Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Eylül '12

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Kendime sakladığım ve saklandığım bir pazar günü

Kendime sakladığım  ve saklandığım bir pazar günü
 

Hani bazen evdeki hesap çarşıya uymaz ama uymayan her hesap da size dert olmaz ya işte böylesi dert olmayan bir uymazlığın ardından, size kalan gün sadece kendinizin olsun istersiniz. İstersiniz de hani, evde yokmuş gibi yapıp, artık çalmayan kapı zillerinden saklanmanıza gerek yoktur da,  ne çalan telefonları açarsınız ne de postalarınıza bakarsınız. Ya da postalarınıza baksanız bile, gün sizin olmalıdır ya hani; usulca ses çıkarmadan bakarsınız da izi bile kalmaz bakışınızın, kimseler bilmez.

Ya kapamaya kıyamayıp da sessize aldığınız telefonda arayanın adını görünce ne yaparsınız?..

Pazar sabahı erkenden kalkmak yakışık almazmış gibi yeniden yastığa sarılınca bir de rüyalara dalınca, öğleni buluveriyor insan. Böylece, gün ortası olunca günden bir şey anlamadığım bir güne dönüşüverdi pazarım ya; olsun, yine de benimdi. Penceremin perdesini araladım, açtım camı, şehrime günaydın demesem olmaz; hesap çarsıya uysa da uymasa da hep onunlayım ama postalarımı açıp “günaydın” demedim, dedim de onlar duymadı. :) Kendime saklandım ya bir kere, sobelenene kadar devam.

Çiçeklerime günaydın dedim, yitip giden o deli sıcaklıklardan sonra, artık iki günde kurumayan topraklarıyla, yeniden yeşillerine bürünmenin telaşında, yasemin kokularıyla “günaydın” dediler. Ben de sadece balkonu suladım. Kırmızı çiçekli mavi masa örtüsünü serdim; onun çiçekleri su istemedi. Ve ardından çiçekli kahvaltı kaplarımın eksilenlerini; peynir, zeytin, zeytinyağında ev salçası… doldurdum. Kıpkırmızı domates, yemyeşil salatalık doğramasam olmaz.  Bunları taşırken ekmekler yanmasa olmaz; yok yanmadılar, yanarmış gibi kokup kandırık yaptılar. Ama çaydanlık,  buharının sesiyle hiç kandırmadan “demlendim” diyordu. Hemen attım kendimi balkona, bir ben eksiktim kahvaltı sofrasında.

Televizyonu açtım; bu anlamsız, bu gereksiz, bu anlamsız, bu gereksiz… derken bir Türk filmine takıldım kaldım. Hani esas oğlanın, esas kızla tesadüfen rastlaşıverdiği, sonra esas oğlanın, sokakta kalmış esas kızı bekâr evinde konuk ettiği, ertesi sabah da kendisinin tertemiz, mis kokan bir eve, taze ekmek kokusuyla, sevgiyle demlenmiş çayın olduğu kahvaltıya konuk olduğu bir film. Ve o güzel şarkılar… Film ilerledikçe, araya giren ayrılıklar, buluşmalar, kırgınlıklar ve bunları anlatan, hani halâ her duyduğumuzda yüreğimize dokunan şarkılar. Hani bu filmlerle büyüdük ya… hani  “kötü”lerin bile iyi olduğu bu filmlerde yaşananların olmazlığını da  yaşadıkça öğrendik ya. Olsun, yine de yüzümde kocaman bir gülümsemeyle izledim; izledikçe gülümsemem eksilir gibi olurken, sevilene sunulan bir demet çiçeğin kokusu vardı ellerimde; sahiydi demek her şey; inandım!..  

Dalmışım… Bir kurbağa sesine aydım, prens mi gelmişti?  “Ne prensi, telefonun çalıyor” diyordu, yüreğimin sesini bastıran gri hücrelerim. Yeğenim, “biricik halacım” diye başladı söze; anladım.  Biriciktim(!) tabi; babasının hakkından gelmem için aramasının bir önemi yoktu. “İki gün için geldiğine değmez, daha çok gel” dedim. “Peki biricik halacım” diyordu.

Ve bir şarkı dökülüverdi ekrandan:  “Şarkılar seni söyler dillerde nağme adın” diyordu. Sesi titriyordu esas oğlanın, anladım “kötü” bişi olmuştu!.. Ama nasıl oldu anlamadım; sevdiği kızı, onun sevdiğini bilmeden seven en yakın arkadaşına bırakıyordu.

Sevgiler, karşılıksız sevgilerden yansıyan masmavilerle.

İyi pazarlar olsun.

 
Toplam blog
: 210
: 3227
Kayıt tarihi
: 29.03.07
 
 

Yazmak... Öyle güzel, öyle hoş ve öyle derin bir eylem ki!.. Olmazları bile oldurabiliyorsun. "Ke..