Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Kasım '13

 
Kategori
Kitap
 

Kenizé Mourad’ın ilk romanı

Kenizé Mourad’ın ilk romanı
 

Solda Hatice sağda çok güzel olduğu söylenen Selma Sultan


Kenizé Mourad (KM), De La Part de la Princesse Morte (Ölmüş bir Prensesten) adlı annesi Selma Sultan’ın 29 yıllık yaşamını anlatan ilk romanını Fransa’da 1987’de yayımlamış, kitap orada bir milyondan fazla satmış ve 30’un üstünde dile çevrilmiş. Anlaşılan 1990’da dilimize Saraydan Sürgüne adıyla kazandırılıyor; oysa Bilkent Üniversitesi’nin girişinde Ankuva’daki kitapçıda ilginç bulmayarak aldığım yere bıraktığım gün, sanki 1990’ların sonuydu ve o sıralarda adı yeni yeni duyuluyordu. İstanbul’da Fransızca kitap bulmak zor olmasaydı belki yine de bu yaz alıp okumazdım. ‘Kadınları oyalamak’ için yazılmış bir roman olduğunu düşünüyordum çünkü. Aslında bu çok da yersiz bir saptama değil, macera, ihtişam, düşüş, yeniden yükseliş, harika ama âşık olunmayan bir koca, aslında sevilmek isteyen bir kadın, mutsuz aşklar. Yine de Türk dizilerine benzediklerini varsaydığım (çünkü okumadığım) kadınlara yönelik aşk kitaplarında olmayacak denli bir araştırma yapmış KM, gazetecilik deneyimini kullanarak ve 20. yy ilk yarısında Türkiye, Lübnan, Hindistan ve işgâl öncesi ve sonrasında Paris’te yaşananları, kimi siyasîtartışmaları okuyucuya taşımış. Sonuçta KM’nn ilk romanı, beni, bu satırları okuyorsanız da kadın erkek hepinizi oyalamayı başarıyor.

Birçok sanatçı, anne ve babasını yapıtlarında anlatabilir. Ama bunlar iyi kötü anne ve babalarıyla yaşamış; ya da onları başkalarından bol bol dinleme olanağına sahip olmuşken, KM bir yaşındayken, 1940 sonlarında annesi ucuz bir otel odasında açlık ve fakirlik içinde ölüyor. O sırada yanlarında bir tek, müteveffa anneannesi Hatice Sultan’ın emektar harem ağası Zeynel kalmış. Adamcağızda ne doğru düzgün Fransızca var, ne para! Güç belâdini kurallara uygun bir şekilde Selma Sultan’ı Paris’teki bir Müslüman mezarlığına gömdürdükten sonra, alıyor Kenizé’yi İsviçre elçiliğine teslim ediyor. Sonrasında kendisinden bir daha haber alınamıyor. O korkunç kışta ve işgal altındaki Paris’te nasıl öldü kimbilir zavallı. Bu aileye sonsuz bağlılığı ise hem etkileyici hem acıklı. Neredeyse romanda en çok etkilendiğim karakter Zeynel oldu bu özverisi ve ölen efendiden kızına ve birkaç gün için olsa da en sonunda torununa kalmasıyla. Tekrar yazara dönecek olursak, Hindistan’ın 1947’de bağımsızlığını kazanmasıyla beraber tüm servetini kaybeden raca babasını ise ancak 21 yaşındayken 1960’ta tanıyabiliyor KM. Çarşaf altında geçirdiği bir altı aydan sonra Sorbonne’daki sınavlarını bahane ederek oradan geri Paris’e dönüyor. Sonrasında babasıyla tekrar yaşadıklarını sanmıyorum. Demem o ki ne annesini ne babasını bilerek (onlardan tek bir şey yokmuş, ne bir fotoğraf ne bir mendil, her şeyi çalışarak kendi toparlamş) ; geniş Osmanlı ailesine de geç ulaşarak yetişmiş KM’nin anne ve kısmen de babasını anlatması ilgimi çekti. Hemen hemen hakkında hiçbir şey bilmediği, bir yandan da soylu oldukları için tarihîsayılacak bu kişileri zaman zaman –tahayyül ederek de olsa -- mahrem yönleriyle yazıya aktarmasını değişik, cesur buldum ve kendi açısından da sağaltma işlevi görmüş olabileceğini düşündüm.

Romanın dört bölümü var : İstanbul, Beyrut, Hindistan ve Paris ve dördü de ayrı nedenlerden dolayı ilginç. İstanbul bölümü, Abdülhamit’in öldüğü günle başlıyor ve 1924’te Osmanlı ailesinin sürgün edilmesiyle bitiyor. Bu bölümün hiç görünmeyen ; ama en az yaşamlarını izlediğimiz Hatice ve Selma Sultan ve yalılarındaki diğerleri kadar önemli kahramanı ise Mustafa Kemal. Ben Kurtuluş Savaşı’nı, KM’nin kahramanların ağzından dramatik sahnelerle anlatmasını acemice buldum. Bu sonraki Lübnan ve Hindistan bölümlerinde de devam eden bir teknik olmuş (gerçi o bölümlerde daha çok entelktüel tartışmalar halini almış, dramatiklik azaltılarak). Konuyu da üç aşağı beş yukarı bildiğimiz için tarihîolayların anlatılması beni sıkarken saraydaki Osmanlı gelenekleri kısmı ilgimi çekti. Tabii KM aslında bir tez işliyor. Diyor ki Mustafa Kemal’i ülkeyi kurtarması için Vahdettin Anadolu’ya yolladı, o yüzden aile ona sonsuz sevgi besliyordu, neden sonra Mustaf Kemal Osmanlı ailesine cephe aldı. Bu artık neredeyse birçok kişinin kabul ettiği bir tez. Belki ilk yaygınlaştıran KM olmuştur. Ailenin son günleri ise bildiğim şeylerden değildi. Yani Kemalistlerin saldıracağı korkusu yayılıyor, açık hedef haline geliyorlar. Doğru mu yanlış mı bilemem ; ama bir seferinde halk onlara tacizi engelliyor. Daha ilginç bulduğum Osmanlı saray adabına gelince (çocukken bile prenseslerle annenin babanın siz diye konuşması, terzilerin ölçü almaya geldiklerinde aile bireylerine dokunamıyor olmaları, soylu çocuklar arasında sıralama kuralları vb.), insan bunlar Mahmut II veya Abdülmecid’le mi oluşmuş kurallar diye merak ediyor.

Beyrut kısmı 1924-1937 yıllarını anlatıyor, Selma Sultan’ın gençlik yılları. Aile fakirleşmiş ; ama Hatice Sultan kendini ziyarete gelen zengin Hıdiv kızını karşılarken onu ezmeyi başarabiliyor ; ya da meraklı Beyrut sosyetesinin davetlerine icabet etmiyor. İsteyen beni ziyarete gelir diye. Anlıyoruz ki daha yüksek mevkide olan altta olanı ziyaret etmezmiş Osmanlı’da. Peki bu etiket Marie-Antoinette için de geçerli miydi acaba ? Ama kaçınılmaz olarak Selma Sultan balolara gidecek, Lübnan’ın aklımızda hiçbir şey kalmayan bağımsızlık tartışmalarına tanıklık edecek ve Vahid adlı bir Dürzi gençle bizim hoşumuza gidecek bir mutsuz aşk yaşayacaktır. Neden seviyoruz bu aşkı ? Kızımız güzel ve Batılı, bir baloda bir Fransız subayı ile dans ederek daha tutucu ; ama tutkulu Vahid’i çileden çıkaracak, onun sıcak yazlarda serin dağ evine arkadaşlarıyla gezmeye gidecek filan. Ama Vahid bağımsızlık mücadelesinde zengin bir kadınla evlenmeyi tercih edince, Selma, annesinin bulduğu Hintli bir raca ile onu hiç görmeden evlenmeyi kabul edecektir. KM 1982’de Lübnan’da gazetecilik yapmış. Herhalde burada aktardığı politik tartışmalar da onun için önemliymiş ki koymuş. Bu aktardığı aşk gerçekten yaşandı mı ona sormak isterdim, daha doğrusu nasıl öğrendiğini. Bir başka ilginç dönem ise Hatice Sultan’ın her an Türk halkı Mustafa Kemal’e isyan edecek ve bizi tekrar çağıracaklar bekleyişi. Onlar için Atatürk, bizler için Erdoğan gibi bir şeymiş. Tekkeler kapatılıyor, hop ayağa kalkıyor Hatice Sultan, çarşaf yasaklanıyor yine heyecenlanıyor ; ama o halk Atatürk’e hiç başkaldırmıyor ve Hatice Sultan büyük bir kafa karışıklığı yaşıyor Türk insanıyla ilgili.

Hindistan kısmında da politik tartışmalar aklımızda kalmasa da en azından Kongre partisinin 1930’larda bile olduğunu ; hattâseçim kazandıklarını, bazı Hindu ulusalcı tutumlarıyla Müslümanları tedirgin ettiklerini öğrenmek ilginçti. Yani İngilizler bağımsızlık isteyen bir partiyle yan yana çalışmışlar o yıllarda. Bu bölümde KM babasıyla çarşafa girerek geçirdiği altı aylık dönemden bolca esinlenerek yazmış olmalı. Annesi Selma Sultan’ın harem hayatından nasıl sıkılmış olabileceğini düşünüp anlatmış. Bu bölümdeki cinsellikle ilgili kimi sahneler ilginçti. Babasının annesine zorla sahip olduğunu anlattığı bir sahne var örneğin. Sonra Selma’yı lezbiyen ilişkiye yöneltmeye çalışan bir Hintli kadın. Tam anlayamadığım sanki Selma da kocası Amir’in kızkardeşi Zehra’ya böyle hisler beslediği sanısına kapılıyor ve çareyi kızcağızı 16’sında Amir’in en yakın arkadaşıyla evledirmekte buluyor (ve bunu yaparak kendisini karşılıksız seven tek kişi olan Zehra’nın sevgisinden mahrum bırakıyor). Kocası ile ilişkileri iyice bozulduğunda bu sefer Zehra’nın kocasına sarılıp ben sana hep âşıktım mı diyor ? Adam da onu sevdiğini sanırım ifade ediyor da bir şey olmuyor. Hindistan bölümü, aynı zamanda Selma’nın devrimci kadın rolü oynamaya çalışıp başarısız olduğu bölümler olmasıyla da acıklı bir komikliğe sahip. Fakir köylü kadınları ziyarete giderek tabuları kırıyor, hastalıkları bilimsel yöntemle tedavi ederek başarı kazanıp hem seviliyor hem eski kafaları huzursuz ediyor ; ama kadınlar bizim için okul açtır dedikleri halde bu düşünceyi kocasına kabul ettiremiyor. Yine bu temasları sırasında tanıyıp sevdiği bir köylü kadının dul kalınca yakılması da onu sarsıyor (birkaç gün kadar sanırım), suçluları cezalandırtma çabası sonuca ulaşamıyor. Halife torunu olduğu için Şii prens Amir’in onunla evlenmesi de ilginç bu arada (Şiiler Osmanlının halifeliğini kabul ediyor muydu ?). Bu baskıcı ortamdan gebe kalınca çocuğu doğurmak üzere Paris’e giderek çıkabiliyor.

Paris bölümünün asıl trajik yanını zaten başta anlattım. Burada en çok garibime giden Zeynel'in 1924'te İstanbul'da bıraktığı sevgilisine 14 yıl sonra hâlâmektup yazıyor olması.

Aşağıya KM ile yapılan iki söyleşiyi ekliyorum. Hiç evlenmemiş olması, ikinci romanı nedeniyle Fransa’da kara listeye alınması filan üzdü beni. Annesini kurgulamak zorunda kalması da. Genel olarak yine de iyi bir roman, ben belki Fransa’da onu kara listeye sokan Filistin-İsrail romanını da okurum .

Bu gazetecilik ve yazarlıkla ilgili söyleşisi : http://herald.dawn.com/2013/04/15/kenize-mourad.html

Bu da ailesi ile ilişkisini anlattığı söyleşi. Topkapı Sarayı’ndaki Türklüğe kabulü ve Paris’ta prenses akrabalarıyla ilk karşılaşma kısmı güzel :

 
Toplam blog
: 19
: 865
Kayıt tarihi
: 11.06.12
 
 

Sabancı Üniversitesinde Endüstri mühendisliği dersleri veriyorum. ..