendini orada görünce rahatlıyor. Ne olur, değişmeme izin verme, koru beni kendimden ve hep sevgilim kal diyor. Sevgilisi, mağmur gözlerle ona bakarak tamam diyor ve tekrar uykuya dalıyor. Ona sarılarak uyuyor, içinde onun olduğu rüyalar görüyor.

 

 
Toplam blog
: 9
: 106
Kayıt tarihi
: 05.04.12
 
 

Bir sonbahar günü İstanbul'da dünyaya gelen Teoman Aktürk, doktorasını İTÜ'de tamamladıktan sonra..