Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ocak '21

 
Kategori
Öykü
 

KENDİSİ ÖĞRENMİŞ DE

Hikâye, bize pek de uzak olmayan kasabaların birinde bize pek de uzak olmayan zamanda geçiyor. Bir kadıncağız babası ölen delikanlı çağına gelmiş çocuğu için üzülüyor. Ne yapsam da onu eli iş tutar bir zanaatkâr yapsam da ben de ölünce çocukcağızım aç kalıp sefil olmasa diye düşünüyor. Düşüne düşüne günler geçerken bir gün pazarda bir çömlekçi görüyor. Tezgâhında envai çeşit el yapımı çömlekleri satan adamın keyfi hiç de fena görünmüyor. Kadının aklı bir yandan bu çömlekçinin yaptığı el işçiliği olan ürünlerde kalırken, pazarda ne var ne yok diye bakınmaya devam ediyor. Bir yandan elindeki kıt kanat para ile evin ihtiyaçlarını görürken bir karar vermeye çalışıyor.

Bakır, alüminyum, çelik kapların bu denli yaygın olmadığı zamanlar tabi. Porselenler ise saray mutfaklarının nadide parçaları olduğundan pazarlara düşmediği pazarda olmadığı için buralarda topraktan yapılan kaplar büyük bir itibara sahip.

Öyle ya da böyle değerli olan, az olur ve değerli olan şeylerin alıcısı hazır olur. Hiç siz altının, incinin, yakutun, zümrüdün pazar tezgâhında satıldığını gördünüz mü? Pazarda son ses inci satmak o günlerde de bu günlerde de görülmüş şey değildir. Her ne zaman pazara yakut düşerse, gökten düşmüş de insanoğlu işte o zaman dünyayı terk-i diyar eylemiş, kıyamet günü gelip çatmış demektir.

Kadın, kendi kendine “benim oğlum da çömlek zanaatını öğrense, yaptığı çömlek kapları gelip en azından bu pazarda satsa bir zanaatı, karnını doyurabileceği bir işi olmuş olur” diye düşünüyor. Gidip çömlekçiyle konuşmaya karar veriyor.

Çömlekçinin yanına geldiğinde çömlekçi onu başta müşteri zannediyor ama kadın susuyor. Müşterilerin almaya çalıştığı kap kacaklara inat o herhangi bir ürüne değil de sadece başı öne eğik müşterilerinin uzaklaşmasını bekliyor. Müşterisi bol olan adamın tezgâhının yanında öylece beklemesi adamı da meraklandırıyor. Acaba bir sadaka isteyecek de müşterilerin yanında olduğu için mi üzülüyor? Ya da bir tanıdığı evet başkası adına yardım mı topluyor diye aklından bin bir türlü soru geçen adam “neyse hali, çıkacak biraz sonra ortaya” diyor içinden.

İstekliler, isteyenler türlü türlüdür. Bunların bir kısmı devletin ya da oradaki belediyenin resmi görevlileridir ve genellikle üzerlerindeki elbiseleri, üniformaları onları diğer halktan ayırır. Zaten onlar patron edasıyla gelirler. Çünkü ellerinde güç vardır ve o güçle hareket ettiklerinden pazarcılara karşı korkusuz hatta biraz da üstten bakarak isteklerini direk doğrudan söylerler. Hatta kimi zaman işi abartanlar da vardır ki bunların amacı büyük bir bedel gösterip kendileri için bir rüşvet kapısı aralamaya çalışan, ölümü gösterip sıtmaya razı eden tiplerdir. Yukarıdan açtıkları hesapların pazarcı tarafından karşılanamayacağını bilirler.  O halde niçin bahsi yüksekten açarlar? Cevabı basittir aslında... Öte yandan dini bir kurum ya da vakıf adına gelenler de vardır bunlar da son derece cesurdurlar. Öyle yüzlerinde mahcupluk belirtisi göstermez, bilakis verilenler karşılığında cennetle müjdeledikleri kişilerin yanına tezgâhına gelmelerinin Allah’ın bir takdiri olduğundan emindirler. Bu tezgâhına geldikleri şahıs için hem büyük bir şans hem de büyük bir imtihan vesilesidir. Verdiği vereceği şeylerle hayır işleme kapasitesini artırmak kişinin elindedir, cennetin başköşesini garanti eden kişi elbette en çok fedakârlık yapabilendir. Hiç avuç dolusu ile çuval dolusu bir olur mu? O yüzden vermenin sınırı yoktur. Hem en çok veren en çok ihsana sahip olacağından malının bereketi artacak üstelik malı da verdiği ile tertemiz olacaktır. Bu verdiği nesneler, paralar, ziynetler kişinin öz alın teri bir şekilde ömrünün bir ürünü olduğundan ömrünü de Allah yoluna vakfetmiş sayılır. Uzun lafın kısası kadın bu gruplardan birine mensup olamayacak kadar mahcup, aynı zamanda dilenci olamayacak kadar da dilsizdi. Dilsiz illa diliyle konuşan demek değildir. Nice gözler vardır, dilleri nal toplatır söylerken yanında. Her tarafı kapalı olsa şayet bir tek, yalnızca gözlerini görseniz ve sussa tüm diller, gözler vardır ki neler, neler söyler? Bilirsiniz. Bedenin konuşma aracı dil değildir ki sadece, iletişimciler konuşmanın iletişimdeki etkisinin en fazla yüzde otuz olduğunu söylüyorlar ya bu geri kalan yüzde yetmiş insanın neresinden karşı tarafa iletiliyor dersiniz? Aslında demeye gerek yok siz de bilirsiniz. Duran bedende gözle beden duruşu, yürüyen bedende ayak vuruşu, iğdişin gidişi, kısrağın kuyruk sallayışı, burnunu göğe dikişi, nefesini şişirişi her hareket başkadır özünde anlar anlayan, anlamış olan bir adım değil fersah, fersah öndedir zaten.

Müşteriler geldi, müşteriler gitti, alan aldı, almayan sordu, haftaya sipariş edenler de oldu. Kimisi parasını peşin verdi, ayırttı, akıllıydı bunlar; tedbir akıl gereğidir, muhtemelen Nasreddin Hoca’yı biliyorlardı. Özümsemişlerdi hayatın akışına dair, insana dair kuralları; “parayı veren düdüğü çalıyor”, diğerleri havasını alıyordu ya malum.

Uzatmayalım adamın işi azalınca kadına döndü: Buyur yenge senin isteğin nedir? Görüyorum ki bana bir şey söylemek için bekliyorsun.

Kadın, görünmezlik numarasının işe yaramadığını anlıyor. Hâlbuki kendisi nasıl da suspus kalıp orada öylece sessizce bir eşya gibi, bir ağaç gibi; ağacın dalları rüzgârda salları, yaprakları hışırtı çıkarır o ise hiç hareket etmeden beklemişti. Mahcup bir tavırla cevap veriyor: “Hayırlı işleriniz olsun diyor. Evet, haklısınız, ben bir şey satın almaya gelmedim. İhtiyacım olmadığından değil de ertelemem gerektiği için alamıyorum, anlıyor musunuz beni? Yalnız benim sizden bir ricam olacak.”

Adam: “buyurun söyleyin” diyor.

Kadın: “Benim bir yetimim var” diyor. “Babası öldükten sonra kendisini okutamadım. Yaşı büyüyor, bedeni serpiliyor. Yarın öbür gün iyice serpilip büyüyecek ve bir delikanlı olacak. Lakin delikanlılık; mesleksiz, yeteneksiz adama rezil bir hayat verir. Bir insan mesleği olursa, zanaatı olursa belki kendine güven içinde yaşayabileceği bir hayat verebilir. O yüzden sizden siz de isterseniz bu oğlumu sizin yanınıza çırak vermek istiyorum.”

Adam durakalıyor. Kendi kendine bir müddet düşünüyor: İçinden karar alma şamasında olan insanların yaşadığı belli olan zamanalar vardır ya hani hepimizin günlük hayatta bunu her zaman bizler de yaparız. Birçok şey düşünürüz. Kadınsak erkekle ilgili, risklerini ve avantajlarını, erkeksek erkek formatında işte tam da o çağlarda beyin nelerle haşır neşirse birçok veriyi bir araya getirir, çarpar böler toplarız. Hesaplar yaparız. Kimi zaman anılarımız canlanır, kimi sözler de korkularımızı tetikler o anda. Kısacası herkes karar aşamasında binlerce veriyi farkında olmadan değerlendirir.

Adamın gerçi bu kısa zaman zarfında ne ya da neler düşündüğünü bilemesek de onun da bir şeyler düşündüğü belliydi. Birkaç saniye sonra cevap verdi: “Bizim zanaat sabır işidir, güneş olmaz işler durur. Güneş olmadan biz bunları yapamayız, su olmazsa dert başkadır, balçık bulamazsak ise bambaşka. O sabrı gösterebilmesi lazım. Aksi takdirde hem bana hem kendisine de zaman kaybettirir.”

“-Siz hiç merak etmeyin dedi kadın. Oğlum gerekli sabrı gösterecek. Göstermek zorunda siz de kabul ederseniz inşallah” diye de eklemeyi unutmadı.

Adam da elbette ki tecrübeliydi. İçinde şüpheler oluştu ama yine de “yarın getir, başlasın bakalım” dedi.

Kadın sevinçten havalara uçmasa da sevindiği, gözlerinde bir umut ışığı belirdiği açıkça belli oluyor hatta adama derin bir minnettarlık duyuyordu. Neşeli bir ses tonuyla: “siz hiç merak etmeyin, yarın sabahtan ben kendi ellerimle size oğlumu teslim edeceğim, inşallah bir yetime büyük bir iyilik yapmış olacaksınız.”

“Beklerim, sabah yedi buçukta açarım imalathaneyi.”

Kadın: “Allahaısmarladık o zaman, sabah yedi buçukta kendi ellerimle size teslim edeceğim” diyerek ayrıldı. Uzaktan konuşmalara kulak misafiri olan Çömlek ustasının kalfası Ali konuşmaların büyük bir kısmını duymuş meseleyi ise anlamıştı ama sormadı. Usta söylemek isterse söylerdi nasılsa. Adap kuralları gereği kadınla ne konuştunuz ya da kadın ne istiyormuş gibi sorular sormak yıllarca yanında çalıştığı İsa ustaya böyle sorular sorulmazdı. Ali de zaten sormazdı. “Sorulmadan söylemek”, sözün değerini düşürdüğü gibi, gereksiz sorular sormak da aradaki bağları istenmeyen durumlara getirebilir, saygı seviyesi düştükçe iş disiplini ve kalite ortadan kalkabilirdi. Sabır göstermek, her konuda olduğu gibi burada da sabırla söylenilmesini beklemek zanaat ve zanaatkârlığın önemli kurallarından biriydi.

Pazardan alıcılar yavaş, yavaş ayrılmış ve artık usta kalfasıyla birlikte tezgâhtaki eşyalarını özenle kutularına yerleştiriyorlardı. İlk konuşan İsa usta oldu. “Kadının yetimi varmış, oğlu meslek sahibi olsun istiyor. Yarın sabah bizim bir çırağımız olacak, hadi bakalım iyisin Ali kalfa, şimdi terfi ettin, bir çırağımız olacak.”

Ali: “İnşallah gerekli sabrı gösterebilir. Sabır olmadan ne olursa eksik olur. Fazla olsa dert, az olsa dert. Hayırlısı olur İnşallah.”

İsa usta: “Zaman gösterecek, annenin niyeti güzel, annenin niyeti salih de çocuk bakalım nasıl?”

Ali: “Sen bilirsin ustam, sen en doğrusunu bilirsin.”

İsa usta: “Önyargılı olmak iyi bir şey değildir ama tecrübe gereği annesi tarafından büyütülen erkek çocuklar biraz daha sabırsız olurlar. Çünkü anne şefkat doludur ama bu çoğu zaman erkek çocuklarca yanlış kullanılır. Bu durum da erkek çocuğun olgunlaşma süresini uzatır. Anne erkek çocuk ilişkisi ile baba erkek çocuk ilişkisi farklı olur. Baba gereksiz sert, anne de kimi zaman gerektiğinden fazla müşfik olabilir. Her şey çocuğa bağlı. Gerçi o bu durumun farkında olmayacak, olamayacak kadar tecrübesiz. Hayırlısı bakalım gün doğmadan neler doğar.

Ertesi gün haftanın ilk günü imalathanenin açılmasından birkaç dakika sonra anne oğul el ele kapıdan içeri girdiler. Anne nefes nefese kalmıştı. Belli ki ilk günden geç kalmak istemiyor ve çocuğunun bir iş sahibi olmasını çok da istiyordu. Çocuk on iki yaşındaydı. Biraz daha geç kalsalar karta kaçabilirdi. Malum; “ağaç yaşken eğilir” diye bir söz vardır, küçüklükte öğrenilen beceriler eşsizdir. Değerli tecrübeler bir tarafa çocukluk anıları, öğretileri bir tarafadır. Çocukluğu zengin olan, insan ömür boyu yoksulluk görmez. Çocukluğu fakir olanınsa dünyaları olsa ne olur? Dünyayı yaşanmaz hale getiren insanların büyük birçoğunun çocukluğunun, çocukluk, ergenlik sıkıntısı ile hayata başladıklarını görmezlikten gelmek sorunu ya da sorunları ötelemekten başka bir işe yaramadığını tüm dünya onlarca kez tecrübe etmektedir. Hayatları intikam alma ile geçen hayatlar aslında bir nevi geçmişle bitmeyen hesaplaşmadan başka bir şey değildir de çocukluğu mutlu geçen güzel insanların ömürlerini karartan bu hasta ruhların dünyaya verdiği zarar sanıldığından çok büyük ve çok boyutludur…

En basit işleri yapabilmek için icazet kurumlarından belge alınmasının gerekli olduğu bir çağda dahi hiçbir belge almadan yapılabilecek ne de zor işler vardır. Çocuk sahibi olmak… Bunun için belgeye ihtiyaç yoktur, eğitimiz de sorgulanamaz da her uğraş için bir dizi mesleki teknik eğitim, okullar diploma ve yeterlilik kurumları ve devasa bir pazarlar dizisi vardır. Herkes birbirinin üzerinde konumlanabilmek için devasa bir yarış içindeyken iyi insan olabilmenin, iyi anne ve baba olabilmenin, sağlıklı nesiller yetiştirmenin ölçüsü, ödülü belirgin bir hediyesi ise ne yazık ki yoktur. Üzerinde anlaşma sağlanmayan bir düzen bu konuyu nedense sorgulamaz, her şeyi pazarlayan bir “düzen” asıl yakıtı insan olan düzen böylece günden güne yapay gündemlerle insanı kendine esir etmiştir ve etmeye devam eder.

İlk gün işte oldukça istekli görünen çocuk böylece birkaç hafta sonrasında bir ayı tamamlamıştı ki artık işe geç gelmeler de başladı. Haftalıklarını düzenli olarak ödeyen ustası çocuğu yaptıklarına göre küçük ödüllerle, kimi zaman da küçük cezalarla hizaya sokmaya çalışsa da çocuk son zamanlarında işe kalfadan sonra değil, ustadan bile sonra gelmeye başlamıştı ki son haftalığını aldıktan sonra işe gelmedi.

Usta hastadır belki diye ilk gün umursamadı, ikinci üçüncü gün de gelmeyince dördüncü gün çırağının evine gitmeye karar verdi. Öyle ya bir derdi olabilir, ağır bir hastalığı olabilir, amansız bir hastalığa tutulmuş da olabilirdi. Dahası anne oğul yaşayan çocuğun annesinin başına hastalık gibi bir durum gelmişse belki çocuk o yüzden de işe gelememiş olabilirdi. Ya da kendisi belki ustası olarak farkında olmadan çırağının kalbini kırmıştı. Bu düşünceler kafasında cirit atarken kadın ve çocuğun evine geldi. Kapıyı önce bir kez çalınca kapı açılmadı, bir daha ve sonuncu kez yani üçüncü kez kapıyı çalınca kapı açıldı. Anne açtı kapıyı. Düşündüğü durumlardan hiçbirisinin olmadığını gören İsa ustanın içi rahatlamıştı derin bir nefes aldı ve sordu?

“-Musa usta işe gelmiyor, hayırdır bir sorunu mu var? Hasta mı yoksa?

-“Hayır hasta falan değil” dedi annesi.

-“Size mi bir şey oldu ya da siz mi hasta oldunuz?”

-“Yok” dedi kadın biraz daha vücudunu dikleştirerek, “gördüğünüz gibi ben de turp gibiyim.”

-“Ya o zaman neden dört gündür işe gelmiyor?”

-“Siz de dediniz ya Musa’m, oğlum artık usta oldu. İşi öğrendi.”

-“Bu kadar kısa zamanda mı? Nasıl olur?” Diye sordu İsa usta iyice gözlerini açarak. Şaşırmış bir haldeydi.

Kadın İsa ustaya tepeden bakarak: “Ne var ki canım, balçığı alıyorsun, su çeşmeden güneş zaten havadan, kalıba yerleştir, çevir, çevir sonra güneşte kurumaya bırak, oldubitti işte bu kadar.  Benim oğlum çok zekidir, işi öğrendi artık kendisi dükkânını açıp kendi kendine çalışacak ben de pazarda yaptıklarını satacağım.  Ana oğul geçinip gideceğiz.”

Vereceği emeğin heder olacağına iiyice kanaat getirmiş olan İsa usta rahatlamıştı. Tereddütsüz cevap verdi: “Vay uyanık köftehor, bizim yıllar boyu öğrendiğimiz her şeyi bir ay demeden bellemiş de bir de kalkıp annesine öğretmiş…”

 

 

 

 
Toplam blog
: 2271
: 163
Kayıt tarihi
: 15.10.14
 
 

Bugünün doğrusu yarının eğrisi, dost görünenler düşman ve herşey aslında zıddı olabilir. Büyük ih..