Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Nisan '11

 
Kategori
Sosyoloji
 

Kıbrıs barış harekatı

Kıbrıs barış harekatı
 

Tek Yürek Olmak Çok mu Zor? 

Kıbrıs barış harekâtı için gün sayan ülkede siyaset vitrininde, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan koalisyonundaki hükümet ile muhalefette Süleyman Demirel, kamuoyunu meşgul etmeye devam ederken, siyaset tam bir “kepazelik” görüntüsü veriyordu. Deyim yerinde ise “at izi, it izi ile karışık” bir görüntü yansıyordu. 

Ülkede bu kaotik durum yaşanırken Kıbrıs konusunda müzakereler için dönemin Dış İşleri Bakanı Turan Güneş İsviçre’ye gidiyordu. Basına yansıdığı kadarı ile Cenevre’de yapılan müzakere toplantıları çok zorlayıcı geçiyordu. Ülkede yaşananlara ilgili bir aile yapısında olmam ve hayatımın ileriki dönemlerinde sürekli olarak “geriye dönüşlü” araştırma-düşünce mantığı ile bakmamdan kaynaklanan özellikler ile o dönem yaşananları analiz edebilmiştim. Tabi bahsettiğim yıllarda Kıbrıs Barış Harekâtı kararının nasıl geliştiğini tüm vatandaşlar gibi ben de basından izleyip bilgi sahibi olmuştum. Ancak çok ilgili olmayan insanların bu karar alınırken verilen şifreli mesajın neden telefonla ve o halde iletildiğini bilmese gerek. Cenevre’deki müzakereler devam ederken dayatma ve tıkanmayı gören Dışişleri Bakanı Turan Güneş, görüşmeye giderken hükümet tarafından tartışılıp alınan karar gereği hızla hareket ederek toplantı salonundan çıkıp, Başbakan Bülent Ecevit’i aramıştı. Turan Güneş, Bülent Ecevit’e telefon ederek kısa bir güncel konuşmanın ardından ” “Ayşe tatile çıktı” dedi. ( “Ayşe”, Turan Güneş’in kızının adıdır. Güncel konuşma sırasında adı geçtiği için dikkat çekmemiştir) ile konuşmaya devam ederek telefonu kapatmıştı. Turan Güreş müzakere salonuna geri döndüğünde diplomat asaleti ile görüşmelerden ayrıldığını belirttiğinde odadakilerin şaşkınlığı tahmin edilse bile olabilecekleri hiç kimse öngöremezdi. 

Ülkedeki kaotik atmosfer ve müttefiklerin sürekli “taviz verilmesi” şeklindeki talepleri ileri boyutlara ulaşmış, o dönemde yaşananların daha sonra deşifre olmasından öğrendiğim gibi, ülkede farklı istihbarat örgütlerinin cirit attıkları da ayyuka çıkmıştı. Tam da bu yüzden özellikle İngiltere’nin Kıbrıs konusundaki planları nedeni ile “dinlenme” ihtimaline karşılık, “Adadaki durumun görüşmeler yolu ile çözülemeyeceği, askeri müdahale gerektiği bu şekilde “şifreli” ve bir çoğuna göre “absürt” mesaj ile iletilmişti. Alınan şifreli mesaj sonrası devam eden günlerde Türk Silahlı Kuvvetleri, Deniz ve Hava harekâtıyla Kıbrıs’a taarruz ederek Girne sahillerine çıkarma yaptı. 

Bu harekâtın ikinci gününde, Türk Silahlı Kuvvetleri 50.Piyade Alayının komutanı Kıdemli Albay Halil İbrahim Karaoğlanoğlu komutasındaki alayı ile birlikte Piladini Plajına çıkmiş, ( 21 Temmuz 1974 ) gelen bir havan mermisi ile ağır yaralanarak şahadete kavuşmuştu. Bugün Piladini Plajı, Karaoğlanoğlu Plajı olarak anılmaktadır. Kıdemli Albay Halil İbrahim Karaoğlanoğlu’nun şehit düştüğü haberleri hem ülkede hem de harekât anındaki askerlerde moral bozukluğu yaşatsa da, harekât başarı ile sürdürüldü. Harekâtın ikinci bölümünde Türk Hava Kuvvetleri “Beş Parmak Dağlarını” bombaladığı, çıkarmada karaya yerleşen askerler ile destek kuvvetlerinin bu defa daha rahat ilerleyerek Lefkoşa’ya kadar girdiklerini gazete ve radyodan öğreniyorduk. Toplumda “histerik” bir tarzda, ”kazandık-zafer kazandık” çığlıklarını tuhaf bir şekilde izliyordum. Samimi olarak belirtmeliyim ki, ben bu yaşıma geldim, hala o savaşta neyin zaferini kazandığımızı anlamış değilim. 

Türk Silahlı Kuvvetleri ve dönemin iktidarının harekâtın başlarında olmasına rağmen ”harekâtın durdurulması” mesajları oldukça düşündürücüydü. Çünkü bu mesajların hemen akabinde, Amerika Birleşik Devletleri’nin önce silah ardından ekonomik ambargosu geldi. O dönem “elimizi-ayağımızı bağlayan” bu ambargo ve tarz hala değişik biçimlerde devam ediyor. Bu durumda benim için o dönemi analiz ederken, güçler dengesini elinde bulunduran kuvvetlerin yaptığı “uzun erimli alternatifli planlar” konusunu anlamama yardımcı olmuştu. Hele ki bu tür planlara “basiretsiz-uydu” iktidarlar, bilerek ve/veya bilmeyerek çanak tutuyorsa bu durum çok ta anlaşılmaz olmuyor. Öyle ki; Kıbrıs Harekâtında verilen şehit sayısını 250 diye açıklayan resmi yetkililerin aslına yalan söyleyerek yaşanan bu sürece katkı sağladığı anlaşılıyordu. 

Yıllar sonra bu sayının aslında 2500 olduğu öğrenilmesine rağmen bu bile inandırıcılığını yitiriyordu. Çünkü artık halkın arasına karışmış gaziler konuşuyordu. Örneğin harekâtın ikinci bölümünde görev almış bir komando astsubayından dinlediklerimiz inanılacak gibi değildi; “Uçaklardan sabah gün ağarmadan önce atlayan paraşüt birliklerimizden yere sağ olarak ayak basan neredeyse yok kadar azdı”. 

Bizzat kara savaşında bulunan bir Asımın ağabeyi Cahit Günaydın ise savaş depresyonunu atlattıktan sonraki yıllarda meraklı sorularımızı “Çocuklar siperde yatıyorsunuz, öyle ki karşıdaki düşman askerlerinin siperlerini bile görebiliyorsunuz. Bu anlarda kimi nişan alıp bir noktaya ateş ediyor, kimide tüfeği yukarı kaldırıp o istikamete şarjörü gelişi güzel boşaltıyordu” dediğinde şaşırıyorduk. Peki, “hiç düşman askeri öldürdünüz mü?” diye sorduğumuzda da şöyle cevap veriyordu: “Bakın çocuklar bizim, yani insanın yapısında göz göre göre insan öldürmek içine sinmez. O anlarda akıl ve bedenimiz “Psikolojik koruma refleksine” girdi. Çatışma arasında bir takım insanlar vurulup düştükçe, beynim “yok” diyordu. Benim kurşunum değildir, arkadaşlarımın kurşunlarındandır” Bu tanıklıkları benzer arkadaşları ile sonraki zamanlarda konuştuğumuzda, herkesin buna benzer “kendini koruma” dürtüleri olduğunu fark ettik. Evet, “ölmek” zordu, ama “öldürmek” savaş bile olsa sanıldığı kadar kolay değildi. 

Bana göre bu ifadenin çok ama çok net bir sonucu var. “Biz savaşı hep filimler de gördük, tarih kitaplarından okuduk” ama gerçek hiç de filmlerdeki gibi değildi. Gerçek savaşlarda yer alanlarla karşılaşıp, merakla sorduk, dinledik ve gerçeğin resmen “berbat” olduğunu gördük. Evet bu durum bence tek kelime ile özetlenebilir ”berbattı, berbat!” Etrafta onca silah ve silahlı olay varken, her gün silahların neden olduğu acı haberleri duyup yaşanırken geçirdiğimiz bu süreç benim açımdan ancak bu kelime ile özetlenebiliyordu. Birçok insanın gözünden kaçan ve paylaşmak istediğim bir detay daha var. Kıbrıs Harekâtı sırasında bir olumlu etkileşim tespit edildi ve tarihe yazıldı. Ama bunu bugün nedense hatırlayan yok. O da harekâttan bir gün öncesine kadar sağ- sol kavgalarında kan gövdeyi götürüyor, ülke dörde bölünmüş halk birbirini yerken, harekâtın başlaması ile birlikte bu kavganın “bir anda durması” ve kısa bir süre için de olsa milletin söz birliği etmişçesine “tek vücut” olmasıydı. “Sürdürülen bu kavgaya bir süre ara verilmişti” İşte bu durum benim, topluma olan saygımı arttırmıştı. Ortak duygular hisseden aranızdaki birçok kişi gibi bende “Bu toprakta yaşayan insanlar bir bütündür ve kalplerindeki aynıdır” diye düşünüyorum. Genel kanı olarak toplumumuz; cehalet, heyecana çabuk kapılma, kandırılmaya uygun olmakla birlikte kavgayı seven bir yapıya sahip olarak bilinir. 

Tüm bunların üzerine toplum olarak “silah” merakımız ve ilgimiz eklenince, ortaya içler acısı bir görüntü çıkıyor. Anadolu’da ezelden beri silahsız ev yoktur. Tam bu noktada konuya tercüman olacak “İstanbul da Anadolu olmuştur” sözünü sarf etmem hiçte yakışıksız değildir. Günümüzde İstanbul’da, tıpkı eskiden Anadolu’da olduğu gibi artık “silahsız ev yoktur”. İstanbul da 1970 e kadar silah sesi duyulmamıştır, hâlbuki bugün silah sesi “vakayı adliyedendir.” Anadolu buradadır. Bugün artık bayramda silah atılır, düğünde silah atılır, İstanbul’un ortasından, pardon her köşesinden söz ediyorum. Şu satırları okurken söze girdiğinizi duyar gibiyim, evet, futbol müsabakaları sonrası maç kazanılacak ta pencereler den silahlar patlatılmayacak, yollarda galibiyet sevinci havaya ateş ederek kutlanmayacak. Her seferinde balkonda, sokakta, parkta, kaldırımda birkaç kişi ölmeyecek, aksi halde ona galibiyet denir mi? Özetle yüzyıllar öncesinden süregelen geleneksel kültür de gram değişme olmadı. “At, Avrat, Pusat” geleneği daha da dejenere hale getirilerek devam ediyor. Şimdilerde At’ın şekli değişti. At artık motorlu ve yakıtlı, yani ot yerine yakıt tüketiyor, isimleri yerine de marka ve modelleri var. Köylüye, işçiye göresi de var, ağaya göresi de var. Bu arada avrat mı? Alası var, hem de artık aramak, peşinde koşmak da gerekemiyor. Alım gücün varsa ( Ağa isen ) “podyum” ismi verilen panayır benzeri yerlerde en güzelleri arasından seçebilirsin. Hayır, eğer sıradan biri isen o zaman bar, cafe, vs gibi yerlerde bir tur atmak yeterli. Silahtan ise konuşmaya gerek yok, her köşe başında hatta AVM’ler de, pardon! pardon! Alış veriş merkezlerinde serbestçe satılıyor. Kesene göre hangisi uygunsa alabiliyorsun. Unutmadan ekleyeyim, silahı aldın antrenman da yapman gerekiyor. Yani “atış” O da serbest. Tam şu günlerde Altunizade’de ana cadde üstünde bir bankadan daha şık görünümlü bir yerde “silah atış poligonu” açılmış, koskoca tabelasını gördüm. Hadi çocuklar artık atış da serbest, bu durum bana Adam Smith’in şu sözünü anımsatıyor. “Bırakınız yapsınlar, Bırakınız geçsinler.” Silah bırakma yâda toplama mümkün değil mi? tek yürek olmak için bir “barış harekât”ı mı gerekiyor? 

BÜLENT SELEN 

 
Toplam blog
: 89
: 985
Kayıt tarihi
: 09.07.10
 
 

Marmara Üniversitesinde  İşletme okudu. İstanbul Üniversitesinde yüksek lisans yaptı.  Dış Ticare..