Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Mayıs '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Kıbrıs

Kıbrıs
 

Yıl 2002. Mart ayının ilk günleriydi. İş gezisi için yolum düştü Kıbrıs’a. Yaklaşık bir saat yirmi dakika süren uçuşun ardından Kuzey Kıbrıs-Ercan Havalimanı'ndaydık. Havalimanından sonra dağ yolu üzerinden yapılan yarım saatlik yolculuktan sonra otele vardık. Kıbrıs’ı sevemedim. Üç gün ancak kalabilir insan. Sonrası sıkıyor. Kumarhaneler dünyası. Girne’de kalmıştık. Deniz kenarında güzel bir otelde. Kalabalık bir grup olarak geldiğimiz için karmaşa yaşandı resepsiyon önünde. Herkes bir an önce odalarına çıkmak istiyordu.
Büyük bir çabadan sonra ulaştım resepsiyonun önünde duran otel görevlisine. İsmimi söyledim.

- Sizin odanız 214 numaralı oda. Anahtarı vermiştik Recep Bey’e. Size de verelim buyurun.
- Beyefendi, Recep Bey de kim? Ben yalnız geldim buraya.
- Olur mu? Sizinle aynı gurupta hanımefendi. Burada yazıyor işte. Aynı odayı paylaşıyorsunuz.
- Kardeşim aynı gurupta olmamız aynı odayı paylaşmamız anlamına gelmez. Soyadlarımız bile tutmuyor. Biri
bayan, diğeri erkek ismi. Bu nasıl bir program böyle.
- Merak etmeyin hanımefendi odalarımızda yataklar ayrı.

Tansiyon giderek yükselir.

- Ay bu adam beni çıldırtacak. Nerede bu Recep Bey. Hiç itirazı yok mu onun canım? Dönüyorum ben İstanbul’a.

Neyse ki olay çabuk çözülür. Yapılan yanlışlıktan sonra otel görevlileri özür dilerler. Sorun bizim şirketin organizasyonundan kaynaklıdır. Bana otelin deniz gören, en güzel odalarından birini ayarlarlar. Gözlerim denizi de görünce, olay tatlıya bağlanır.

Otelde güzel bir kahvaltı ile ertesi gün başlar. Önünde ki uzun bir kuyruğun sonunda duran açık gıda pazar yeri. Her şey var açık büfede. Kıbrıs’ta, kahvaltı sofrasında olmazsa olmazlarındandır, hellim peyniri. Şöyle tavada kızartılandan. İsteğe göre özel pişiriyorlar. Ben sade seviyorum.

Sonra şehir turu.

Trafik biraz şaşırtıyor insanı. Minibüse biniyorsunuz. Şoför koltuğundaki adam telefonla konuşuyor, arkasına dönüyor. Siz panik oluyorsunuz. Oysa şoför sağda oturuyor. Yanlış kişiye bakıyorsunuz. Hemen alışmak zor. Araba kiralamak tehlikeli bu yüzden. Lefkoşe’ye geldik. Biraz alışveriş yaptık. Küçüklüğümden hatırlıyorum. Her şey orda ucuz derlerdi. Anlata anlata bitiremezlerdi. Bende öyle bir çarşı aradım ama değişik hiçbir şey yok artık. Ucuz da değil. Çarşıda pek hareket yok. Esnaf tahta sandalyesini atmış dükkanın önüne tavla oynuyor. Bir esnafla konuştuk. Çay söyledi hepimize. O kadar geniş zamanları var ki.

- Hayat burada sakin, diyor.
Eskileri anlattı uzun uzun.

Sonra deniz kenarına indik. Resim çektirmek istedik sahilde. Hava o kadar rüzgarlıydı ki saçlarımızı savurabildiğince savurdu. Barı karşıdan bakınca gemiyi andıran bir cafe bulduk kendimize. İçimizi ısıtacak sıcak bir kahve içtik. Sonra otele döndük. Otelde masörler ve masözler var. İstersen onların masajlarıyla dinlenebilirsin. Ben odamda dinlenmeyi tercih ettim. Ardından akşam yemeği.

Sonra sabahladıkları otelin kumarhanesi. Kollu canavarlar. İnsanları gözleri yorgunluktan tükenene kadar esir ediyor. Sabaha dek içkiler bedava. Yanında kuruyemişte. Bazı yerlerde tost bile yapıyorlar. Ama orda jetonlar daha pahalı. Benim hiç şansım yoktu. O yüzden piyango bileti bile almam. Aşkta kazanırız diyoruz ama nafile. Bu haksızlık değil mi? Garsonluk yapan genç bayanlar, size sürekli bir şeyler taşıyor ve sizden hiç para istemiyor.

Kimileri çok kazandığını düşünüyor, kimileri yeter artık fazla kaybettim diyor, kimileri de yarın yine oynarım diyor. Uykusuzluktan, dönen rakamları bile göremeyenler odalarına çıkıyor. Bir tas jeton alıyorlar. At babam at. Arada bir dördü aynı geliyor. O zaman kazanmış oluyorlar. Genel de izliyordum. İzlerken baktım bir makineden jetonlar oluk oluk döküldü. Şeytan dürttü beni de. Makineden kalktılar. Hemen oturdum. Hiç bir şey gelmedi. Piyango bileti gibi. Ama adım gibi emindim. Kaybettiğim bir tas jetonu son gideceğim Lefkoşe’deki Saray otelde alacaktım. Helal jeton biliyordum. Yine sahibine dönerdi.

Rulet masası var. Babalar orada. Kumarhanenin tam ortasında duruyor. Hırstan terlemiş kumarbazların kokusundan yanaşamazsın yanına. Adamlar nefeslerini tutmuş dönen zarı gözlemekte. Önce on bin dolar dediğini duydum birinin. Nefesler tutulmuştu. Dolaşıyordum etraflarında. Sonra bir ses, biri hafifçe azarladı beni.

- Çekilin bayan.

Aman meraklı değilim zaten. Sigara dumanı, içki, dönen zarlar, çekilen kollar, jeton sesleri. Hiç oraya ait değildim. Çekildim odama.

İkinci ve üçüncü gün şehir turlarıyla geçti. Şehir güzel. Beş parmak dağları, Salamis Harabeleri, Gazi Magusa, özellikle önceleri katedral olan şimdi ki camiler ilgi çekiyor. Ben Lala Mustafa Paşa Camisini (St. Nicholas Katedrali) görülmeye değer buldum. Akdeniz dünyasının en güzel gotik yapılarından biri. Sonra şehitliği gezdik.

Akdenizin en güzel yerlerinden biri olmasına rağmen, kumar öylesine yaymış ki şehre o isli ve pis kokusunu, başka bir şey düşünmek adeta imkansız. Halk rahat yaşamaya alışmış.

Son akşam yemeğini Saray otelde yedik. Kaybettiğim bir tas jetonu geri aldım. Kollu canavarlar bir kere veriyormuş, makineden jetonlar boşalınca kalkacaksın. Geç anladım. Hayatım boyunca oturmamak üzere kalktım.

Garip bir uçakla geri döndük. Döndüğümüz uçak 1970’lerdeki şehirlerarası otobüslere benziyordu. Tıngır mıngır. Neyse sağ salim İstanbul’daydık.

Foto: Sema GÜZEL

 
Toplam blog
: 106
: 1384
Kayıt tarihi
: 21.02.07
 
 

Bir yaz gecesi hatırasıyım. Haziran doğumluyum. Bilirler haziran doğumlular. Hele ki haziranın tam..