Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Nisan '08

 
Kategori
Öykü
 

Kent düellosunu kaybetmiş iki yitik kimliktik

Kent düellosunu kaybetmiş iki yitik kimliktik
 

Üç gün önceydi, aylak aylak sokakları dolaşırken, ara sıra ayaküstü sohbet ettiğim ama fazla bir dostluğumuz olmayan öğretmen arkadaşa rastladım. Gökyüzünde kurşuni bulutlar, mevsimin ilk yağmurunu taşıyordu iklimimize. Her taraftan insanlar bir yerlere koşturuyorlardı. Kalabalıklar içinde tutunacak bir insan, sığınacak bir liman arıyordu bu yaralı dostum.

Sarıldık ve onu bu kentin ıslak sokaklarından uzaklaştırmam gerektiğini anladım. Evime çay içmeye davet ettim, belki anlatır, acılarını paylaşır ve birazcık da olsa rahatlardı. Şair Özdemir Asaf bir şiirinde diyordu ya; “seni benden ayıran bu yalnızlık/paylaşılsa/ yalnızlık olmaz.” Kendisini yalnız hissetmesini istemiyordum. Evime gittik, oturduk bir süre, genel şeylerden konuştuk, sonra çok sevdiğim Albino’nun Adacio’sunu teybe koydum, yanına oturup gözlerine dikkatlice baktım ve anlatmasını bekledim…

Her şeyin tamamlanamadığı, bir şeylerin mutlaka eksik kaldığı bir sayfadan bahsediyordu. Doğrusu bu ya o sayfayı da çoğumuz biliyorduk. Bir süre sustum. Yorgundu, kuşkuluydu ve en önemlisi umutsuzdu. Yağmur yağıyordu dışarıda, kentin bütün kirlerini temizlemek istercesine. Pencere kenarında bir yandan dışarıyı süzüyordum, bir yandan da sohbeti açıyordum.

Sevdiğini söyledi, emek verdiğini, onunsa hiçbir zaman emek vermek istemediğini, ilişkilerinin kopukluğunu, kapitalist ahlakın onu buna zorladığını anlattı. Telefon etmesini istedim, saatine baktı, zamanı uygundur evdedir şimdi diye kendi kendine mırıldandı. İki adımlık uzaklıkta olan telefona yürüyecek gücü kalmamış gibi bir hali vardı. Hayatının en zor ve en uzun iki adımıymış gibi ağır ağır ayağa kalkıp nihayet telefonun üzerinde bulunduğu masaya sokuldu. Tuşlara, sevgilisinin saçlarına dokunuyormuş gibi yumuşak ve uysal bir biçimde dokundu, son numarada aniden durdu. Israr ettim, kaçış neyi değiştirecekti ki… Son tuşa da basınca, odadan çıktım.

İki sevgilinin farklı iklimlerde de olsalar konuşacakları şeyleri vardır, konuşacak şeyleri onların diline bıraktım. Salona geçtim, sehpanın üzerinde bir süre önce yarım bıraktığım Çerkez Şair İshak Meşbeşe’nin şiir kitabı gözüme çarptı. Kaldığım yerden okumaya başladım.

Sokağımızdan/ sevdiğim geliyor/ kalbimden geçenleri bilmeden/ geçip gidiyor/ bir kez bile bakmadan… Gece karanlığında/ duyuyorum ayak sesleri/ dönüp bana uğrar mı?/ bilmeden kapımı açar mı?... küçük kalbim/ ağrıyor düşüncem düşünürken/ nereye gitmek istiyorum/ yoksa bir başka geceyi mi seviyorum…

Tam şiiri bitirmiştim ki, sertçe kapanan telefon sesi ile irkildim. Odaya döndüğümde o mahcup, o kırılgan dostum hüngür hüngür ağlıyordu. Duvarın dibinde elimle saçlarına dokundum, camdan dışarıya bakma ihtiyacı hissettim, uzun süre boşlukta durdu bakışlarım. Hayat bir yerlerde devam ediyordu ve biz boylu boyunca kedere boyanmıştık, keder de hayata dâhildir dedim kendi kendime. Sonra tekrar arkadaşıma döndüm, bir an için ne söylemem gerektiği konusunda kararsız kaldım. En iyisi sarılmaktı…

Artık hava kararmıştı, gitmesi gerektiğini söyledi, tam çıkarken dostum son sözlerini söyledi; “Önce kavgam ve sevdam vardı, şimdi ise sevdam bitti, kavgam kaldı.” Onu yolcu ettim, salona döndüm, sonra düşündüm; kavgasız bir sevda ya da sevdasız bir kavga neyi ifade eder ki.

Gece çökmeye başlamıştı, artık kendi kaçışlarımıza yol almanın zamanı gelmişti. Biz o gün kent düellosunu kaybetmiş iki kimliktik.

Ben tekrar İshak Maşbeşe’ye döndüm…

28.09.1997

 
Toplam blog
: 67
: 1679
Kayıt tarihi
: 11.08.07
 
 

Adıyaman'da doğdu. ilk ve ortaöğrenimimi yatılı bölge okullarında okudu. İzmir 9 Eylül İktisat Fa..