Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Şubat '11

 
Kategori
Bilim
 

Kendi Everest’ini belirlemek

Nasuh Mahruki, dağ sporlarına merak sarmış ve bu alanda dünyanın en iyileri arasına girmiş (hatta bazı alanlarda sadece kendisine özgü rekorları olan) bir kişidir. Nasuh bey “Kendi Everest’inize Tırmanın” başlıklı eserinde, kendisini başarıya ulaştıran yöntemi açıklamaya çalışmıştır. Ben ise, onun bu yöntemlerinin temelinde yatan doğa-bilimsel verileri açıklamaya çalıştım. 

Aşağıda Nasuh Mahruki 2010’nin “Kendi Everest’inize Tırmanın” Alfa Basım Yayım Dağıtım İstanbul, adlı eserinden bazı paragraflar italik karakterli olarak sunulmuştur. normal puntolu olan bölümler benim eklentilerimdir. Alıntılar sayfa sırasına göre değil, anlam- içerik bütünlüğüne göre sıralanmıştır. Değerlendirme birkaç temel başlık altında yapılacaktır. 

>I- Her insanın kendisine has, özel bir yapısallaşması vardır, bu nedenle başkasıyla kıyaslanarak değerlendirilmemeli, hiçbir kimseye benzemesi istenmemeli, beklenmemelidir. 

“Bu dünyada sizden sadece bir tane var. Bu nedenle de değerlisiniz. Ancak hayatın her alanında kendi Everest’lerinize ulaşarak yaşamdaki gerçek değerinizi bulup ortaya çıkarmak ve kendinizi gerçekleştirmek, büyük oranda sizin tercihlerinize ve gayretinize kalmış bir şeydir. Bu yoldaki birinci ve en önemli tercih kendiniz olmayı seçmektir. Unutmayın ki siz hiç kimsenin hayatının yardımcı oyuncusu veya figüranı değilsiniz. Siz bu dünyaya kendiniz için, kendi sınavınız için geldiniz ve bu yaşamda asıl odaklanmanız gereken de budur.” 

“Hayatın içinde kendi yerimizi aramak demek, hayata, sonucu değiştirebilecek aktif bir oyuncu olarak katılmak ve bir yaşam boyu bunun için mücadele etmek demektir. … Hayatın içinde bir yer değil, hayatın içinde kendi yerinizi istemelisiniz.”  

“Ebeveynlerin kendi yaşamlarında erişemedikleri hayallerini çocuklarında gerçekleştirmeye çalışmaları da büyük bir bencilliktir. “ 

“Ne yazık ki, çocukluktan itibaren çoğumuz, içimizden gelen tutkularımıza, hayallerimize, hedeflerimize değil de, içinde bulunduğumuz çevrede güncel olarak kabul gören hayal ve hedeflere yönlendiriliyoruz.”  

Bunlar tamamen doğru saptamalardır. Neden doğru olduklarını şöyle açıklayabiliriz. 

Sürekli değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir doğa ve dünyada yaşıyoruz. Zaman dediğimiz şey, doğadaki varlıkların birbirlerine dönüşümlerinden oluşuyor. Doğadaki bu değişim-dönüşüm sisteminin temel hatlarını (yani zaman-hayat-bilgi ilişkileri ve dinamik sistemler fiziği ilkeleri vs.) anlayabilmek için, Gedik 2008 veyahut Gedik 2010 (Doğadaki Oluşum Mekanizması (DOM)) yayınlarını okumak gerekir. Şimdi burada ayrıntıya girip, konuyu dağıtmak istemiyorum. Özet olarak şu temel bilgileri verip, atalarımızın neden bizleri yanlış yönlendirdiklerini ortaya koymak istiyorum. 

>1- Zaman kavramının anlamını bilmeyen, hayatın anlamını da kavrayamaz, çünkü hayat=ömür; ömür ise zamanın bir dilimidir. 

>2- Hayatın anlamını bilmeyen, hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu da bilmeden yaşar ve bu bilgisizlik onun yanlış kararlar vermesine ve çocuklarını yanlış yönlendirmesine yol açar. 

Şimdi bunu örnekleyerek ıspatlayacağım. 

12 Eylül 1980 darbesine kadar ‘kaç öğrenci alınacağı, hangi derslerin okutulacağı vs’. gibi konuları içeren eğitim programları az-veya-çok üniversitelerin kendi iç dinamikleri ile şekillendiriliyordu. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ise eğitim Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) denilen tamamen tepeye bağımlı bir şekle dönüştürülmüştür. Nedeni ise gayet basittir: Her şeyi tepeden doğru yönlendirmek. 

Bir YÖK temsilcisinin bölümümüze gelip, olanaklarımızı gördükten sonra, ‘öğrenci sayısını iki katına çıkaracaksınız’ şeklindeki baskısına ve ben: ‘Ama bu kadar öğrenciyi hem biz iyi yetiştirmeyiz, hem de mezun olan öğrencilerin iş sahası bulmaları olanaksızdır’ şeklinde itiraz etmiştim. YÖK temsilcisinin “İş bulma konusunu siz merak etmeyin, bu bizim sorunumuz” dediğini çok iyi hatırlıyorum. Sonrası malumdur: öğrenci sayımız eskiden 30 iken, önce 60’lara, sonra 100’lere çıkartılmıştır. Ders müfredatı da tamamen YÖK güdümlü bir şekle dönüştürülerek, öğrencilerin mesleki becerilerini geliştirme ve artırmalarına yönelik olmaktan çıkarılıp, tepedekilerin kafalarında tasarladıkları bir şekle sokulmuştur. 

Aradan geçen 25-30 yıl sonunda yüksek öğretimdeki duruma bakarsak, sonuç şu olmuştur: Üniversiteler yol-geçen hanlarına dönmüşlerdir; mezun olan öğrenciler ellerine bir diploma alıyorlar, ama diplomalı birer işsizler, çünkü diplomasına sahip oldukları mesleği icra edecek bilgi ve beceriden tamamen yoksunlar. Nasıl yoksun olmasınlar ki: Bir öğrencinin bir şey öğrenmesi için kendisinin bir hedefi olmalıdır. Mezun olduğunda bir iş bulma umudu olmayan (veyahut eğitim gördüğü meslek dalını beğenmeyen) öğrenci hedefsiz oluyor ve sadece ders geçmek (o dersi öğrenmek değil) ve bir diploma almak için çalışıyor. Bunun için kopya dahil her yönteme başvuruyor. Sonuçta öğrenciler genellikle bir diplomaya sahip oluyorlar, ama o diploma hiçbir işe yaramayan, göstermelik bir kağıt parçasından fazla bir değer taşımıyor. 

İlk ve orta eğitimde durum bundan pek farklı değil, öğrenciler liseden mezun oluyorlar. Ve üniversiteye geldiklerinde görüyoruz ki, daha düzgün bir cümle bile kurup, yazamıyorlar. Bu durum TV ekranlarında bile görülüyor. Ekranda yazılan cümleler bir sürü yazım hatası ile dolu! 

Her şeyin en iyisini büyüklerin (tepedekilerin) bildiği ve her şeyi onların yönlendirmesi gerektiği gibi bir yanlış önyargı, aile içi tutum ve davranışlarda da tam manasıyla etkili ve yaygındır. Bu nedenle ebeveynler çocukların her şeyine müdahale ederek onları büyütürler. Halbuki hayat sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir ve yarınlar hep farklı olacaktır. Hücreler doğadaki bu sürekli değişim-dönüşüm döngüsü içinde oluşup-geliştiklerinden, genetik bilgi depolarında var olan bu değişim-dönüşüm olgusunu dikkate alarak oluşturacakları bedenleri yapısallaştırırlar. Bu nedenle çocuklar 3-4 yaşlarına geldiklerinde, Almanca’da ‘Trotzalter’ olarak bilinen “itiraz-yaşı” dönemine girerler. Bu dönemde çocuk çevresini bizzat kendi duyu organlarıyla algılayıp, kendi kararlarını kendisi verme dürtüsü etkisindedir. Hayatı, zamanı, doğa ve dünya olaylarını doğru algılayıp, doğru karar veren bir ana-baba, çocuğundaki bu değişim dönemini çok iyi değerlendirip, onun dünyayı tanımaya başlamasına olanak sağlamalıdır. Ama maalesef çoğu ebeveyn, “ya çocuğumun başına kötü bir şey gelirse” korkusu içinde, çocuğunun doğa ve dünyayı kendi duyu organları ile algılayıp-değerlendirmesine olanak tanımaz. Tüm gençliği boyunca böylesine ana-baba koruyuculuğu (daha doğrusu baskısı) altında yetişen çocuklarda bu nedenle kendine güven duygusu gelişmez. 

Elbette çocukları tamamen başı-boş bırakmak söz konusu olamaz; ama onları belli sınırlamalar koyarak serbest bırakmak ve kendilerine güven duyacak bir duruma getirmeye çalışmak gerekir. Aşırı korumacılık duygusuyla kişiliği gelişmemiş, sürekli depresyon içinde olan, sürekli yakınan, hatta intihara kalkışan, kendine güven duygusu olmayan, pasif, başarısız, mutsuz insanlar mı yetiştirmek istersiniz, yoksa kendisine güvenen ve hayatta başarılı olan insanlar mı? 

Görüldüğü üzere, her şeyi tepedeki bir güç merkezine bağlamak ve her şeyi tepeden doğru yönlendirmek hiç iyi sonuç vermiyor. Çünkü doğada tepeye bağımlı değil tabana bağımlı bir oluşum ve gelişim sistemi vardır ve bu sistemin nasıl işlediği doğa-bilimsel kanıtlarıyla Doğadaki Oluşum Mekanizması (DOM) başlıklı bir eserde ayrıntılarıyla işlenmiştir. Maalesef ne devlet yöneticileri, ne ebeveynler doğadaki bu sistemin farkında değiller. 

>II- Bizler ne yapıyorsak, ne düşünüyorsak, tüm bu işlevleri bedenlerimizdeki hücrelerimizle yaparız. 

“ Zirveye (hedefe) ulaşmayı istemek, … öylesine istemek değil, gerçekten istemek, ruhumuzla, bedenimizle, yüreğimizle, aklımızla, tepeden tırnağa bizi biz yapan her şeyimizle istemektir (tüm hücrelerinize hedef göstermektir). Ona ulaşma arzusu kor gibi içimizde yanmalı ve bizi hep hareket halinde tutmalı. … İnsan gerçekten istediği bir şeye ulaşmak için kendini değiştirebilir (beyninde yeni sinaps devreleri oluşturabilir). … uğruna şevkle çalışacağımız ve elde edinceye dek peşinden gidebileceğimiz hedeflerimiz olmalıdır. Böylesi heyecanlandıran hedefler olursa, insan kendini bile aşar.”  

Evet bu saptamalar da tamamen gerçeklere uygundur. Şöyle ki: Bir iş veya eylem enerjinin bir yerden bir başka yere akmasıyla oluşur. Doğadaki tüm enerji türleri, Planck-sabiti denilen ve fizikte (h) ile gösterilen temel enerji öğelerinden kökenlenir, ondan kaynaklanır. İnsanlık şimdiye kadar bu kuantsal temel enerji öğelerini ve onların kombinasyonlarından oluşan nötron, proton, elektron gibi temel yapıtaşlarını ölü-cansız varlıklar olarak görmüş, onları birer bilye gibi küçük parçacıklar olarak kabul etmiştir. Halbuki fizik deneyleri tam tersini göstermektedirler: 

>i- bu temel öğeler sürekli bir salınım-devinim içindedirler; bu salınımlarının belli bir periyodu (ömrü) var; 

>ii- Çevrelerini algılıyorlar, olasılık hesapları yaparak çevreleriyle etkileşiyorlar; 

>iii- Çevrelerindeki en ekonomik yapısallaşmaları algılıyorlar ve o ekonomik sisteme geçiyorlar ki buna tünelleme etkisi deniyor. 

>iv- Birbirleriyle atom > molekül > hücre gibi üst-sistemler içinde birleştikçe, daha az enerji harcayan, daha rahat bir duruma ulaşıyorlar; 

>v- Doğadaki tüm varlıklarbu temel atom-altı-öğelerden oluştuklarından, rahatlama dürtüsü adı verilen bu temel davranış, doğadaki tüm varlıkların içinde bulunuyor. 

>vi- Fotosentez olayında görüldüğü üzere, kuantsal enerji zaman içinde şeker, protein, vs. gibi değişik yapısal modüller şekline dönüştürülmekte ve çok değişik enerji türleri ortaya çıkmaktadır. Fotosentezle şekere dönüşen enerji, bir başka canlının hedefi olur ve o canlı bu enerji türünü bir başka enerji türüne (değişik proteinli bir hayvana, vs) dönüştürmüş olur. Bu şekilde doğada çok çeşitli enerji türleri ve kaynakları oluşmaya başlar. 

>vii- Tüm bu maddeler birleştirilip değerlendirildiğinde, doğadaki varlıklar arasında, yeni oluşan enerji kaynaklarından yararlanma yarışı başlar ve en temeldeki kuantsal öğeler de, tünelleme etkisi özelliğiyle hep en iyi yapısallaşmaları seçerek, doğadaki dinamik sistemi sürdürmeye devam ederler. 

Dolayısıyla, hayat denilen şey, varlıkların en temel yapıtaşları olan kuantsal öğelerle başlar ve gittikçe büyüyüp-çeşitlenerek devam eder. Varlıkların bu büyüyüp-gelişme işlemlerinde, yapma yetkisi, yani güç-enerji kaynağı, hep tabandaki alt sistemde bulunur. Hücre ve beden konusunu örnek alırsak, tüm güç ve kuvvetler hücrelerden kökenlenir; biz bir beden olarak sadece ulaşmak istediğimiz hedefi seçiyoruz ve bu hedefe ulaşmanın ne kadar önemli olduğunu vurguluyoruz. İşte Sayın Mahruki’nin yukarıdaki paragrafta belirmek istediği şey budur. 

Bir hedefi olmak önemlidir, ama hedef kişinin hücresel-bedensel yapı ve dokusuna uygun olmak zorundadır. “Yıldızlara gitmek gibi“ olamayacak hedefler koymak, hayali işlerle uğraşma sektörüne girer. 

>III- Bir şey yapabilmek için, Paradigma dediğimiz çevremizi algılama ve yorumlama haritasının, üzerinde yaşadığımız doğa ve dünya gerçeklerine uygun olması şarttır. 

“Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu paradigmayı “algı ve düşünceye yön veren harita” olarak tanımlar. … Zihin haritalarımız kendimizle ve dünyayla ilgili her türlü algımızı, davranışımızı, seçimlerimizi ve kararlarımızı şekillendirdiği için yaşam kalitemizi birinci elden etkiler ve bu anlamda yaşamsal önemi vardır.” … Bu nedenle paradigmalarınzı, bir diğer deyişle inandığınız doğruları ve yaşamla ilgili kabullerinizi zaman zaman sorgulayın ve tıpkı bir dağcının rotasını bulabilmek için elindeki haritayla pusulasının kuzeyini üst üste getirmesi gibi, zihninizdeki dünya algısını gerçek dünyayla üst-üste getirin. Yanlış bir haritayla doğru bir hedefe ulaşılamaz.”  

Bu olgunun bilimsel temeli de şu noktadan kaynaklanır. Kuantsal enerji, farklı atom, farklı molekül, farklı hücre, bitki veya hayvan şekillerinde depolandıkları için, başarılı olmak, kişinin kendisine koyacağı hedefe ve o hedefe ulaşabilmek için oluşturacağı temel yapıya bağımlı olmuş olur. Bizler için bir şeyi yapan, bedenimizdeki hücrelerimiz olduğundan, hücrelerinize yerleştireceğiniz temel davranış bilgileri, hedefe ulaşmanızda çok büyük önem taşır. Hücrelerimize bu dünyaya ait olmayan hayali kavramlar yerleştirdiysek, hücreler bu dünyaya ait olan gerçek hedeflere ulaşmakta zorlanırlar, hatta başarısızlığa mahkûmdurlar, çünkü başka dünyalara ait hayali bilgilere göre ayarlanmış bir haritaları (paradigmaları) vardır. Bu ikisi ise üst-üste çakışmaz. 

>IV- Doğadaki dinamizmin temeli, varlıkların yapısal-dokusal durumlarında gerçekleşen değişim-dönüşümlerden kaynaklanır. Değişim-dönüşümler bilgiye göre yapılır ve ZAMAN denilen olguyu oluşturur. 

“İnsan istediği şeyi yaparken işin zorlukları daha kolay gelir, daha çok keyif alır, dikkati yaratıcılığı artar, daha çabuk dinlenir ve daha hızlı kendini toparlar. İnsan istediği şeyi daha iyi öğrenir ve daha başarılı olur.” 

“Hata yapmak, öğrenmeyi de beraberinde getirir.” 

“Değişime çabuk ayak uydurabilen kazanır. “  

“Hayatta kalan, türlerin ne en güçlüsü ne de en zekisidir; hayatta kalan, kendini değişime en çabuk uydurabilendir. C. Darwin”  

"Ya sevdiğiniz işi yapın, ya da yaptığınız işi sevin." 

"Şans hazırlıkla fırsatın buluştuğu yerdedir." 

“Yaşam baştan sona bir öğrenme oyunudur”  

Bilgi, enerjinin nerden nereye aktarılacağı verilerinden oluşur. Bir şey yapabilmek için enerji gerektiğine göre, enerjinin nerde az, nerde çok depolanacağını belirlemek bilgi oluşturmak demektir. Bilgileri ise varlıkların yapısal-dokusal durumlarıyla belirlenir. Şöyle ki: 

Mineraller dış görünüşü itibariyle çok farklı büyüklükte ve görünüşte yüzeylere sahiptirler; içsel olarak da homojen değildirler. Örneğin bir mineral içine giren ışık, mineralin içinde farklı hızlarda ilerleyebilmektedir. Yani doğadaki tüm maddeler radyasyon şeklinde olan kuantsal öğelerin farklı yönlerde farklı derecelerde hareket etmelerini sağlayarak enerji akışını yönlendirici bir etki oluşturmaktadırlar. Enerji akışını farklı yönlerde farklı hızlarda yönlendirilecek şekilde oluşan tüm yapısallaşmalara “anizotropi” denir.İzotrop olmayan” anlamına gelen anizotropi teriminin anlamak için şunu düşünün: Doğada her yer düz değildir, bazı yerler sarp, bazı yerler az eğimli, bazı yerler düzdür. Böyle bir arazideki bir noktadan her dört yöne doğru birer ekibin yola çıktığını düşünün. Aynı hızda olan bu ekiplerin 5 saat sonra ulaştıkları mesafeleri bir harita üzerine işaretleyecek olursak, bazı yöndeki ekiplerin çok uzun, bazılarının çok kısa, bazılarının orta değerde bir mesafe kat edebildikleri ortaya çıkar. Gerek mineral gibi bizlere çok homojen görünen küçük yapılar, gerek galaksi gibi devasa boyutlu yapılar, gerek dünyamız gibi orta boyutlu yapıların hepsinde böyle anizotropik özellikler vardır ve içlerinden geçen enerjiyi, radyasyonları, vs., değişik yönlerde değişik hızlarda ileterek, kutuplaşma oluşumlarına yol açarlar. Yani enerji aktarımında, varlıkları oluşturan atomların diziliş şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler oluştururlar. Bunun sonucu mineral içinde değişik yerlerde değişik oranda enerji depolanmış olur. Bu olay yerkabuğundaki tüm mineraller ve kayaçlarda gerçekleşir. Bu tür farklı enerji depolanmaları varlıklarda “strain” denilen gerilimlere yol açar ve varlıklar bu gerilimler nedeniyle farklı yönlerde farklı davranışlar sergilerler. Örneğin sıcaklık değerindeki farlılıklar (soğuk-sıcak zıtlığı), gerek atmosferde, gerek denizlerde çeşitli türlerde akıntı oluşumlarına yol açarlar. Kısacası, atomlardan tutun, su, kuvars, litosfer, hidrosfer, galaksiler vs. nin hepsinde çeşitli türlerde enerji depolanması farklılıkları oluşur ve bu farklılıklara göre de farklı hareketlenmeler ortaya çıkar. Tüm bu hareketlenmeleri oluşturan ve nerde ne kadar enerji depolanacağını belirleyenler ise (1)- kuant dediğimiz temel enerji paketçikleri ve (2)- maddelerin yapısal-dokusal özellikleridir.  

Yani bilgi, varlıkların yapısal-dokusal durumlarında kayıt altına alınır. Doğadaki bilgi oluşturma ve depolama sisteminin temeli bu anizotropik özelliklerle sağlanır. (Her mineralin ayrıca ısıyı basınca, basıncı elektriğe dönüştürme gibi bir sürü başka özellikleri daha bulunur ki, bu özellikler de farklı “bilgi” türleri oluşumuna yol açarlar.) Dolayısıyla, doğadaki kuvvet oluşumları, yani enerjinin nerden nereye akacağını gösteren faktör, anizotropi dediğimiz yapısal-dokusal özelliklerle sağlanır ki, buna başka bir ifadeyle bilgi oluşturma denir. Yani bilgi, maddelerin yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yapılarak, enerji akış güzergâhlarını belirleme işlemidir. 

Canlıların bilgi işlem sistemleri de tamamen buna benzer şekilde işlemektedir. Bedendeki (ve beyindeki) tüm hücreler, enerjiyi belli yönlerde (alanlarda) az, belli yönlerde fazla ileterek veya kullanarak, yapısallaşmasını ayarlamakta ve çevre koşullarına uyumlu kılmaktadır. İnsan bedenindeki hücreler, çevrelerindeki değişim-dönüşümleri algılamaya çalışarak, beden denilen ortaklık sistemini en ekonomik bir şekilde ayakta tutmaya ve doğadaki değişim-dönüşüm sistemi içinde kendilerine bir yer bulmaya çalışan, çok çalışkan varlıklardır. 

Öğrenme işlemi, hücreler içi ve hücreler arası yapısal-dokusal değişimlerle gerçekleşir. Dolayısıyla yaşam değişim-dönüşüm demektir. 

>V- İnsanlığın üzerinde yaşadığı doğal sisteme zarar veren bir canlıya dönüşmesi, “Ne eklersen onu biçersin” özdeyişinin gerçeklemiş olmasıdır.  

“İsveçli yazar Rolf Edberg sorunu şöyle tanımlıyor: “Yanlışlık şuradadır: muhtemelen biz kendimizi büyük ve bölünmez bir bütünün parçası olarak görmeyi başaramadık. Uzun zaman yaşamlarımızı; “Tanrı bizi denizdeki balıklara, havadaki kuşlara ve dünya üzerindeki hareket eden her canlıya hakim kılmıştır” düşüncesine bağlı olarak yönlendirdik. Dünyamızın bize ait olmadığını, aksine bizim ona ait olduğumuzu anlamayı bir türlü başaramadık.””  

Üzerinde yaşadığımız doğa ve dünya dinamik bir sistemdir ve dinamik sistemler fiziği kurallarına göre işler. Dinamik sistemler fiziği ise “information & self-organisation” olarak özetlenir ve en temel üç prensibi şunlardır: 

Simetri kırılması (symmetry breaking): Mikroskobik sistemlerden makroskobik sistemlere geçişlerde, yani alt-sistemlerden üst-sistemlerin oluşturulmalarında, üst-sistem içinde birleşmeyi sağlayacak yeni kavramların -kuvvet alanlarının veya değer yargılarının- oluşturulması. 

Köleleşme prensibi (slaving principle): Dinamik sistemlerde öğelerin daha ekonomik bir duruma geçmek için oluşturdukları ortaklık ilkelerine uyulmaya zorlayan faktör. 

Sabitleştirme (Solidifikasyon): Üst-sistem içinde birleşmeyi sağlayacak yeni değer yargılarının kalıcı olmalarını sağlayacak şekilde sabitleştirici işlemler yapılması. 

Bu “Simetri-Kırılması+Köleleştirme+Sabitleştirme” üçlü faktörünü, terimlerin ilk hecelerinin birleştirilmelerinden oluşturulan SimKırKölSab kısaltması ile gösterelim. 

Önceki bölümlerde işaret edildiği üzere, bir şey yapma erki, hep alt-sistemlere aittir ve üst-sistemler sadece hedef gösterirler. Gösterilen hedefe ulaşacak şekilde alt-sistemlerde SimKırKölSab işlemleri yapılır. Yani “ağaç yaşken eğilir + ne ekersen onu biçersin” özdeyişleri olarak insan kültüründe yerini almış olan dinamik sistemler fiziği kuralları devreye girer. İnsanlara geleneksel bilgiler olarak “tepedeki bir olağan üstü güce bağlı olduğu, ve doğadaki her şeyin insanlar için bu tepedeki güç tarafından yaratılmış olduğu” şeklinde bir paradigma verilince, insanların doğal sisteme uygun davranmaları engellenmiş olunur, bak bölüm III. 

>VI- Toplumsal Sistem bir lidere teslim edilemeyecek kadar karmaşık mesleki ilişkiler ağından oluşur. 

“Hiçbirimiz hepimiz kadar akıllı değiliz. Japon Atasözü.”  

“Hiçbirimiz hepimiz kadar güçlü değiliz, verimli değiliz, dayanıklı değiliz, vb. Bütünleşik akıl bireysel akıldan daha üstündür.” 

Bir kişiye emanet edilen (yani tepeye bağımlı) sistemlerde, tepedekiler “devletin geleceği için” Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptığı gibi, öz oğlunu öldürtmek zorunda kalabilir. Demokrasilerde de benzer cinayetler işlenir. Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, vs. gibi bir sürü cinayet “devlet çıkarlarını koruma” adına belli kişi+kurumlar tarafından organize edilmişlerdir. 

Gerek otoriter sistemlerde, gerek demokrasilerde böylesine mantık dışı işlemlerin olmasının nedeni, paradigma dediğimiz mantıksal değerlendirme sistemimizde bir yanlışlık bulunmasından kaynaklanır. 

O yanlışlık, doğadaki güç ve kuvvet sistemlerini oluşturucu mekanizmayı (ki buna Allah veya Tanrı diyoruz) varlıkların içinde değil, varlıkların dışında+üstünde bir sistemde tasarlamış olmamızdır. O yanlışlık nedeniyle toplumsal sistemimizin sahipliğini de, tepeye yerleştirdiğimiz insanlara bırakmışız. DOM dizini içinde gösterildiği üzere, tepeye bağlı toplumsal örgütlenme sistemleri tüm sorunlarımızın kaynağını oluştururlar. 

Toplumsal sistem çok karmaşık ilişkiler yumağından oluşur, çünkü on-binlerce farklı iş ve meslek dalı arasındaki ilişkilerin koordinasyonu söz konusudur. Böyle karmaşık ilişkiler ağının sevk ve idaresi asla bir kişiye bırakılamaz. Bu nedenle toplumsal sistemimiz bir lidere teslim edilemeyecek kadar çok önemlidir, çünkü hepimiz birimizden çok daha akıllıyızdır ve toplumsal sistemimizi daha iyi oluştururuz. Bu nedenle devlet denilen sistemi tepedekilerin sahiplendiği bir sistem olmaktan çıkarıp, gerçek doğal sistemde olduğu gibi (bak DOM-dizini) tüm halkın (daha doğrusu tüm iş ve meslek sahiplerinin) eline bırakmaktan geçer. 

>VII- “Yaşanmamış yaşamlar, tüm savaşların ve kötülüklerin kaynağıdır” (Erich Fromm). Öyleyse, yaşamayı öğrenelim ve dünyada bir ilke imza atalım: DOM sistemine uygun TOPLUMSAL HAYAT SİSTEMİnin temellerini Türkiye’de atalım. 

“Hepimizin, özellikle gençlerimizin kendi Everest’lerine tırmanmayı başarması gerekir ki bir ülke olarak ilerleyelim, gelişelim, büyüyelim, dünya üzerinde layık olduğumuz yere ulaşalım.”  

Her insanın özel bir genetik yapısı vardır; buna o insanın proteomiği denir. Hücreler, değişim-dönüşümlü ve her şeyin olasılık dâhilinde olduğu bir doğada yaşadıklarını bildiklerinden, biz insanların her birini değişik bir proteom yapısallaşmasıyla donatmıştır. Bu şekilde her insan doğada herhangi bir şeyi diğerlerine göre daha kolay yapabilecek bir yapısallaşmada olmuş olur. İşte her bir insanın tüm diğer insanlardan farklı olması bundan kaynaklanır. Bu özelliğimizi keşfedip, o özelliğimizi ön plana alacak şekilde yaşarsak, doğada başarılı oluruz. Nasuh Bey bu özelliğini çok iyi saptamış ve ona göre yaşamını düzenlemiş ve dünya çapında başarılar gerçekleştirmiştir. Dünyanın en yüksek dağlarına oksijen tüpsüz tırmanan Nasuh Bey, dağcılık sporuyla ilgilenen bir arkadaş gurubuyla AKUT olarak bilinen sivil toplum örgütlenmesini hayata geçirerek dağcılık yeteneğine uygun yep-yeni bir iş-ve mesleki örgütlenme dalı ortaya koymuştur. 

Bir toplumda tüm işleri gören, iş ve meslek mensuplarıdır; iş ve meslek mensuplarının bilgi ve beceri düzeyi o toplumun hayat standardını oluşturur. Liderli sistemler tüm toplumsal hastalıkların nedeni olduklarından (bak DOM-dizini), iş- ve meslek mensupları arası bir demokratik örgütlenmeyle arı-kovanlarındaki gibi mükemmel işleyen bir toplumsal sistemin hayata geçirilmesi mümkündür. 

2023 yılı Cumhuriyetimizin 100. kuruluş yılıdır ve o yıldönümünde ülkemizi dünyanın ilk gerçek toplumsal sistemini oluşturan ülkesi olarak görecek şekilde kutlayabiliriz. Çocuklarımıza ve torunlarımıza bundan daha büyük bir miras bırakılması mümkün değildir. Bu girişimi başlatan ve gerçekleştiren kişiler olarak gelecek nesiller sizleri anacak ve anımsayacaktır. 

Gedik, İ., 2008: Doğadaki Oluşum Mekanizmasıyla İnsanlığın Sorunlarının Çözüm Yolu. Okyanus Yayınları, İstanbul, 240 s. ISBN: 975-6529-74-4 

Gedik, İ., 2011: Doğadaki Oluşum Mekanizması (=DOM) http://bireydentopluma.blogspot.com/2011/01/dogadaki-olusum-mekanizmas-dom.html 

 
Toplam blog
: 45
: 973
Kayıt tarihi
: 14.08.10
 
 

K.T.Ü.de paleontoloji ve tarihsel jeoloji öğretim üyesiyim (Prof. Dr.). Yeryuvarında hayatın oluşum ..