Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Mayıs '07

 
Kategori
Psikoloji
 

Kendine ait bir masa

Kendine ait bir masa
 

Son günlerde evdeki en yoğun gündem maddelerinden biri müstakbel çalışma masam. Emektar masam, yıllardır gece gündüz demeden mesai yapmaktan harap olmuş durumda. Değiştirmek lazım doğal olarak. Ama bu, benim için o kadar da kolay değil...

Hayatını okuyarak-yazarak geçiren insanlar bilir (özellikle benim gibi obsesif olanlar); çalışma masası seçmek zor iştir. Masanın ağacından tasarımına, yüksekliğinden enine kadar her şeyin tam istediğiniz gibi olması gerekir. Masa, aslında yalnızca bir masa değildir. Üzerinde dünyanızı kuracağınız bir gezegen, hayatınızı yansıtan bir ayna, üzüntülerinize/sevinçlerinize-yaratmalarınıza/yaratamamalarınıza şahit olan bir dosttur. Böyle bir masa bulmak zordur. Bulup alıştınız mı da ondan vazgeçmek... Bu nedenle yeni çalışma masamı seçebilmem için ev halkı seferber oldu. Kediler bile mobilya kataloglarında beğendikleri masaların fotoğraflarına patilerini koyarak bana yardımcı olmaya çalışıyor.

Hazır mı alsak, marangoza mı yaptırsak, hazır alıp marangoza değiştirtsek mi, ya sevmezsem, beğenmezsem diye sanki şu anda Türkiye’deki en önemli seçim buymuş gibi şizoid bir endişe içindey(d)im bugünlerde. Sağımda solumda kataloglar, elimde maragozun telefonu ne yapacağım bilmez halde otururken, bir an için kendime dışardan bakmayı (bir çeşit kaçış yolu mu acaba?) başardım.

Tüm bu arama-sorma-seçme sürecine dair tek anlamlı şey, kendime ait bir masaya sahip olabilmem durumuydu. Woolf’un da anlattığı gibi (Bkz. Kendine ait bir oda) aslında kendini gerçekleştirme ve kamusal alanda varolma (hem kadın hem de erkek için) tamamen ekonomik özgürlükle ilgili. Woolf’un da yardımıyla bunu erken keşfedip 18 yaşında çalışmaya başladığımdan yalnızca masamı (ve odamı) değil tamamıyla hayatımı kendime ait kılmayı başardım.

Ancak çoğumuz, hayatımızı kazanırken kendimize dair birçok şeyi de geride bırakıyoruz. Seçmek zorunda kalıyoruz: ya kendimize ait bir hayatı kazanacağız, o hayatı yaşayamamak pahasına; ya da kendimize ait bir hayat yaşayacağız, o hayatı kazanamamak pahasına…

Bu paradoksal sıkıntının, içsel dünyası gelişkin olmayan ve kazanıp tüketirken mutlu olabilen, üretip faydalı olmayı amaçlamayan küçük insanlar (Bkz. Wilhelm Reich, Dinle küçük adam) için sorun teşkil etmediği ortada. Ancak ötekiler için durum pek de böyle değil. Toplumsal (politik, ekonomik, sosyolojik vb.) meselelerle ilgilenmek isteyen, bilimsel çalışmalarla uğraşmayı düşleyen ya da sanat yapmak için yanıp tutuşan insanların kendilerine miras bırakacak bir aile büyüğü olmadığında (ki birden bire bu işlere dalıp yüksek maaşlar almayı, büyük paralar kazanmayı beklemek hayalperestlik değil de nedir) kendilerini gerçekleştirmek için tek çareleri kalıyor, o hayatı kazanmak. O hayatı kazanırken de diğer (içsel/esas) hayatı törpüleniyor, örseleniyor. Bir süre sonra kaybolup bir çocukluk hayali olarak parlıyor; çoktan sönmüş bir yıldızdan milyonlarca yıl sonrasına ulaşan ışık gibi.

Bu yazı bu çelişkiyi çözmeyi amaçlamak gibi bir hayali kovalamıyor. Bu yazı hayatı, onu oluşturanlara şikayet etmeyi de amaçlamıyor. Bu yazı yalnızca, birlikte geçirile(meye)cek keyifli zamanlar için satın alınacak bir çalışma masasını seçmenin ne kadar zor olduğunu anlatmayı deniyor.

Fotoğraf: www.allposters.com
 
Toplam blog
: 18
: 958
Kayıt tarihi
: 02.03.07
 
 

Hayatta herkesin güçlü bir duyguyla doğduğuna inanırım. Benimki merak. Küçüklüğümden bu yana dünyada..