Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ağustos '11

 
Kategori
Edebiyat
 

Keskinli Aşık Haydarî Baba

Keskinli Aşık Haydarî Baba
 

Keskinli Aşık Haydarî


KESKİNLİ AŞIK HAYDARİ BABA

Kardeşim Gülser’e, 1960 ihtilâli zamanında doğduğu için Cemal Gürsel’den ilhamla Gülser adı verilmişti. Doğalı nerdeyse 3-4 yıl olmuştu, bir türlü ayağa kalkıp yürüyememişti. Bizim oralarda “küt satmak” diye bir bâtıl inanç-gelenek vardır. Böyle, yürüyemeyen çocuklar bir kalbura konur, oturtulur; konu-komşu geziye çıkarılır. Sokakta ev ev dolaştırılırdı. Önüne varılan her evden kalbura, yemiş, para, vs atılır ve çocuğun yürümesi için dua ve dileklerde bulunulurdu. Kardeşim Gülser’in “küt satılışı” nı unutmadım.

Ayrıca, evleneli aradan seneler geçmesine rağmen Gülser ve İsmet çiftinin beklenen çocukları olmamıştı. Günlerden birgün, galiba Cuma’ydı veya Pazar. Babam, annem, ben, Gülser ve damadımız İsmet bir arabaya doluştuk. Arabanın arka bağajına da bir koyun attık. Doğruca Keskin’e bağlı Haydar Sultan Köyü’ne gittik. Orada, mavi – çiğit boyalı bir türbe vardı. Türbede dualar ettikten sonra, kuyu gibi bir çukurdan gaz kokusuna benzer bir koku geliyordu. Kardeşim Gülser o kuyunun ağzına uzanarak birkaç kez kuyudan gelen kokuyu kokladı. Sonra, kurbanı kestik. Dualar edildi. Ve oradan ayrıldık. Aradan 2 sene geçmişti galiba. Kardeşimin bir kızı Dünyaya geldi, adına da Sultan denildi. Hani var ya, benim cadı yeğenim Sultan, hah o işte...

*

Bilemezdim, aradan nice zaman geçtikten sonra, bozlağın en muhteşemini en güzel şekilde çalıp söyleyen bir Haydar Sultan Köylü ile tanışacağımı. Bilemezdim ki, o tanıştığım bizim oraların çiçeği ve otunun kokusunu, dağ yelini üstünde taşıyan bu saz ustasının aynı zamanda bir ozan olduğunu. Keskinli Aşık Haydari...

Evet... Antalya’da “Anasam” isimli edebiyat-şiire dair kurduğumuz meslek birliği’nde Aşık Muharrem Yazıcıoğlu, Aşık Gürkani, Aşık Selahattin Kazanoğlu, Aşık Firgani, Aşık Burhani gibi aşıklar arasında ak saçlı-pos bıyıklı-ben ona geleneksel alevi bıyıklı diyorum- şahane yürekli bir ozan olan Keskinli Aşık Haydari’de vardı.

Başkanlığını benim yürüttüğüm bu kuruluşun her hafta “gönül sohbetleri” oluyordu ve şairler, ozanlar çalıp söylüyordu. Ben ona “Haydari Baba” dedim. Bir anda içim ısındı. Bir anda sarıp sarmaladı yüreğim.

Doğduğum yörenin tozunu, toprağını, gülünü, dalını, çiçeğini, dağ rüzgârını, şahin kanatlarını, asmalarda üzümünü, Kızılırmak suyunu, çeşmelerin kurnasını, kağnıyı, yabaldıyı, dirgeni, heği, yükü, halayı, misketi, şeker oğlanı, hüdaydayı, davulu, zurnayı hatırlatıyordu. Bana benden de yakındı Haydari Baba. “Huu dostlar!” derken, herkese aynı samimi candan sesleniş ve davranışı gösterirken, sanki beni görünce, içinin bir başka sıcak iklimle donandığını hissediyordum.

Bakışlarının rengini, yüzünün denizinden anlıyordum. “Elmadağ’ın yaman olur avcıları” derken, Keskin’den çıkıp Kırıkklae yolundan Başkente giderken uğradığı ve buz gibi suyunu içtiği Elmadağ’ı düşünüyor, beni bir bakıma “hemşehrisi” sayıyor gibiydi. Halen de öyledir. Yahut da ben kendim onu kendime daha yakın görmek istediğimden bana öyle gelmektedir.

“Milletin başına bela olur” diye okutulmak istenmeyen bir köy çocuğu Keskinli Haydari. Asıl adı ise Kaya Özlük.. Atatürk’ümüzün Hakk’a yürüdüğü bir günde dünyaya gelmiş(10 Kasım 1938).

Bizim oraların bebeleri böyledir işte, yürüyende tarla tarla, bağa, çifte çubuğa gidende, eşek sırtında, kağnı ardında, döğen üstündedir. Evin her şeyidir bebe. Soğukkuyu lastiği giyende, bayram sabahlarının serinliğini görür yipelek otlarıyla süslü “yazı”larda ve kına taşlarının türküsünü dinler kayalık yokuşlarda ve dağ zirvelerinde. Akan çaylarla beraber koşar, uzanır çimenlerin üstüne, “navruz kazmaya” gider mevsimi gelende, “öksüz çiğdem”e öyle saygılıdır ki, öksüzlere benzetir, aklığını gördükçe çiğdemin; altın sarısı çiğdemi söker de, öksüz çiğdeme dokunmaz bizim oranın bebeleri. Yaz tatillerinde harman ve yayla gecelerinin en parlak yıldızlarıyla sırdaştırlar. Anasının yamayıp giydirdiği giysiler, kirmenle eğirip sonra da ördüğü yün çoraplarla akranlarıyla çiftte, çubuktadırlar.

Kaya Özlük, kaderinin çizdiği çizgiyi kendi güç ve kuvvetiyle kırmaya çalışmış ama her seferinde de ona yenilmiş bir Anadolu köy çocuğudur. Yoksulluğu çalışarak, el kapılarında “hizmetkarlık yaparak” yeneceğini sanan bir köysü bakıştaydı aile büyükleri. Kaya’da nitekim “1938-1948-1947 yılında bir çıktım el kapısına, Hasan Dede Köyü’ne. 1958’li 1959’lu yıllara kadar el kapılarında kaldım.” Demektedir.

Alevi-Bektaşi geleneğine bağlı bir köydü Haydar dede Köyü. Elbette ki, o yıllarda “dedeler” müessesesi daha bir sağlam ve gelenekler daha sıkıcaydı. Köyde yapılan bütün cem toplantılarına katılan Kaya, bu cemlere katılan ve çevreden gelen ozanları-aşıkları teker teker tanımıştır.

Bu arada, elbette ki Keskinli Hacı Taşan ve Muharrem Usta(Ertaş)...

Abdal geleneği...

Çalıp söyleme ve gurbet...

Alevi-Bektaşi mayalanması, Pir Sultan, Yunus Emre, Hacı Bektaş, Balım Sultan ve Abdal Musa...

Sonra, bir geyiğin koltuk altında gümüş saplı oku, Alanya Beyinin anlı-şanlı oğlunun, geyik peşinde, okunun peşinde dağlar, dereler aşa aşa Elmalı Tekke Köyünde bir dergâhta kayboluşunda ortaya çıkan Kaygusuz...

Gür ve içten gürültülü-uğultulu ormanların en diplerinde yaşayan “tahtacı”ların ürettiği kap-kacak ile bağdaş kurulan sofralarda canlara sunulan “can lokmaları” nı paylaşım... Diyor ki:

“Acılar ekmeğim umut katığım Yaban ellerinde el kapularında Sevgi denen şeye hasret kalmışım Yaban ellerinde el kapularında Feleğin çarkına böyle takıldım Küçük yaşta ağalara satıldım Kaya Özlük idim Haydari oldum Yaban ellerinde el kapularında” Ve sesleniyor Yesi’den çıkıp yol yol Anadolu’ya Hazreti Türkistan’ın “dostluk-barış-kardeşlik” mührünü basmaya gelen ışık kervanının mensuplarınca, turnalara sesleniyor.

Diyor ki:

“Acılar ekmeğim umut katığım

Yaban ellerinde el kapularında

Sevgi denen şeye hasret kalmışım Yaban ellerinde el kapularında Feleğin çarkına böyle takıldım Küçük yaşta ağalara satıldım Kaya Özlük idim Haydari oldum Yaban ellerinde el kapularında” Ve sesleniyor Yesi’den çıkıp yol yol Anadolu’ya Hazreti Türkistan’ın “dostluk-barış-kardeşlik” mührünü basmaya gelen ışık kervanının mensuplarınca, turnalara sesleniyor. Diyor ki:

“Katarını çekmiş Güneydoğu’dan /Kırıkkale üstünden geçin turnalar//Bağreğin göğsünde Haydar Sultan’a / Kuyudan suyunu içen turnalar //

Ne güzeldir Kızılırmak boyları / Avcının yüzünden kırgın toyları / Misafirseverdir bütün köyleri/ Keskin’den de konup göçen turnalar.

Deneğin başında Kırklar mekânı/Cılbak Ali ile Haydar Sultanı /Bir de güzel Üstat Hacı Taşan’ı/Uğrayıp perdesin açın turnalar..

Bir er vardır Çelebi’de mekânı /İsmi Halil Dede Bostanı /Büyük olur Hasan Dede canı /Kırmızı şarabın için turnalar//

Keskinli Haydar’ım bugünler geçer /Elbet bir gün benim gülüm de açar /Irgatlar birleşir mahsulü biçer /Pirinci mercimekten seçin turnalar.



Evet işte böyle... Keskinli Aşık Haydari Baba’mız bu... Normal bir kab içine sığmayan sudur o. İçine girdiği kaba şekil verir. Yerinde sayan göl değil, kıyılarda çalkanan okyanustur o. Aydınlanmacı ve çağdaştır hep. Alevi-Bektaşi geleneğinden gelmesine rağmen, “Arap tesirindeki” Alevilik ve dedeliği reddedip, “Anadolu Aleviliği” ni öne çıkaran bir anlayışa sahiptir.

Hazırdan ve millet sırtından, bağışlarla ve hediyelerle geçinen; toplumdan geri olan ve önder-lider olamayan “dedelik” kurumunu kabul etmeyen bir koca yürek erendir o. Sözlerini eğip bükmeden, çekinmeden, ucu nereye giderse gitsin, mutlaka gerçekleri haykıran bir ozandır.

Emperyalizmin ve sömürünün her türlüsüne karşı olan ozanımız, Anadolu köylerinin ve insanlarının köklerinden koparılmasını ve geriye götürülmesini asla istemez. Ömrü, bu acımasız asimilasyonla ve zalim emperyalizmle mücadeleyle geçmiştir. Atatürk ve Cumhuriyet derken, “Cumhuriyet Türküsü” nü söylerken, Türk’ün özgürlüğünü, hoş görüsünü ve insanlığını öne çıkarmaktadır. Asla ayırdımcı olmayan ozanımız, insanı insan olarak değerlendirmekte, uyanık, hakikatleri gören, genç nesli gelecek yüzyıllara hazırlayan bir toplumsal doku hasretiyle bir ömür çalıp söylemiştir.

Dostlarının dertleriyle dertlenen Keskinli Aşık Haydari Baba’ mızın bazen toplumdan, kalabalık yerlerden kaçtığını gözlemledim. En son, Antalya Cumhuriyet Meydanı’na bağdaş kurup, sazını susturduğu, deyişlerine ara verdiği andan sonra, O’ nun garipleştiğini müşahade ettim. Kaçıyordu insanlardan. İnsanların ve düzenin yalanlarından, oyunlardan ve iki yüzlülükten...

Görünenle görünenin ardında saklı duran gerçeği bir arada çözümleyen, duvarı delen bakışları olan, hakikat aynasından olaylara ve çevreye bakan, okuyan, araştıran ve bunca yıl uğrunda çalıp söylediği halkını düşünen bir ozanın susması, kendini zincirin halkasından dışarıya atması şaşırtıcıydı. Fakat, haklıydı o. Öylesine haklıydı ki; önderi olmaya ve uyandırmaya çalıştığı kitleler, maalesef o’ nun söylediklerinin aksine çıkmışlar, seçimlerde ve öteki alanlarda, O’ nun işaret ettiği noktayı görmemişlerdi. Halk Ozanı, halkın ozanıdır.

Çağının ozanıdır. Gelecek çağa halkını hazırlayandır diyordu. Lâkin, ömrünü tükettiği halk, kentsel dünyanın arabesk ve tüketici formatının dişlileri arasında, küresel ve beynelmilel sermayenin kuklası olmuş, ozanlarını dinlemiyordu. Kahretti Keskinli Aşık Haydari. Küstü. Çekildi kabuğuna. Kendi iç evine kilitledi kendini.

Şimdilerde, arada bir “dayanamayıp” konuşsa da eski Haydari Baba’ mızın neş’esini pek görmüyor ve üzülüyorum. İlerlemiş yaşına rağmen, bizim gibi genç şairleri gördüğünde, yeniden ruhu çiçeklenmekte, yeniden içi çalkanmakta ve ışık kaynağı misali parlamaktadır.

“Aydoooosssssttttt” diyen diline kurban olduğum Haydari Baba...

Sazı evlâdı gibi bağrına basan, sonra da onu “öpen” harika insan...

Ben şimdi, bu kalleş ve kancık dünyada, bu “satılmış düzende” hıçkıran bir çocuğum. Yalnızım. Yapayalnızım. Işığım yok. Ustam yok. Kendini beğenmişler ordusu şairlerin içinde mısra israfçısıyım. Dilim kelepçede, yüreğim işkencede. Ellerim korkumun titremesinde. Uzat elini Baba uzat da öpeyim. Tut ellerimden, tut n’olursun. Götür beni, bu “küt satma kalburu” içine koyan toplumun arasından, çek, çıkar ve götür. Yunuslara, Hacı Bayramlara, Pir Sultanlara götür. Biliyorum, kendinden bahsedilmesini pek istemezsin. Kaç kez Tv programı yapmak istedim senle ilgili, hep bir engel çıktı veya çıkardın. Kaç kez, kardeşim Harun Yiğit’le beraber senle ilgili bir “program” yapmak istediysek, hep kaçtın, hep kaçtın. Övünmek ve gösteriş manzaralı duruşlardan hiç hoşlanmadığını biliyorum. Sakin, sessiz ve yalnız yürüyüşünün ardında aslında ne gök gürlemeleri olduğunu hissetmekteyim. Haydari Baba; Seni çok seviyorum!... Ömrün uzun olsun... Işığımız olmaya devam et olur mu? 

 
Toplam blog
: 28
: 2100
Kayıt tarihi
: 14.04.09
 
 

1952 ankara-Elmadağ doğumluyum. 1975 yılında A.D.M.M.A' den makina Mühendisi olarak mezun oldum. 2..