Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ağustos '16

 
Kategori
Öykü
 

Kim bilir, belki de deliren bizlerdik

Kim bilir, belki de deliren bizlerdik
 

İşe gitmek üzere kullandığım bir güzergâhtı Kadıköy Meydanı. Aslında oradan geçerken bu bana çoğu zaman iyi gelir. Denizin, kuşların, seyyar satıcıların ve araba kornalarının sesleri birbirine karışır, ortaya ise dünyanın hiçbir yerinde duyamayacağınız tamamen buralara özgü bir armonika çıkar. Eğer çok acelem yoksa yavaş adımlarla yürür, mütemadiyen denizin bazen durgun, bazen ise dalgalı siluetine şöyle bir göz atarım. Çocukluğumdan beri bu, bende bir alışkanlık olarak yer edinmiştir. Denize girip, şöyle kulaç atarcasına yüzmem. Sevmediğimden değil, çünkü yüzme bilmem. Öğrenmeye de hiç heves etmedim. Ama bir deniz kıyısına geçip oturmak ve saatlerce denizi izleyip, bunun üzerine sınırsız düşlere dalmak âdetim olmuştur. Bana nedense yalnızlığımın biraz olsun çekilebilir hoş taraflarını hatırlatıyor. Denizin olmadığı bir şehirde yaşayabilir miyim? Denizin boşluğunu ne alır, bunu da elbette düşündüm. En az denizler kadar, dağları da çok severim. Heybetli duruşları ve insana güven veren yüzleri beni hep coşkulandırmıştır. Ayrıca destanların, hikâyelerin, masalların ve türkülerin vazgeçilmez unsurlarıdır onlar. Dağlar, koruyucudur ve kollayıcıdır. Bağrında nice canlar barınır da kimsenin ahı yükselmez. Kısacası denizleri de, dağları da çok severim. Hatta insanlardan biraz fazlaca…
 
Bu yazının devamında denizlerden ve dağlardan bahsetmeye devam etmeyeceğim. Beni tanımayan okurların, bu satırları kaleme almış bu yabancının denizleri ve dağları sevdiğini bilmelerini istedim yalnızca. Öykümüze başlayalım artık;
 
Uzun uzadıya bir an değildi. Sadece geçerken tanık olmuş, dikkatimi ona vermişti. Orta yaşlarda birisiydi. Esmer tenli, kirli sakallı ve üç numara tıraşlı oval bir kafası vardı. Bunlar birçok insanın ortak özelliği olduğu için hiçbir sıra dışılığı yok. Onu, insanlardan faklı kılan ise koskoca meydanda kendi ekseni etrafında tıpkı bir Mevlevi dervişleri gibi huşu ile dönüyor olması idi. Biz, bu gibi olaylar karşısında genelde şu tabiri kullanırız; ‘Bu deli adam ne yapıyor böyle?’
 
Evet, tespitimiz yalnızca bu kadar ve böylesine net. Bu deli adam gördüğümüz üzere kendi ekseni etrafında dönüyor ve yavaş bir tonda bir şeyler mırıldanıyor. Kulak verdiğimde ise şu gibi kelimeleri duydum;
 
‘ Dünya dönüyor, ben de dönüyorum. İkimiz de dönüyoruz. Ama hiçbir şey değişmiyor. Değişmiyor hiçbir şey. Her şey aynı. Aynı…’
 
Aslında dünyamızda çok şey değişiyordu. Bir yapının üstünü başka bir yapı alarak göğe uzanıyor, insanlar ise çağın gereklerine uyum sağlarcasına kendilerinden beklenen değişime ayak uyduruyorlardı. Evet, yüz yıl öncesine nazaran dünyamız ve ülkemiz müthiş bir değişimin içindeydi. Artık işlerimizi daha kolay ve daha kısa bir zamanda yapabiliyor, sesimizi elimizdeki cihazlar yardımı ile binlerce kilometre ötesine ulaştırabiliyor ve olup biteni çok çabuk öğrenebiliyorduk. Bu adamın değişmeyen şeyden kastı ne olabilirdi ki?
İnsanların umarsızca yanından geçip gittikleri kendi etrafında dönmeye devam eden bu adam hep aynı şeyleri söylemeyi sürdürüyordu;
 
‘Değişen bir şey yok. Her şey aynı. Aynı işte. Aynı…’
 
‘Bu adamın öne sürdüğü üzere değişmeyen ne olabilir ki?’ diye düşündüm, sonra ise değişmeyen şeyin ne olduğunu yavaşça idrak etmeye başladım. Galiba değişmeyen tek şey bencilliklerimizdi. Hırslarımızın kurbanı olan bu kederli dünyanın vahameti idi. Çıkar uğruna giriştiğimiz cinayetlerimizdi. Beklentilerimiz gereği onurlarımızı ve haysiyetlerimizi üç kuruşa satılığa çıkartmamızdı. Daha iyi bir dünya için mücadele etmeyip, kendi sığ kabuklarımıza çekilerek öleceğimiz günü sessizce beklememizdi. Irkçı yaklaşımlarımız ve önyargılı fikirlerimizdi. Değişmeyen tek şey içimizde varlığını sürdüren nefretimizdi. Yüzlerce yıl geçmesine rağmen insanlar, kendilerine verilen buyruklar gereği düşünüp, tartışmadan yine ölmeye ve öldürmeye devam ediyordu.
 
Bir kadın şöyle mırıldandı;
‘Zavallı adam! Belli ki delirmiş.’
 
İşte değişmeyen şey buydu. Kendimizi karşı tarafın yerine koyup, onun dünyaya baktığı pencereden bakamıyor oluşumuzdu. Belki de bu adamın bakış açısına göre, bu koskocaman insan yığını, aklını yitirerek korkunç bir delirmeğe doğru savruluyordu. Belki de asıl deliler bizlerdik. Okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, müzik dinlemeyen, sevgi bilmeyen, bir resme zevkle bakmayan, gün içerisinde adamakıllı bir iki cümle kurmayan, sadece itham etmek ve haksızca yargılamak üzere yaşayan bizlerdik. Koskoca bir toplum olarak belki de gerçekten korkunç bir deliliğe savruluyorduk. Kim bilir, belki de o haklıydı…
 
17 Ağustos 2016
İstanbul
 
Toplam blog
: 27
: 732
Kayıt tarihi
: 21.06.10
 
 

Edebiyat, edebiyat, edebiyat....  ..