Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Nisan '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

kenya gezi notları

kenya gezi notları
 

kenya, nyehururu yerleşimi yerlileri


Nedense, Kenya ve Tanzanya'ya gitmek, bu ülkelerde safari yapmak hep ertelenecek bir proje gibi görünürdü de; Zanzibar'ı son zamanlarda adam akıllı düşünür olmuştum. Ama, şu günlerde, bir gezi hazırlığım yoktu. 28 Ocak'ta, oğlumun Kırklareli'nde, askerlik görevi bitmiş, alıp, evimize gelmiştik. Aynı gün, Ankaralı Gezginlerden, bir arkadaşımın maili geldi. 6 Şubat’ta Kenya ve Tanzanya’ya gideceklerini yazıyordu. O anda, malum şeytan, kanıma giriverdi, “ ben de geleyim “ diye yazdım. Tesadüf bilet buldum ( THY Nairobi gidiş – dönüş 534 €, Trek Turizm 8 taksit ), son Balkanlar gezimden artırdığım ve o günden bu yana kumbaramda biriktirdiğim dolarlar da bana yetecekti herhalde. Dört kişilik gruptan, iki arkadaş 20 Şubat’ta dönecekler, ben diğeri ile 25 Şubat’ta dönecektim.

Gezilerimin olmazsa olmazlarından Lonely Planet rehber kitaplarından “ Africa “ isimli kitabı, yeni baskısı yakında çıkacağı için, piyasada zar zor bulabildim. Karınca duasını andıran küçücük harfleri ile gözlerime işkence ederek, hedef ülkeleri tanımaya, çalışmaya, notlar almaya başladım.

06 ŞUBAT 2010 ( İSTANBUL - NAİROBİ )

Günlerdir süren bilgi derleme ve sırt çantamı hazırlama gayretlerim, öğlene kadar sürdü. Her uzaklara gidişimde, ailece mutadımız olan, veda yemeğimi, eşim, oğlum, gelinim, kızım, damadım ve en çok özleyeceğimi bildiğim torunumla yedikten sonra, Atatürk havaalanına getirdi oğlum ve eşim beni.

Ankara’dan gelen gezi arkadaşlarımla buluşarak, fiyakalı kapısında “ longe “ yazan, salona giriyor ve ilk planlarımızı yapmaya başlıyoruz.

Kenya, özellikle Tanzanya, sarı humma hastalığı açısından risk taşıyor, bu nedenle; gezilecek ülkeye gitmeden on gün önce, Hudut ve Sahiller Sağlık Müdürlüğünde sarı humma aşısı olmak gerekiyor. Bu aşıyı yaptırmış, ayrıca, yine potansiyel bölgesel hastalık olan sıtma önlemi olarak da; geziden bir gün önce başlayıp, gezi süresince ve gezi dönüşü de bir ay kullanacağım Tetradox isimli hapları kullanmam yolunda ikaz almıştım, görevli doktordan. Ayrıca da, sivrisineklerle temas etmemek için, mutlaka sinek kovucu krem veya sprey kullanmam önerilmişti. İşte, bu sinek kovuculardan metal tüpte olanlar x-ray’de görülünce, güvenlik görevlileri el koydu. Allahtan, bir tane plastik tüplü vardı, onu kurtarabildim.

Salonda uçağa geçiş saatini beklerken, yirmi dakika rötar geldi. Yolcuların çoğu, Afrika’ya daha doğrusu Kenya’ya gidecek yabancılarla dolu. THY, son zamanlarda, Arapların low cost firmaları gibi, Avrupa ile Asya ve Afrika arasında aktarmalı uçuşları hayata geçirince, yoğun talep görmeye başladı. Uçak tamamen dolu. Malum, uyanıp uyanmalar, hava boşluklarına düşmenin verdiği tedirginlikler, yiyeceklerin servis edildiği, bebeklerin yemek kapları büyüklüğündeki kaplar içinde gelenleri, üzerime veya yere düşürmemek gayretiyle geçti yolculuk. Dün akşam 20.00 de başlayan yolculuk, Kenya saati ile ( saatleri bir saat ileri almıştım ) sabah 03.13 ‘de Nairobi’nin, Jomo Kenyatta havaalanında sona erdi.

Kenya ve Tanzanya gezilerinin ana nedeni safari için, Kenya topraklarında yapmayı düşündüğümüz Masai Mara Milli Parkına gitme planımızı değiştiriyoruz. Zira, içinde bulunduğumuz mevsim, periyodik göç döngüsünün, Mayıs ayına kadar Tanzanya’nın güneyindeki Serengeti, Ngorongoro ve civarında durakladığı döneme denk düşüyor. İnternetten aldığım “ büyük göç haritası “ , 1300000 öküz başlı antilop, 195000 zebra, 360000 impala, yırtıcı ve leş yiyiciler ile binlerce kuşun, bu coğrafyanın taze ve bol otlarında konakladığını gösteriyor. Bu nedenle, önce Tanzanya’ya gidip, dönüşte, duruma göre, Kenya vahşi yaşamına girme planı yapıyoruz.

18.02.2010 ( ZANZİBAR-stone town - MOMBASA - NAİROBİ )

Geçen on iki günlük sürede, Tanzanya’nın Serengeti Milli Parkında ve Ngorongoro Krater Çukurunda safari yapıyor, Arusha, Moshi , Dar es Selam derken feribotla Zanzibar’ın Unguja Adasına geçiyor, Stone Town’ı merkez yaparak, Hint Okyanusunun harika adasının mercan sahilleri, Nungwi ve Paje’nin, insanı başka boyutlara sürükleyen panoramasında dolaşıyoruz.

Bugün, Stone Town havaalanında, başladığımız uçuş, Mombasa aktarmalı olarak devam ediyor, sonunda Nairobi’ye iniyoruz. Nairobi havaalanında uçuş trafiği hayli yoğun olmalı, uçağımız, iniş talimatı beklerken üç büyük tur atıyor kentin semalarında.

Havaalanı çıkışında, prepaid ödemeli bankodaki kız, ısrar karşısında, Nairobi taksi bedelini 15000 Ksh’den 10000 Ksh’e indiriyor. ( 1$=73 Ksh Kenya Şilini ) . Nairobi kent merkezi ile Jomo Kenyatta Havaalanı arasındaki 15 km.lik yol, giderek yoğunlaşıp, sonunda kilitleniyor. Yaklaşık, bir saat sonra, konaklamayı planladığımız Okwood otelin önünde iniyoruz, ama elimizdeki bilgilerin tersine, 90 $ fiyatı duyunca, otel arayışı başlıyor. LP’nin Nairobi kent merkezinde işaretlediği otellerinin büyük kısmı, ya çok pahalı, ya da dolu. Sonunda, Hotel Embassy’de 15 $/gece fiyatla yer bulabiliyoruz.

İlk görüşte, Kenya, daha doğrusu Nairobi, Tanzanya’ya göre çok daha gelişmiş bir yerleşim. Caddeler, şık mağazalar ve insanlarla dolu.

Akşam yemeği olarak Wimpy’de tavuk- cips alıyor, fakat beğenmiyorum ( 380 Ksh). Hava kararıyor, hala kalabalık caddelerde yapılan keşifler sonrası, uyku ele geçirmeye başlıyor, odama dönüyor, banyodan sonra, yatağımın üzerinden sarkan cibinliği açıp, çepeçevre korumaya alıyorum kendimi sivrisineklerden.

19.02.2010 ( NAİROBİ )

Henüz, ortalık aydınmadan, ortalığı kaplayan insan sesleri ile uyanıyorum. Oda penceresinin hemen karşısındaki City Market ( kent pazarı ) binasının bahçesinde, mangal yakan, bıçak bileyen, süs çiçeklerini ayıklayıp istifleyen bir sürü insan, günlük yaşam kavgasına başlamışlar bile.

Embassy Hotel, gençliğinde oldukça sükseli bir otel olmalı. Akşam, banyo yaparken, kendimi, ayaklı küvet ve ucundaki yıpranmış ama hala estetik batarya takımı arasında, bir İngiliz şatosunda hissettim. Belki de; adı gibi, bir zamanlar elçilik binası idi.

Sabah kahvaltısında hedef; Hilton Otelinin devamındaki Mama Ngino caddesinin, tam Muindi Mubingu caddesine kıvrıldığı noktadaki Cafe Helena. Tezgahtaki samosaları görünce, başka bir istek gelmiyor içimden. Asya gezilerindeki kurtarıcı samosalardan ( içine sebze veya kıyma doldurulup, yağda kızartılmış hamur ) iki tane alıp ( 2x40 Ksh ), yanına da siyah çay söylüyor ( 60 Ksh ), böylece, Nairobi sabahına keyifli bir kahvaltı ile başlamış bulunuyorum.

Sırada en korktuğum konu var. Korkma nedenim, önümüzdeki dört gün gitmeyi düşündüğüm Nakuru Milli Parkı ve Kenya Dağı treking’i için, ciddi bir safari firması bulamamak. İnternet araştırmalarımdan, ciddi bir firma olduğunu hissettiğim Planet Safari’nin bulunduğu Moi Avenue’de Sonalux binasını ve 9. katı biraz aradıktan sonra buluyoruz. Terk edilmiş bir ofisle karşılaşınca, taşındığını anlıyorum. Yeni adres de yazmıyor. Gerçi, bu coğrafya’da safari düzenlemek öyle karlı olmalı ki; aynı binada bulunan diğer firmaların bunu söküp atmaması mümkün değil. Birkaç kişiye soruyorum, “ apay “ gibi bir şeyler söylüyorlar. Aşağı inip, ne yapacağımızı düşünürken, cebinden Planet Safari’nin kartını çıkartan bir ayakçı, taşındıkları yeni adrese götürebileceğini söylüyor. Sonalux binasında, girdiğimiz birkaç firma hiç güven vermeyince, çaresiz takılıyoruz peşine. Bir yerlere telefon ediyor, az sonra önümüzde duran minibüsten inen şişman kız, iki gencin oturduğu minibüse binmemizi istiyor. Biniyoruz, az sonra Central Market önünden geçerek, kaldığımız Embassy Otelin hemen yanındaki Bridges restorana sokuyor bizi. Kız, gayet rahat masaya oturuyor, ben; “ ne yapacağız burada, bizi ofisinize götür “ diyorum. Kalkıyoruz, birkaç kavşak sonra, yol kenarında, minibüsten indiriliyor ve başka bir otomobile transfer ediliyoruz. Bu kez, başka bir ayakçı ile ikide bir Jomo Kenyatta Havaalanına giriş kartını gösterip duran gencin arasına oturuyorum. Bakalım başımıza neler gelecek derken, hızla Nairobi dışına yöneliyor otomobil. “ Yahu, nereye gidiyoruz ? “ sorumun cevabı, “ Havaalanı “ oluyor. Ofisleri oradaymış. “ 15 km. gidilir mi ? Başka ofisiniz yok mu ? “ deyince de; İngiltere Konsolosluğunun da bulunduğu Upphill denen lüks bir semte yol almaya başlıyoruz. Sonalux binasında “ apay “ şeklinde anladığım yer, “ upphill “ imiş, şimdi anlıyorum. Sükseli, ağaçlıklı bir yoldan giderken, birden tarlaya benzer bir yola sapıyorlar. Ne oldu demeye kalmadan, yüksek demirli bir kapının önünde duruyoruz. Bir bekçi gelip kapıyı açıyor, büyükçe bir binanın önünde inip, içeride, nü resimlerin olduğu bir salona alıyorlar. İfadelerine göre, safariye katılanların konakladığı yermiş burası. Onlar üç kişi, kıran kırana bir pazarlığa başlıyorum, dilimin döndüğünce. Kan ter içinde bir halde, Rift Vadisi, Nakuru Milli Parkı ve Kenya Dağı civarında treking içeren, üç gece, dört günlük bir program için, adam başı 280 $ ‘a anlaşıyoruz. Ne yaptıysam, daha aşağı inmiyor, ya standartları düşüyor ya da, bir gece azaltıyorlar. Tanzanya’da olduğu gibi, Kenya’da da, milli park girişleri çok pahalı. Tanzanya’da Serengeti Milli Parkında gözümle görmüştüm, şöförümüz Benny, elinde 333 $ makbuzla dönmüştü, girişteki ofisten. Bunlar da, belki biraz abartarak, milli park girişlerinin 60 $ olduğunu söylüyorlar sürekli. Paramızı verip, sözleşmemizi alıyoruz. Neredeyse, saatlerdir biz bekleyen araçla, Embassy Hotel önüne getirip bırakıyorlar bizi. İnternette forumlarda, safari turları hakkında hiç de iyi şeyler okumamıştım, inşallah, sorun olmaz.

Pazarlık yormuş, germiş olmalı. Otelin hemen yanında, Nairobi’li ekabirlerin geldiği Bridges restoranda yediğim, sebzeli köri ve çapati ( bir çeşit ekmek ) ile gevşiyor, Nairobi’ye ısınmaya başlıyorum ( 360 Ksh ).

Sırada Nairobi Milli Müzesi var. Haritaya göre, Uhuru ve Central Parkların yanından geçerek, ilerliyoruz müzeye. Bu parklar, kentin akciğeri imiş, son gün buraları gezmek niyetindeyim. Afrika’da, böyle yeşil, bakımlı bir kent bulabileceğimi hiç tahmin edemezdim. Üç buçuk milyona yaklaşan nüfusu ile, Batılı tröstlerin finans merkezi durumunda. Özellikle iş saati bitiminde, caddeleri, beyaz gömlekli, ütülü pantalonlu, takım elbiseli erkekler, şık giyimli, parfüm kokulu kadınlar dolduruyor. Ancak, Nairobi’nin arka planında Kibera ismiyle anılan bir mahalle var ki; 1.5 milyonluk nüfusu ile Güney Afrika’daki Soweto’dan sonra, dünyanın en kalabalık ve sefil gecekondu mahallesi. Yerel rehber olmadan dolaşmanın riskli olduğu söylendiği için, son gün burayı dolaşma imkanı bulacakmıyım kimbilir ?

Milli Müze önünde, hediyelik eşya mağazalarından, insanın, dört ayaktan, iki ayak üzerinde yürümeye başladığını betimleyen heykellerden çok ( ki; bu bölgenin Kenya’nın kuzeyinde Turkana gölü civarı olduğu bilinir. ), bir niş üzerinde oturmuş iki gence takıldı gözlerim. Genç delikanlı, yeni usturaya vurulmuş, bembeyaz kafası, bembeyaz gömleği ve bembeyaz cildi ile, yanında, inadına siyah tenli, siyah giysiler içerisindeki bir zenci kıza kur yapıyor. Kız da, erkek de gerçekten çekiciler. Uzun süre kontrastlık içerisindeki sevda filizlenmesini izliyor, hatta; kabalık da olsa, bir fırsatını bulup, fotoğraflarını çekiyorum.

Müze, tahminlerimi doğru çıkarıyor. Antropolojik birkaç panodan başka, Afrika’nın kuşları, yaban hayvanları, kelebeklerini içeriyor bol bol (800 Ksh ). Hayvan post ve tüylerinden maske ve takılar ilginç. Yandaki sanat galerisinde, Afrika tasvirlerini işleyen çağdaş sanat eserleri, tablolar satılıyor.

İç güdülerim, Kenya Milli Arşiv ve Dökümantasyon Merkezinde, çok daha otantik şeyler, belge ve fotoğraflar bulacağımı söylüyor. Nairobi’nin, her zaman, kalabalık bölgelerinden Hilton Otelinin yan tarafındaki binayı buluyorum. ( 200 Ksh ). Giriş katındaki duvarlarda, çepeçevre, yerli kabilelerin savaş aletleri, ok, kalkan, mızrak, savaş maskeleri, değişik Afrika ülkelerinin ahşap oyma totemleri, müzik aletleri, takı ve giysileri beni büyülüyor. Üst kat balkonunda duvarlara asılmış fotoğraflar görüyor ve büroların arasındaki koridordan geçerek, kapıyı buluyorum, ancak, üzerinde kapalı yazıyor. Girişte, bilet kesen kadına gidip, yukarıdaki fotoğrafları görmek istediğimi söyleyince, memnun oluyor sanki, kültürlerine gösterdiğim ilgiden. Yanıma bir görevli veriyor, tekrar çıktığımız üst kat balkonunu açan adama teşekkür ederek, birbirinden ilginç fotoğraflar arasında kayboluyorum.

Kabile liderlerinin, köylerde yaşamın, doğal şifacıların, İngiliz sömürgecilerin kabile liderlerine ziyaretlerinin fotoğraflarını ilgiyle izleyip, pek çoğunu da, fotoğraflıyorum.

Saatler geçmiş, 17.30’da Milli Arşiv Merkezi kapanırken, personelle birlikte çıkıyor,

Moi Avenue’nin insan seline karışıyorum. Nairobi’de “ take away “ tarzı, piliç ve kızarmış patates çok popüler. Az fiyat farkları ile değişik kalitede take away salonları var. Rehber kitabım, Former Choise isimli restoranlar zincirini tavsiye ediyor. ¼ piliç, neredeyse bir poşet dolusu parmak patates kızartması yedikten sonra, ( 125 Ksh ), Nairobi araç ve insan trafiğinin en iyi temaşa edildiği Tacos Club’un balkonunda mevzileniyorum. Cuma akşamı olduğundan mı, yoksa hep mi kalabalık bilemem adım atacak yer yok, her yer dolu. İçeride, yüksek volümlü müzikle coşmuş kızlar, genlerinden gelen kıvraklıkla dans ediyorlar. Tusker bira söylüyorum ( 130 Ksh ). Çok güzel, lezzetli bira, ortamı daha da güzelleştirip, çekilir kılıyor. Doğu Afrika Bira İşletmelerinin ürettiği Tusker’dan birkaç kasa götürebilir miyim diye düşünmeye bile başlıyorum bir ara. Tusker, dişleri olan fil anlamına geliyor sanırım.

Hava kararmış Tasco’da takılırken. Otele yürürken biri, hızla koluma giriyor.” Çarpıldık herhalde diye düşünüyorum. “ Kris adında sempatik bir genç, Planet Safari’nin rehber - şöförlerindenmiş. Bugün görmüş, Upphill’de pazarlık yaparken. Bizi o gezdirecekmiş. “ Dört gün beraberiz, haydi bira içelim. “ diyerek davet ediyor, teşekkür edip, yarın görüşmek üzere ayrılıyorum.

Bu arada, Tanzanya vizesinin kalktığını duyuyor ve İstanbul’dan vize alabilmek için verdiğim uğraşa ve 60 €’ ya üzülüyorum.

Bu akşam ( daha doğrusu sabaha karşı ) İstanbul’a dönecek arkadaşları taksiye bindirip ( 1000 Ksh ) havaalanına uğurladıktan sonra, Central Market’in tam karşısındaki Tusky’s marketten, yarın başlayacak safari için, su, bisküit ve muz, sabah kahvaltısı için sebzeli samosa alıyorum.

Hemen karşı sokaktaki otelime adım atarken gök gürlemeye başlıyor, ardından felaket bir yağmur boşalıyor, sokakta yakalanmadığıma şükrediyorum, odamın penceresinden seyrederken.

Nairobi’nin gün boyunca üzerime yapışan tozunu, egzosunu arındırmak için banyo yapıyor, gök gürültüsü duvarlarda yankılanırken, cibinliği, yatağımın üzerine çekip, yatıyorum.

20.02.2010 ( NAİROBİ - NAKURU )

Neredeyse, tüm gece yağdı yağmur. Sıcak olduğu için, camlar açık yatmıştım, sabaha karşı, serinlik ürpertti, çantamdan eksik etmediğim çarşafımı, huzurla, üzerime çekme ihtiyacı hissettim.

Sabahın köründe, 04.00’de, çöp kamyonu ve çöpçüler büyük bir gürültü ile sokaktaki çöpleri topladılar. Hatta, İstanbul’daki, bizim, çöp kamyonunu bile geçtiler gürültü yapmakta. Gün ağarmaya başladı, yağmur durdu, bulutlar dağılmaya çalışıyor.

Samosalarla kahvaltı görevimi halledip, aşağı iniyor ve resepsiyon bankosunun önündeki koltuklarda, Planet Safaris’in rehberini beklemeye başlıyorum. Az sonra, Kris değil, ama, Upphill’e getirip, götüren şöför geliyor. Sempatik Kris yerine, donuk ve suratsız Stiv’le beraber olacağız dört gün.

Stiv, yine, dünkü Toyota otomobili kullanıyor. Bakalım, otomobille safari nasıl olacak ? Saat 10.15 ‘de Rift vadisinin uzandığı derin yarığın önümüzden geçtiği seyir teraslarından birinin yanında duruyoruz. Rift vadisi, Arabistan yarımadasından, güney-doğu Afrika’ya uzanan yaklaşık 9600 km. uzunluğunda bir göçük. Afrika’ya bir anlamda, hayat veren, Nil nehrini, pek çok Afrika gölünü var eden bir yarık bu. Ama, göründüğü kadarı ile çekici değil, hatta, yarık olduğunu anlamak da zor. Kanyonu andıran bir tablo beklerken biraz hayal kırıklığı olmadı değil. Bir yandan da, etrafımı kuşatan satıcılarla boğuşuyorum, neyse, bir ara fırsat bulup Rift vadisini de arşivime dahil etmek üzere fotoğraflıyorum, satıcılardan sıyrılıp, arabaya biniyor, hareket ediyoruz.

Bir ara, sol tarafta Langonot yanardağı beliriyor. Son püskürdüğü 1860’lardan bu yana uykuda. Maasailerin dilinde “ çok mahmuzlu dağ “ anlamına geliyormuş.

Langonot dağının eteklerinin uzandığı düzlüklerin 3-4 km. ilerisinde Naivasha gölü başlıyor. Çevresinde pek çok doğal yaşam unsurları barındıran Naivasha gölü, Rift vadisinin bir eseri, en derin yeri 30 m. ve 139 m2 alana sahip. Gölün kıyısındaki hipopotam kampları olduğunu gösteren levhaların yanından geçerek, Naivasha yerleşimine giriyoruz az sonra.Temiz ve düzenli bir atmosfer seziyorum, içinden akıp giderken. Yol boyu uzanan küçük köylerde bile, Tanzanya’daki sefil ve pis görüntüler yok göze çarpan.

Gilgil kasabasına uzanan kavşaktan sonra, Nakuru’ya 43 km. kalıyor. Şöför giderek hız kesiyor, 60 km. ye kadar düşüyor süratimiz. Bunun ardından bir çapanoğlu çıkacak diye düşünürken, Stiv, ” bugünü, Nakuru ve Elementaita gölü kıyısında geçirelim. Yarın, tam gün, Nakuru Milli Parkını gezeriz “ diyor. Yarım saatte bir çalan telefonundan bu yönde, talimat aldığını seziyorum. Amaç, Nakuru Milli Parkı giriş ücretini sadece yarın ödemek. Kamp giriş ücreti bir gün için adam başı 40 $. Eh, bir gün yeter düşüncesi ile Stiv’in önerisi kabul görüyor ve Nakuru gölü yakınlarındaki Elementaita gölüne inen toprak patikaya giriyoruz. Göl sularının çekildiği çimli topraklarda inekler otluyor. 190 km2 genişliğindeki gölün kıyıları, flamingo popülasyonunun oluşturduğu, pembe çizgilerle sınırlanıyor adeta. Nakuru ve Naivasha göllerinin arasında yer alan Elementaita gölünde, zebra, gazal ve filamingolar çoğunlukta. Ama, anlaşılan, burada sadece filamingolarla yetineceğiz. İlk defa filamingolara bu kadar yaklaşıyorum. Yaklaştıkça, ürküyor uzaklaşıyor, bir yandan da; homurdanıyorlar. Gölün üzerindeki yemyeşil tepelerde, konforlu konaklama tesisleri bulunuyor. Sessiz, sakin, filamingoların homurtularından başka ses yok.

Rehber, “ hot spring “ yani sıcak su kaynağına götüreyim diye tutturuyor. Akşam yağmur yağmış olmalı, arabayı batıracak, bir de kurtarmaya çalışacağız. “ Bizim memlekette çok var, istemem “ diyerek, vazgeçirtiyorum ve ne hikmetse, inekleri otlatan çobanı da arabaya alarak, köyün içinden geçip, tekrar Nakuru yoluna çıkıyor rehber-şöför Stiv. Üstelik, indirirken para da veriyor. Çok geçmeden Nakuru’ya giriyoruz. Rift Vadisi bölgesinin merkezi burası, 300000 civarında nüfusu var. Kentin oldukça dışında Hotel Genneieve’nin bahçesine giriyor, öğle yemeğini yemek için alt kattaki restorana iniyoruz.

Yemekten sonra, kentin pazarındayız, kullanılmış ayakkabı, terlik ve elbise dağlarının arasında dolaşıyor, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu sebze ve meyva satıcılarının arasına karışıyoruz. Meğer, Stiv, Nakuru’nun bir köyünde yaşayan ailesine öteberi alacakmış, bahane ile ben de pazarı dolaşıp, birkaç fotoğraf çekiyorum.

Daha sonra yine yakınlardaki Menengai kraterine götürmek istediğini söylüyor ve bu istek kabul görüyor. Ne hikmetse, kratere çıkan yolu bulamıyor önce, sonra da, bariyerle kapatılmış girişte, görevliler 300 Ksh istiyorlar adam başı. Stiv, bana dönüp, “ o zaman otele gidip, uyuyalım “ deyince patlıyorum. “ biz size iyilik yaptık, bugün Nakuru Milli Parkı’na sokmadık, 100 $ ‘dan kurtardık, siz 600 Ksh ( 8 $ ) ödemiyorsunuz, ofisi arayacağım “ deyince, telaşlanıyor, giriş ücretini ödüyor. Gittikçe bozulan toprak patikada sürekli yükseldikten, bir köyün içinden geçtikten sonra bir düzlükte duruyoruz. Aşağıda makilik bir çukur uzanıyor, ufka uzanan çizgileri takip edildiğinde buranın bir krater çukuru olduğu anlaşılıyor. Menengai krateri 200000 yıl önce patlamış ve dünyanın en iyi korunmuş kalderalarından birisi, 7000 yılda oluşmuş, ekvator çizgisine 24 km. mesafede. Etrafımızı saran kapkara bulutlar giderek artıyor, esen soğuk rüzgar, hediyelik eşya satılan derbeder kulübelerinin üzerindeki saç çatıları koparıp uçuracak neredeyse. Bir genç yanıma yaklaşıyor ve gizli bir şey gösterir tavırlarla, volkanik lav paçasını satmaya çalışıyor bu arada. Derken, az ileride bulutlardan boşanan, yağmur, şimdi de hışımla iniyor üzerimize. Az önce çıktığımız toprak patikayı sel suları kaplamış. Köylüler, otlaktan dönen sürüleri sulardan kurtarmaya çalışıyor, biz de epey bekliyoruz. Bu arada, aracın mukavemetine şaşıyorum, suların içinden geçip de bujileri ıslanmayan ender bir tip olmalı. Silecekler camları silmeye yetişemiyor, çukurlara düşe kalka, Nakuru’nın sel basmış caddelerinden geçerek otele geliyor ve barda, Kenya Milli maçını seyreden fanatik gençlerin bağırışları arasında notlarımı yazıyorum.

Bir otomobilin içinde, yarın Nakuru Milli parkında nasıl safari yapacağımızı, daha şiddetle merak etmeye başladım, bugün, ekvator yağmurlarını gördükten sonra.

21.02.2010 ( NAKURU GÖLÜ MİLLİ PARKI )

Sabah dinlenmiş olarak uyanıyorum. Niyetim, Nakuru Milli parkında, olabildiğince fazla şeyler görüp, fotoğraflamak bugün. Kahvaltıdan sonra, kentin yanı başındaki parkın giriş kapısına geliyoruz. Saat 08.00, Stiv, giriş işlemleri ve para ödemek için ofise giriyor. Ben de, araçtan inip, ağaçlardan yükselen, hiç duymadığım kuş ve uzaklardan yankılanan vahşi hayvan seslerini dinliyorum. Bir anda, şimşek gibi bir şey, ayaklarıma çarparak, otomobilin açık camından içeri girdi. Cin gibi bakışları ile bir Vervet maymunu bu. İçeri girer girmez de, arka koltukta, içinde yiyecek ve meyvelerin bulunduğu torbalarımı karıştırmaya başladı. Kovalamak için kapıyı açıyorum, üzerime saldırıp, dişleri ile tıslayarak beni tehdit ediyor. Zar zor indiriyorum araçtan, gururunu incitmiş olmalıyım ki, yerde de dişlerini göstererek, üzerime atlamaya çalışıyor.

Kenya’da milli parklarda ücretler 24 saat için geçerli, bu süre geçerse, 2. gün ücreti alıyorlar. Nakuru’da olduğu gibi, pek çok parkta, smart kart kullanılıyor. Böylece, görevliler, giriş çıkış saatlerini takip edebiliyor. Stiv elinde makbuzlarla geliyor. 9960 Ksh ödemiş, 1 dolar 73 Kenya şilini olduğuna göre, 140 dolara karşılık geliyor.

Nakuru Milli parkı 188 km2, en büyük özelliği, en fazla filamingoyu barındırması. 1961 yılında kurulmuş, 2009 sayımlarına göre, en hızla tükenen siyah gergedanlardan 25, beyaz gergedanlardan 70 tane barındırıyor içerisinde. Tabii, diğer bütün vahşi hayvanları da görebileceğiz bugün.

Park içerisinde ilerlemeye başlıyoruz. Önce, bir babun sürüsü çıkıyor önümüze, telaşla, karınlarına astıkları veya sırtlarına oturttukları yavrularını besleme telaşındalar. Sağımızda, bir çift taçlı sülün, usul usul dolaşıyor. Dün korktuğumun aksine hava çok güzel, gökyüzünde yağmur bulutları yok, pamuk gibi bulutlar, parkın doğasına daha da güzellik katıyor. Zürafalar, en sık rastlanan akasya ( acacia ) ağaçlarının yüksek dallarına uzanarak, sabah gıdalarını alıyor, thompson’s gazalları ürkek, sağa sola bakarak, yemyeşil otlara uzanıyorlar sık sık. Çok geçmeden beyaz gergedanı karşımda buluyorum. Üzerindeki parazitleri yiyen kuşları, daha sonra da, kafasındaki sinek bulutlarını görecek kadar yaklaşıyoruz. Boynuzunun afrodizyak olduğu inancı yüzünden, yüz yıllarca katledildi. Hala, milli parklarda bile, avlandığına dair haberlere rastlıyordum gazetelerde. Afrika safarilerinin olmazsa olmazı beş büyükten biri gergedanla aramızda 4-5 m. var yok. Halbuki, Tanzanya’daki, Ngorongoro korunmuş bölgesinde, Magadi gölünün kıyısındaki iki siyah gergedana bir kilometreden fazla yaklaşamamıştık. 1.5 ton civarındaki ağırlıkları ve cüsseleri ile aracımızı mukayese ettim bir an, ürktüm açıkçası.

Bufalo sürüsünün içinden geçiyoruz, ilgisizler bize, Stiv’e fotoğraf çekmek için, sürünün arasında durmasını söylüyorum. O anda, bir bufalo bize doğru hamle yapıyor, diğerleri de kafalarını kaldırıyor, bunu fark eden Stiv gaza basarak uzaklaşıyor hızla aralarından. Nedense hep bizona benzetilir bufalolar, en kötü huyları, bir anda sinirlenip saldırmaları. Bir teneke yığınının içinde, etrafımızı saran 40-50 bufalonun, boynuz darbeleri ile karşılaşmak istemezdim hiçbir zaman.

Nakuru gölünü, Ngorongoro krater çukuruna benzetiyorum, tek farkla ki; Ngorongoro çukuruna inerken, önümde uzanan o harika krater manzarası burada yok.

Dikkat ediyorum, Stiv’in telefonu dünden beri, devamlı çalıyor. Kısaca bir şeyler söyleyip kapatıyordu. Bugün, telefonu da açmıyor bazen. Dikkat ettiğimi anlayınca açıklıyor; karısı ruhen rahatsızmış, elinle kafasına vuruyor.

Gölün üzerindeki bir tepeye uzanan bozuk patikada örselenerek ilerliyoruz, aşağıda göl ve kıyısının çok güzel göründüğü bir panoramik yerden, ışığın ters yönden gelmesi nedeni ile fotoğraf çekmek mümkün değil. Bilseydim akşamüzeri gelmeyi planlardım.

Waterbuck denen yoğun bir antilop sürüsü motor sesini duyunca kaçıp, yolu boşaltıyorlar. Göl kıyısından hayli uzak, paralel bir orman yolundayız, sağlı sollu akasya ağaçları arasında her an bir aslan veya başka bir hayvan görebilirim, bu nedenle pür dikkat kesilmişim. Hava giderek ısınıyor, güzel bir gün, güzel bir ortamda mutluyum. Birden yol, göle uzanan çamurlu alanda bitiyor. Gölün kıyısında, iki araç, dört-beş kişi görünüyor. Stiv, ilerlerken, karşıdan gelen bir jipteki zenci kız, “ daha ileri gitmeyin, batarsınız “ diyor. Gördüğümüz iki jip de batmış, çıkarmaya çalışıyorlarmış. Kuru bir zeminde park ederek, göle doğru, her adımda daha cıvıklaşan çamurun içinde yürümeye başlıyorum. Filamingoları ilk kez yakından Tanzanya’da görmüştüm. Ancak; burada, hem çok yaklaşıyor, hem de gölün kıyılarını pembe bir fona dönüştürecek kadar çok filamingo görüyorum. Öyle yaklaştım ki; çamurlar, botlarımın ağzından içeri girmeye başladı. Filamingolar da huzursuzlanıyor, yavaş yavaş uzaklaşıyorlar. Erkeklerin oluşturduğu bir sürü, homurdanarak, daireler çiziyor gölün içinde, dolaşarak. Bol bol fotoğraf çekiyorum, beyaz bulutlar, pembe filamingolar, mavi soda gölü, tertemiz bir hava. Şükürler olsun.

Makalia şelalelerinin yanında park ediyor bu kez Stiv. Henüz, aslan gösteremediği için gergin, zira, rehber aslan gösterecek ki; bahşişi hak etsin. Safari rajonu böyle. Bu nedenle pür dikkat, gözü, ağaç ve çalı diplerine uzanmış, gölgede uyuklayan arslanları arıyor.

Arslanları göremeyince, açlığımız aklına gelmiş olmalı. Aracın bagajından çıkardığı, kumanya paketlerini uzatıyor. 40-50 metreden dökülen şelale sularının kulaklarımıza gelen uğultusundan başka ses yok. Gariptir, az öncesine kadar arslan aradığımız bu yerler, aynı zamanda kamp alanı. Az ileride, jiple gelen bir çift, rehberlerinin yardımıyla çadır kurmaya çalışıyorlar. Hemen yanlarındaki levhada, yalnız dolaşılmaması ve çadırdan yalnız çıkılmaması ikaz ediliyor. Açıkçası, böyle bir yerde gece, konaklamak istemem.

Yemek sonrası yine safari patikalarındayız. Az ötede ilk arslanlar, gittikçe amansızlaşan sıcaktan korunmak için, küçücük bir ağacın gölgesine sığınmış uyuyorlar. Bir dişi aslan, güneşin altında, sırt üstü uzanıp, ayaklarını havaya kaldırmış, serinlemeye çalışıyor. Epeydir, gölgedeki aslan ailesinin ortaya çıkmasını bekliyoruz. Fakat, kıpırdamaya niyetleri yok. Milli parklarda, araçtan inmek ve patika dışındaki araziye araçla girmek yasak. Yanımızdaki jipin şöförü ile bizimki bir şeyler konuştuktan sonra, ani bir hareketle, aslanların yattığı yere doğru, toprak zemine giriyorlar. Şimdi, aslanların üç metre yakınındayız, onlarda, gürültüden ürkmüş, doğrulup bize bakıyorlar. Bindiğimiz otomobilin, bir şekilde, bu arazi içinde, aslanların burnunun dibinde arızalandığını düşündüm bir an. Sırtımdan soğuk bir ürperti geçti. Bunca riske rağmen, istenen fotoğrafları alamıyorum. Anlaşılan, Tanzanya Serengeti Milli Parkındaki fotoğraflarla yetinmek zorunda kalacağım.

Başka bir patikada bir impala ailesi çıkıyor karşımıza. Bir erkek, dişileri yani haremi ve yavruları ile yaklaşık 35 üyeli bir aile. Erkek, ısrarla bir dişiyi kovalıyor, reddedildikçe de, çıkardığı homurtular bize kadar geliyor.

Gölün başka bir kıyısındaki , flamingo sürüsü keyif vermeyince, tekrar, ağacın dibindeki aslanların yanına geliyor ancak 16.30’da beklemekten sıkılınca, çıkış kapısına uzanan 20 kilometrelik patikaya giriyor ve son zebralar, son zürafalar ve babunlar derken, smart kartları okutan görevlinin yanında, çıkış kapısında buluyoruz kendimizi.

Bugün Pazar, Nakuru Milli Parkı girişi boyunca uzanan, ağaçlık, yeşil arazi, tertemiz giyinmiş, piknik malzemeleri ile otlara uzanmış Kenyalılarla dolu. Araçlarından yükselen müzik eşliğinde oynayıp, dans ediyorlar. Yol üzerinde dizili barakaların cepheleri, rengarenk, Afrika motifleri ile boyanarak, sempatik hale getirilmiş. Zürafalar, filler ve birinde de Kenya’nın kurucusu Jomo Kenyatta’nın resmi var. Fotoğraf çekerken, aracın etrafını sarıveren 8-10 çocuk, sevinç içinde kadraja girmek istiyorlar.

Anlaşılan bu gece, dün akşam kaldığımız Hotel Geneieve’de kalmayacağız. Zira, Stiv, buranın çok pahalı olduğunu söylüyordu. Firma ile pazarlık yaparken, budget otel konaklamayı kabul ettiğimiz için, söyleyecek sözümüz yok. Nakuru’da, yine kentin dışında Tas Hotel isminde başka bir otele getiriyor bu kez. Aslında, burası daha derli toplu ve yoğun. Odayı rezervinden sonra, Stiv bana dönüp, “ param yok, yemek parasını siz verin, firmadan alırsınız “ gibi abuk bir öneri getiriyor. Tabii, red ediyorum. Cevap, bu coğrafyanın geleneksel sözü. Hakuna Matata, yani önemli değil, problem yok.

Otelin arkasındaki bahçeden, canlı müzik sesleri geliyor, çantamı odama bıraktıktan sonra, buraya yöneliyorum. Küçük loca benzeri mekanlarda, sevgililer birbirlerine sokulmuş, hasret gideriyorlar ! Bir anda başlayan yağmurdan korunmak için bir şemsiyenin altına sığınarak, çok beğendiğim Tusker bira söylüyor ( 100 Ksh ) ve etrafta dolaşan insanları seyrediyorum keyifle.

Hava kararıyor, iç sıkıcı bir dekoru olan restoranda, sağa sola bakarken, yandaki masada oturan kıza takılıyor gözüm, selam veriyorum. Yalnızlıktan bunalmış olmalı, elindeki kitapla masaya geliyor. İspanyol kız avukatmış, Sudan’da Birleşmiş Milletler Mülteciler Bürosunda çalışıyor. Sempatik, hoş bir kız, motor gibi İngilizcesi ile beni abandone etse de, güzel sohbet ediyoruz. Az sonra, masamıza, bir Fransız çift oturuyor. Yarın, Nakuru parkı için tur almışlar, firma onları buraya getirmiş bizim gibi. Adam, Fransız ordusunda pilotluk yapıp emekli olmuş. Karısı Uganda’da görevli imiş. Kongo’yu gezdikten sonra buraya gelmişler, öve öve bitiremiyorlar Kongo’yu. Hem de, Kongo’da içinde tüm para, kredi kartları bulunan çantasının yanıbaşından çalınmasına rağmen. Giderek, sohbet, Nato adına da uçuş yapmış Fransız’ın görev yaptığı Saraybosna’ya gelince, taşı gediğine koyuyor ve Nato ve Batılı güçlerin, Boşnaklar katledilirken neden müdahale etmediğini soruyorum. Net bir şey söyleyemeyip, geveliyor. Kürt sorunu üzerine devam eden sohbet, dinlere, buradan da Budizm’e geliyor. Meğer, adamcağız, ismine “ Tashi “ eki alacak kadar Budizm’i benimsemiş. Afrika halklarının, sömürgecilerden ( görünüşte de olsa ) kurtulup, sınırların çizilme sürecini espriyle anlatıyor. “Taraflar, sınır tesbitine başladıklarında, alkol almadan önce cetvelle, alkol alıp sarhoş olduktan sonra da, elle, eğri büğrü çizdiler sınırları “ diyor. İspanyol Rebeca, aramızda tercümanlık yaparak, Fransızcayı bana İngilizce, adama da Fransızcaya çevirerek anlatıyor.

Garson kız bir ara, önüme bir hesap fişi uzatıyor. Yediğimiz yemeklerde bir ekstra yok. Tavuk, cips ve meyve salatası almıştım. 300 Ksh hesaba itiraz ediyorum ve “ resepsiyondaki kızla konuş, ödemem “ diyorum. Gidiyor, bir daha da gelmiyor. Belki 4 dolarlık hesap önemli değil, ama; bu türlü maniplasyonlar, vaka-ı adiyeden olduğu için, itiraz edilmezse, daha sonra, acıtacak sürprizler gelebiliyor.

Saat 22.30. Nakuru’nun patikaları hırpalamış olmalı. Müsaade istiyorum. Onlar da, beni bekliyormuş anlaşılan, hiçbir zaman hatırlayamayacağımız e-mail adreslerini teati ettikten sonra, hep beraber kalkıp, odalarımıza çekiliyoruz.

Cibinliğin eteklerini sivrisineklerin geçmeyeceği şekilde sıkıştırdıktan sonra, serinleyen havanın da etkisiyle, rahat bir uykuya dalıyorum.

22.02.2010 ( NAKURU - NANYUKİ )

Zaman zaman yan odadan sesler gelse de; sivrisineksiz, güzel bir uyku sonrası 06.30’da uyanıyorum. Yüzümü yıkarken, gülme krizine tutuluyorum bir anda. Lavabonun aynasında, iple duvara bağlanmış ( çalınmasın diye sanırım ) dişleri pislikten simsiyah olmuş bir tarak sallanıyor. Hindistan’da çok sık karşılaştığım, akla gelmez işlerle bu coğrafyada karşılaşacağımı düşünmezdim.

Sabah biraz miskinlik yaptıktan sonra, 09.00’da Nanyuki’ye yola çıkıyoruz. Buraya gitmekten maksat; Afrika’nın ikinci büyük dağı, Kenya dağı eteklerinde yürüyüş yapmak. Stiv, yol üzerinde, doğduğu köyü, anne ve babasının oturduğu evi göstermek istediğini söylüyor, kabul ediyoruz. Kenya’dan geçen ekvator hattının çok yakınlarında olduğumuz için, yağmurla da, sık sık hemhal oluyoruz. Tepemizde yağmur bulutları var yine.

Köy yoluna giriyoruz. Her yer yemyeşil. Tarlalarda çoğunlukla mısır ve kahve ekili. Dün kraterinin kenarına çıktığımız ve kötü bir yağmura yakalandığımız Menengai yanardağı önümüzde masum duruyor şimdi. Stiv’in evine, geniş bir bahçeden giriyor ve tavanı, naylon örtü kaplı salonda koltuklara yerleşiyoruz. Babası 80 yaşında, ama; delikanlı gibi. Dokuz çocuk doğurmuş karısının da ondan aşağı kalır tarafı yok. Elini uzatarak gösterdiği 10 dönüm araziye bakılırsa; köyün zenginlerinden olmalı.

Dışarı çıkıyoruz, sohbetten sonra. Yanda, perişan bir barakadan çıkan, genç kadının kucağında ve sırtındaki heybesindeki iki küçük çocuk dikkatimi çekiyor. Çocukların cildinden, özellikle gözlerinden sinek sürüleri kalkıp iniyor. Hayata zor karışacaklar gibi geliyor bana. Kadıncağız, utansa da; fotoğraf çekilmesine ses çıkarmıyor. Uzatılan bisküit paketini açarak, önce kendisi tadıyor, sonra çocuklarına uzatıyor.

Bir saat kadar oyalandığımız köyden ayrılıp, Nanyuki yoluna çıkıyoruz. Çay ve kahve plantasyonlarının bulunduğu yemyeşil yerleşim olan Bahati’den geçerek, Rift Vadisi seyir teraslarından birinin önünde duruyor Stiv. İsrail’den Mozambik’e uzanan 9600 kilometrelik devasa çöküğü tekrar seyrederken, etrafımı kuşatan satıcılardan kurtarmaya çalışıyorum kendimi.

Kalabalık ve kaotik bir yerleşim olan Nyahururu’dan geçip, Thompson’s Şelalelerinin yakınlarında duruyoruz. Kabile kıyafetleri içerisinde, Afrika yerlilerinden çok, Kızılderililere benzemiş, üç kişi ile fotoğraf çektirip, 100 Ksh veriyorum Nyahururu anısı olarak. Şelale de, 70 metre yükseklikteki, yemyeşil dokunun arasından, büyük bir gürültüyle dökülüyor aşağı.

Araçtan indiğimden beri, peşimi bırakmayan kadın, sonunda, karanlık bir kulübeye sokmayı başarıyor. Sandal ve abanoz ağacından, el ile yontulmuş yalın ama güzel biblolar, hediyelik eşyalar dizilmiş, basit raflarda. El oyması aslan biblosu ( 250 Ksh ) ile Masaai yerlisi başı oymalı, oldukça eski bir mektup açacağı, ( 100 Ksh ) alıyorum, ısrarları karşısında dayanamayarak. Başka bir şey satamayınca da; aldıklarını da ucuza aldın anlamında, elini bıçak gibi gırtlağına götürerek, “ kiri kiri “ deyip duruyor.

Nanyuki’ye devam ediyoruz. Stiv, birden kötü bir yola sapıyor. Sulardan göletler oluşmuş yolda, bazen tarlalara giderek çılgın bir yolculuğa başlıyoruz. Tek tük geçen motosikletli köylülerden başka, görünürlerde, kimseler yok. Çamura saplanırsak, oldukça sıkıntı çekeceğimi hissediyorum. “ niye bu yola girdin “ dediğimde; “ diğer yoldan üç misli daha kısa cevabını “ alıyorum. Makuti isimli, köy meydanında, boş gözlerle miskin oturan yerlilerin bulunduğu köyden geçiyoruz. Aracın içinde sarsılmaktan kemiklerimiz dağılacak.

Neden sonra, sağlı solu arazide acacia ağaçlarının ufka kadar uzandığı dümdüz bir arazide ilerlemeye başlayınca, karşımızdaki manzara da keyif veriyor. Karşıma çıkan keçi, koyun otlatan kadın çobanlara, camdan “ jambo “ diye sesleniyorum. Gülerek el sallıyorlar. Bir köprü üzerinde, yine kadın çobanlar ile çocuklarını görünce duruyoruz. Utangaç çocukları bir araya getirip, zorla güldürerek fotoğraflarını çekiyorum. Neden sonra alışıyorlar. Şimdiye kadar, fotoğrafını çektiğimiz hemen herkes para istemişti. Bunlar, hiçbir talepte bulunmuyorlar. Turizmin, yerel dokuları, gelenekleri bozduğunun tipik bir işareti.

Artık, iki yanımda uzanan, doğal ortamda barınan hayvanların kaçmaması için, elektrik tellerinden oluşmuş çitler boyunca ilerliyor araç, kilometrelerce. Alpateta Milli Parkının sınırlarını belirliyormuş bu çitler. Kilometrelerce sonra, bu kez, yol üzerinde bir takın üzerinden aşağı sarkan ve elektrik şoku veren tellerin altından geçiyoruz. Araç tellere dokununca, ürpertici bir ark sesi geliyor. Bu da fillerin kaçmaması için alınmış bir tedbir.

Neden bu bozuk yollara soktu diye kızıyordum şöföre, ancak, geçtiğimiz arazi öyle bir Afrika karakteri kazandı ki; sık sık durup, acacia ağaçlarını, yasemin kokulu çalıları, sarı, kırmızı çiçekleri fotoğraflamaya başladım. Alpateta Milli Parkının muntazam çitleri, yanımızda kilometrelerce devam ediyor, hala.

Kenya Dağı, Klimanjaro’dan sonra, 5199 metrelik zirvesiyle Afrika’nın ikinci yüksek dağı. Artık, karşımızda bir yerlerde olması lazım, ancak görünmüyor Bulunduğu yeri, civarındaki bulut yığınları ile belli ediyor şimdilik.

Çoğu tarla gibi yollarda, Nyahururu’dan bu yana 76 kilometre gelmişiz. Nanyuki’ye girişte, asfalt yol başlıyor. Sevincim kısa sürüyor, yol inşaatı devam ettiği için, yine, delik deşik yolların içine düşüyor araç. Nakuru’dan bu yana 5.5 saattir yollardayım kısacası.

Kente girince bir köşeye çekiyor ve “ rehber aramaya gidiyorum “ diyor, şöför. “ Yahu, sen rehber değil misin “ deyince de; yarın, Kenya Dağı eteklerinde yapacağımız trekking için, yerel rehber arıyormuş. Bilmediği patikalarda kaybolmaktan korkuyor anlaşılan. Bir yerlere telefon edip, ortadan kayboluyor. Araca yaklaşan Nanyuki’lilerle geyik muhabbetine başlıyorum bende. Galatasaray’ı, Abdullah Öcalan’ı iyi biliyorlar. Stiv biraz sonra, yanında biri ile geliyor.

Hep beraber, birkaç kilometre ilerideki ekvator çizgisinin geçtiği yere gidiyoruz. Bir sarı levhayı, tam ekvator çizgisi üzerine dikmişler. Geldiğimizi gören, barakalardaki satıcı kadınlar kuşatıyor etrafımızı. Levhanın altında iki plastik sürahiyi görünce test yapılabileceğini anlıyorum. 500 Ksh isteyen gence, 100 Ksh vererek, “ göster bakalım marifetini “ diyorum. Önce, levhanın 4-5 metre sağına gidiyoruz. Tam ortasında küçük bir delik bulunan, su dolu kaba, bir kibrit çöpü atıyor, aşağıdaki sürahiye su burgaçlanarak iniyor ve kibrit çöpü, sağdan sola dönüyor. Az sonra, ekvator çizgisinin diğer tarafına geçip, aynı işlemi yapıyor. İnanması zor, bu kez kibrit çöpü soldan sağa dönüyor. Tam ekvator hattının yanındayız şimdi. Su, hiçbir burgaçlama yapmadan dümdüz akıyor aşağı, tabii, kibrit çöpü de olduğu yerde duruyor. Bu, enteresan hadiseyi, tüm safhaları ile videoya alıyorum.

Bir başka testi de arkadaşımla aramızda yapıyoruz. Ben iki kolumu avuçlarımı birleştirerek yukarı kaldırıyorum. Arkadaşım, kollarımı aşağıya bastırmaya çalışıyor, oldukça kuvvet harcayarak. Oysa; ekvator çizgisinin üzerinde, neredeyse hiç zorlanmadan, kollarımı aşağı indiriveriyor. Bizler yaptığımız testlerden mutlu ve memnun, ancak, etrafımızı saran satıcılar, bir şey almadığımız için kızgın, tekrar Nanyuki kent merkezine yola çıkıyoruz.

Geniş bir bahçesi, çirkin motifli taşlarla işlenmiş duvarları olan Simba Lodge Hotele giriyoruz. Stiv, gecesi 2100 Ksh fiyatla bir oda tuttu, resepsiyondaki kız da, Kenya Dağının görebileceğimiz bir oda verdi. Akşam konakladığımız Tas Hotel’den bir gömlek daha rahat ve konforlu.

Gözlerim, Kenya dağının bulutlarla kaplı zirvesinde. Bir ara açılır gibi oldu, derken hava karardı bu kez. Akşam yemeğinin başlayacağı saat 19.00’a kadar, akşam, uzayan sohbet nedeni ile yazamadığım notlarımı yazmaya başladım, bahçedeki barda. Tusker birası eşliğinde tabii ki. Az sonra, resepsiyonist kız yanıma geldi. Bu kadar uzun uzun, ne yazdığımı merak etmiş ! İnternetteki sitemde paylaştığımı söyleyince, adres istedi, karşılığında da, defterime adını, telefon numarasını, e-mail adresini yazdı gitti.

Akşam yemeği güzeldi, lezzetliydi. Nakuru – Nanyuki arasında silkelendiğim 5.5 saatin hırpaladığı bedenimi, erken saate uykuya teslim ettim.

23.04.2010 ( NANYUKİ - KENYA DAĞI TREKKİNG - NAİROBİ )

Akşam, yan odanın gıcırdayıp duran kapısı yüzünden uykum kaçtı, sonra da, uzun süre uyuyamadım. Gün doğmadan uyandım bu kez, Nanyuki horozlarının ötüşlerini dinledim. 06.30’da, balkona çıkıp, Kenya dağına baktım. Henüz güneş doğmadığı için, silüet halinde. Sipsivri zirvesinde, benekler halinde karlar seçiliyor. Moshi kasabası Klimanjora’ya tırmanacaklar için, bir merkez ise, Nanyuki de, Kenya dağı tırmanış veya trekkingçileri için konaklama ve başlangıç noktası.

Kahvaltımız bittiğinde, saat 08.00’de Stiv geliyor. Dünkü yerel rehber yok yanında. Sanırım, o biraz uyanıktı. Dün, durup dururken, bana; “ zengin misin ? “ diye sorunca, bende muziplik olsun diye, ayağımdaki, perişan botları göstermiş ve “ emekli, parasız ve yaşlı bir turistim “ demiştim. Belki de; yüksek bir bahşiş alamayacağı endişesiyle gelmedi bugün.

Nanyuki kentinin denizden yüksekliği 2015 metre. Kenya dağı da 5199 metre, anlaşılan Tanzanya’da Klimanjaro zirvelerini göremediğim gibi, Kenya dağını görmek de kısmet olmayacak.

Çantaları arabaya yükleyerek, gecikmeden, 14 km. yürünecek trekking başlangıç noktasına yola çıkıyoruz. Üzerinde, elektrik şoku veren teller bulunan takın altından eğilerek geçerek, yürüyüşe başlıyorum. Rehber Peter, hiç durmadan konuşuyor ara sıra da, faydalı bilgiler vermiyor değil. Kenya’da İngilizlere karşı başlayan bağımsızlık savaşı, 1952-1954 yıllarında Mau Mau kabilelerinin de gerilla taktiği ile savaşa girmesiyle kızışır. Bu günlerde, Mau Mau savaşçıları buralarda barınmışlar. Ben, okuduklarımdan, Mau Mau’ların, vahşi, yamyam oldukları yolunda bilgiler edinmiştim. Tabii, Batı kaynakları gözünden bu böyle. Oysa, sonradan, anladım ki; yamyam denilen Mau Mau’lar Kenya’nın, İngiliz Emperyalizmin kurtulmasında öncü roller üstlenmişler. İşte İngilizleri yoran, gerilla savaşları, bu bölgede, ormanlık alanda olmuş daha çok. Mau Mau’lar, saldırılardan sonra, sık ağaçlı bu ormanlara çekilip, saklanmışlar.

Peter, yürüdüğümüz toprak patikada, henüz taze ayak izlerini gösteriyor, sabah kahvaltı arayışına çıkmış olan filler ve antilopların. Ama, az sonra, sabah buralarda yürümüş olan yavru leopar ile annesinin ayak izleri, henüz rutubetli toprak üzerinde öylesine belirgin ki; ister istemez telaşlanıyorum. İki yanımızdaki, sık ağaçlar ve sarmaşıklar arasında, bizi meraklı bakışlarla izleyen maymunların silüetlerini görmek mümkün. Ama, pusuya yatmış bir leoparın görüş alanında olmak düşüncesi bile, bir an soğuk soğuk terletti beni.

Gerçi, ısınan havada, yüksek tempoda yürümeye başladıkça, az sonra zaten ter içinde kaldım. Peter, sık sık, patika boyunca uzanan, çalıların, açık yeşil renkli yapraklarından kopararak terini siliyor. Masai tishu denilen bu bitkinin yaprakları, çok emici olduğu için, Maasailer ve Mau Mau’lar tarafından havlu ve tuvalet kağıdı olarak kullanılıyormuş. Deniyorum, gerçekten de gözenekli yüzeyi, çok emici. Yüzümden, ensemden akan terleri çok güzel emiyorlar.

Yürüyüşün ikinci saatine doğru, patikadan sık ormanın içine dalıyoruz. Üzerime, dallardan ve yapraklardan, sabah düşmüş kırağıların suları damlıyor, güneş ışıkları öylesine zor ulaşıyor ki; bir yandan önümü görmeye çalışırken, bir yandan da; sabun gibi kayan toprakta düşmemeye çalışıyorum. Su şırıltılarının geldiği yöne 200-300 metre yürüdükten sonra, oldukça yüksek debili bir akarsuyun kenarında buluyorum kendimi. Tam, keyifle seyrederken ortalığı, rehber Peter, uzaktan işaret ediyor, köprüden karşıya geçmem için. Köprü dediğim, suyun iki tarafına uzatılmış, kalaslar arasına döşenmiş ince dallar ( ki çoğu kırılmış ) ve yine kırıldı kırılacak vaziyette, incecik korkuluklardan ibaret, en kötüsü de, ortamın rutubetinden, son derece kaygan hale gelmiş, tam anlamıyla sırat köprüsü. Çaresiz, hiçbir eğreti dala tutunmamaya çalışarak, ağır ağır geçiyorum karşıya. Korkum, suya düşüp ıslanmak değil, sırt çantamdaki fotoğraf makinesi ve gezi boyunca çektiğim binlerce fotoğrafın depolandığı hafıza kartlarının zarar görmesi.

Nehrin kıyısı boyunca, kayıp suya düşmeden yürümeye gayret ederken, gittikçe artan gürlemeye benzer sesleri duyuyorum. Az sonra, yukarıda, devasa iki kayanın arasından, basınçla fırlayan suyun, aşağıda havuzlandığı güzel bir yere geliyoruz. Ağaçların tamamen örttüğü ve suyun verdiği serinlikle, terler vücudumda birer iğneye dönüşüp, tenime batmaya başlıyor sanki. Peter de, açıklaması ile tuz biber ekiyor. İngilizler, burada büyük bir Mau Mau katliamı yapmış ve yüzlerce bağımsızlık savaşçısını öldürmüşler. Kayaların üzerine, burada kamp yapmış olanların yazdığı anlamlı (?) cümleleri çözmeye çalışırken, rehber, dönüş işareti veriyor.

İki saatte geldiğimiz noktadan geri dönüşe başlıyor ve yaklaşık aynı yürüyüşten sonra, park kapısında bizi bekleyen hakiki (?) rehberimiz Stiv’le buluşuyorum. Yol boyunca, terlerimizi sildiğimiz masai tishu’lar, sık ağaçlardan gelen hiç duymadığım kuş sesleri ve vahşi hayvan çığlıkları geride kalıyor artık. Ürkekçe bizi gözleyen, fark edilince de ışık hızıyla, ormanın derinliklerinde kaybolan antiloplar da uzaklarda. Yükselen güneşin tepemde patladığı, ayağımdaki botların birer kurşun bloklara dönüştüğü, 40 derecenin üzerindeki sıcaklıkta, 4.5 saate yakın yapılan bu yürüyüş bir anlamda, henüz yorgunluğa teslim olmayacağımın da işareti oldu.

Nanyuki kent merkezine geliyor ve öğle yemeğimizi yiyoruz. Yerel rehber Peter’e 500 Ksh bahşiş veriyorum, tekrar tekrar teşekkür ederek ayrılıyor.

Saat 13.45. Artık, bu gezi de bitti. Önümüzdeki, Nairobi yolu ile toplam 700 km. yol yapmış olacağız, Stiv ile. Nanyuki- Nairobi yolu, iki şeritli, asfalt ve çok yoğun. Kenya’nın meşhur ulaşım aracı olan minübüs matatu’ların şöförlerinin hepsi çılgınca araç sürüyor, sık sık yüreğimi ağzıma getiriyorlar.

Kenya, bana, tahmin ettiğim Afrika imajını değiştirtti. Bu kadar yeşil ve ağaçlık dokunun Afrika’da bulunabileceğine ihtimal vermezdim.

Araç kullanırken Stiv dalıp dalıp gidiyor düşünceler okyanusuna. Dayanamayıp soruyorum “ dört gündür beraberiz, hep düşüncelisin, ne derdin var “ diye. “ Aile sorunları, iş sorunları, çok az para veriyorlar “ dedikten sonra aniden “ yok, yok, problem yok, her şey güzel “ diyerek tornistan yapıyor. İş şikayeti, çalıştığı Planet Safari yönetiminin kulağına gider de, işinden olur şeklinde düşünmüş olabilir.

Sagana nehrinin üzerinden geçiyoruz, köprünün altında, genellikle volkanik olan toprağın hakim rengi kırmızı renkte akıyor, yüksek debili sular. Az ileride, yol kenarında duruyor Stiv. Arabanın iki yanı da, nereden geldiğini anlayamadığım balıkçılarla doluyor. Sagana nehrinin balıklarını iplere dizmişler, camdan uzatıp satmaya çalışıyorlar, burnumuza sokarak. 200 Ksh’ye aldığı, iri bir balığı, bağlı olduğu iple, dışarı, cam sileceğine asıyor Stiv. “ neden “ diyorum, “ içerisi kokmasın “ diyor. 40 derece sıcak, aracın yarattığı rüzgar ile Nairobi’ye varana dek, balık, çiroza dönüşecek anlaşılan.

Oldukça geniş bir yatak üzerinde ve tertemiz akan Chania nehri, Kenya Dağı eteklerinde doğarak, Hint Okyanusu sahillerinde Mombasa’da denize dökülüyor. Geçtiğimiz yerleşimlerin tipik manzaraları. Kazıklar üzerine serilmiş örtülerin altındaki satış tezgahları ve köylere yolcu taşımak için bekleyen motosiklet taksiler. Uzak Doğu’da da çok ucuz ve popüler olan motosiklet taksilerle, yaptığım çılgın yolculuklar geliyor aklıma.

6 milyon nüfuslu Nairobi’ye giriyoruz sonunda. Yoksul, zengin arasındaki farkın dağlar kadar olduğu Nairobi, tipik bir global kapitalizme teslimiyet yaşıyor. Sorumsuz kocaların terk ettiği ailelerde, çocuklarını besleyebilmek için 1 dolara vücutlarını kiralayan kadınların yaşadığı, bir yandan da kaldığımız Embassy Otelin hemen yanındaki Bridges Restaurant gibi, müdavimlerine, haftalık, aylık diyet menüleri uygulayan işletmelerin bulunduğu bir kent burası. Sular durulup, geriye dönüp baktığında neleri kaybettiğinin ayırdına varacak, globalleşme sevdası yaşayan tüm ülkeler gibi Kenya’da.

Kente yaklaştıkça trafik yoğunlaşıyor. 17.00’de, gezi öncesi, dönüş için oda ayırttığımız Embassy Hotelin önüne geliyoruz. Stiv’e, gezi boyunca bizi üzmediği için 40 $ bahşiş veriyoruz, teşekkür ederek vedalaşıyor. Odama sığınıp, dört günün yorgunluk ve tozunu atmak için kendimi banyoya atıyorum.

Nairobi’nin gece de en hareketli bölgesi, Hilton oteli civarı. Moi Avenue Farmers Choise’de bir samosa ( 30 Ksh ) ile bir torba patates kızartma ( 50 Ksh ) yedikten sonra, odama, rahat yatağıma dönüyorum.

24.04.2010 ( NAİROBİ )

Yine, otelin karşısındaki City Market esnafının, sabahın köründe başlayan gürültüsü, sıcaktan açık bıraktığım pencereden girerek, sabahın erken saatlerinde uyandırıyor. Çantaları toplamadan önce, City Market içindeki, hediyelik eşya dükkanlarından biblolar almak için, kahvaltıdan önce dalıyorum tekrar dükkanların arasına. Bir yığın yapışkanlıktan, ablukadan, pazarlıktan sonra, Kenya’nın simgesi saydığım abanoz ağacından oyulmuş iki zürafa ( 800 Ksh ) ile bir Maasai kadın biblosu ( 250 Ksh ) alıyorum. Satıcı, alış faturalarını gösteriyor, dosyaları açarak, “ kriz var, 350 Ksh’e aldığım bibloyu 250 Ksh’e veriyorum “ diyor.Tusky Marketin sebzeli samosalarını çok sevdim, otele dönerken üç samosa alıyorum, odamda, bir yandan sırt çantalarımı kapatma mücadelesi verirken, bir yandan da samosalarımı atıştırıyorum. Çantaları resepsiyona bırakıp, gece almak üzere ayrılıyorum otelden. İstanbul uçağı sabah 04.00 gibi bir saatte çünkü.

Soluğu Uhuru ( Swahili dilinde özgürlük demek ) parkında alıyorum. Bir yanı çok uluslu şirketlerin bulunduğu gökdelenlerle sınır ama, sermayeye inat, çok hoş, doğal ve yemyeşil dokusu ile gökdelenlerin göze batmasını bile yumuşatabiliyor. İnsana, gerçekten nefes aldıran parktaki göletin ortasındaki adacıkta, bir ağacın gölgesine postu seriyorum. Gençler, genç kızlar yemyeşil çimenlere uzanmış, miskinlik yapıyorlar benim gibi. Belleri, siyah kalçalarına kadar görünüyor giysilerinin altından, ama çok gariptir, bırakın rahatsız etmeyi, dönüp bakan bile yok. Park kültürü, İngiliz Sömürgeciliğinin mirasının iyi tarafı. Öğlene doğru, yatmaktan sıkılıp, parkın güneyine doğru yürüyor, sonra dönerek, City Hall caddesi boyunca ilerleyip, Konferans Sarayının geniş bahçesinin ortasındaki Jomo Kenyatta’nın heykelini fotoğraflıyorum. Jomo Kenyatta ilginç bir öyküye sahip. Öksüz olduğu için, İskoç misyonerler tarafından yetiştirilip, Hristiyan kültürü alıyor. İngiltere’de ve Rusya’da antropoloji okumuş. Mensubu olduğu Kikuyu kabilesinin Merkez Birliği örgütü’ne katılmış. 1952 yılında Mau Mau kabilelerinin başlattığı Bağımsız hareketinin sorumlusu olarak İngilizler tarafından tutuklanıyor, ancak, hapiste iken Kenya bağımsızlığını kazanıyor, önce başbakan ( 1963 ) sonra da; cumhurbaşkanı oluyor. İngiliz eğitimine rağmen, kimliğini yitirmemesi ilginç geldi bana. Atatürk adı gibi, Kenya adı veriliyor Jomo Kenyatta’ya.

Bahçe girişinde, iddiasız, gözlerden kaçan bir anıt var. 7 Ağustos 1998 yılında, Bin Ladin ve Zevahiri’nin üstlendiği ve eş zamanlı olarak Nairobi ve Tanzanya’nın o zamanki başkenti Dar es selam’daki Amerikan Konsolosluklarında gerçekleşen bombalı saldırı anısına dikilmiş. Bu saldırı sonucu; Nirobi’de 291 kişi ölmüş 5000 kişi yaralanmış, Dar es selam’da 10 kişi ölmüş, 77 kişi yaralanmıştı.

Moi Avenue’deki Pizza İnn, öğle saatlerinde sakin. Akşam, önünde uzun kuyruklar vardı. Bir pizza sipariş ediyor ( 390 Ksh ) öğle yemeğini halletmiş oluyorum. Nairobi merkezi, trafik, kalabalık ve sıcak nedeniyle çekilecek gibi değil.

Bu kez, Central Park’ta bir ağaca dayıyorum sırtımı, sandaletlerimi çıkarıp, çimenlere uzanıyor, gelip geçenleri izliyorum. Uhuru Park ile Central Park yan yana. İkisi de, Nairobi kelimesinin Swahili dilindeki “ yeşil ve sulak yer “ anlamını haklı çıkarırcasına tertemiz ve yemyeşil. Kentlerin en büyük hafızası parklar bence. Toplum olarak, park yoksunu olmamızı mı, yoksa, Oya Baydar’ın “ Çöplüğün Generali “ kitabında dediği gibi, tarihimizde çok suç işlememizi mi, hafızamızın zayıflığına bağlayacağız ? Neyse, ben yine, önümden geçen, çoğu ideal vücut ölçülerindeki kızlara bakarak, Nairobi’yi tanımaya devam edeyim. Eğer; bu parklar olmasaydı, bu miskinlik günümü nerede geçirecektim ?

Akşamüzeri, güneş hız kestiği anlarda, Central Park’tan Uhuru Park’a geçiyorum. Pamuk yığınlarını andıran bulutların altında, gölün üzerine düşen, Uluslararası Konferans Merkezi ve Belediye Saat Kulesinin akislerini izliyorum bir süre.

Nairobi caddelerinde ve parklarında sigara içmek yasak. Uzandığım yerden sohbet ettiğim parktaki seyyar fotoğrafçı genç, artık, park görevlisinin gittiğini, bu nedenle sigara içebileceğini söylüyor ve az ilerideki şekerleme satılan tezgahta, zuladan, tanesi 5 Ksh’a satılan sigaralardan alarak, özlem gideriyor.

Saat 18.00’de Mama Ngina caddesinin, iş bitimi saatlerine denk gelen araç ve insan trafiğini izlemek üzere, Tacos Bar’ın terasına tünüyorum tekrar. Tusker birası eşliğinde tabii. Mümkün olsa, bir kasa Tusker birası götürürdüm İstanbul’a. Bu arada, Nanyuki’de kaldığım oteldeki resepsiyonist kız arıyor telefonla. Hayırdır diyorum, yapacak bir şey yok ki. Tacos Bar’da, neredeyse, her müşteri başına bir garson düşüyor. Bir şişe bira içme süresi yarım saatten uzun sürerse, sormadan, bir şişe daha getirip, masaya bırakıveriyorlar.

Oturduğum yerden, işlerinden çıkmış, şık giyimli insanları izliyorum ne zamandır. Batılılar, saçlarına perma yaptırıp, dalgalı şekil verirken, zenci gençler, kıvırcık saçlarına jöle sürerek, düzleştirme peşindeler. Batı kültürüne bir öykünme mi acaba ? Vietnamlı genç kızlar da, tenleri beyaz kalsın diye, Allahın sıcağında, her taraflarını örtmezler miydi ?

Hava karardı. Son kez, Farmer’s Choise’e giriyor ve 2 samosa, ¼ piliç, bir çuval kızarmış patates alıyor ve 235 Ksh ödeyerek, Kenya’da son yemeğimi yiyorum.

Saat 21.00. Embassy Hotel’den çantaları alıp saat 21.00’de, 15 kilometre uzaklıktaki Jomo Kenyatta havaalanına doğru yola çıkıyoruz. Havaalanının içine almıyorlar, ben de otoparkta yere, eşofmanlarımı sererek uzanıyorum. Dolunayın önünde kayıp duran yağmur bulutlarını izliyorum. Hava giderek soğuyor, saatler ilerledikçe. Lahana gibi, kat kat, elime ne geçerse giyiniyorum bu kez.

Saat 01.00’de, kapıdaki görevliyi ikna edip, içeri giriyor ve kısmen ısınıyorum. Sonrası malum; check in, bilet, gümrük işlemleri bekleme salonu seromonileri. Altı saat, onbeş dakika süren yolculuk, iri yarı zenci bir kadının yanında geçiyor. Obez çocuğu ile İstanbul aktarmalı, Kaliforniya’ya kocasının yanına gidiyormuş. Beni de, havaalanında eşim ve oğlum karşılıyor. Geride zebralar, aslanlar, acacialar, siyah tenli bembeyaz dişli çocuklar bırakarak, ama binlerce fotoğraf ve yüz yirmi sayfa gezi notunu yanımda getirerek, noktalıyorum Kenya seyahatimi.

v

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..