Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Nisan '10

 
Kategori
Anılar
 

Kim bu yabancı?

Avludaki üzüm asmasının yabanileşmiş dalları ortalığı balta girmemiş orman görüntüsüne sokmakla kalmayıp, kırmızımsı boyalı, mozaik merdivenleri de geçilmez yapmış.

Biraz önce aşağı bahçede ağaçların kuru dallarını kesmekte kullandığım makasla kendimin geçebileceğim kadar yer açtım merdivenlerde.

Kestiğim dalları duvardan aşağıya atarken, merdivenlere bakan küçük odanın penceresi ilişti gözüme. Hemen bu pencerenin dibindeki yatağımı düşledim.

Elimdeki tomardan deneme-yanılma yoluyla bulduğum anahtarı (birazda zorlanarak) çevirip açtım kapıyı.

Annemin toz içinde kalmış bir çift terliği karşıladı ayakkabılıkta. Ayakkabılarımı çıkartıp, çıkartmamayı düşünsem de, çıkartmadan daldım içeriye.

Sıva üstü elektrik anahtarının yerini, kapıların açılma şeklini aradan bunca sene geçmemişçesine kolayca bularak açtım. Hayret elektrikler yanıyordu.

Banyonun açık kalmış kapısından kafamı uzattım. Lavabodaki kuru-çatlak sabun, kapının arkasındaki havlu, hatta aynanın önünde unutulmuş diş fırçası ile bir tıraş bıçağı, sanki yaşam belirtisi gibi gelse de, elimi uzattığım musluktan su akmadı.

Köşedeki bakır banyo kazanını aradı gözlerim. Altındaki küçük sobasına odunlar atarak hem banyoyu hem de suyu ısıtan, ama her kış ya donarak, ya patlayarak bizi uğraştıran banyo kazanını.

Sonra anımsadım o kazanı çok yer kaplıyor diye kaldırıp atarak yerine küçük bir odun sobası kurduğumuzu, suyu da o sobanın üzerine yerleştirdiğimiz büyükçe bir kazanda ısıttığımızı.

Uzun koridorun orta yerine gelince sağa dönüp mutfağa baktım hemen. Annemi yanıltmamak için buzdolabına yöneldim. Kapağı sonuna kadar açık buzdolabında da, mutfağın raflarıyla dolaplarında da birkaç bardak ve çanak çömlekten başka şey yoktu.

Oysa annem, ne zaman ilçe dışından gelsem, her seferinde elini öptükten sonra hemen buzdolabını açtığımı söylerdi hep. Ama bu kez ne annem evdeydi ne de benim yemem için bir şeyler bırakmıştı burada.

“Hayat” dediğimiz uzun koridora serili kilime basmamaya özen göstererek, caddeye bakan büyük odanın yarı aralık kapısından içeri süzüldüm. Pencereyi örten güneşliği aralayıp çarşıya baktım.

Balkonun yuvarlak delikleri olan tuğlalı korkuluğu kaldırılmış, demir korkuluk yapılmıştı.

Ulusal bayramlarda bu balkona doluşan eşarplı, bürgülü ve çoğunu tanımadığım insanları anımsadım. Karşı lokantanın önüne kurulan kürsüden şiir okurken bu balkona bakar, annemin beni izleyişini görmeye çaba harcardım.

Kitaplığın raflarında bırakılmış ilmihallerle, bir tarım kitabını karıştırdım. Camekânlı bölümlerdeki biblolara bakıp, bunların benden daha yaşlı olabileceklerini düşündüm.

Tavanın yamulmuş tahtaları, duvarların kabarmış badanaları, soba borusunun girdiği delikten akan is ve kurumların kirlerine bakıp, yerdeki halıyı topladım.

Bu halının üzerine kimler basmış, kimler oturmuştu. Büyükbabam, babam, babaannem, annem, ben ve kardeşlerim.

Bu halının desenlerini misket kuyusu yapar, misket oynardık akşamları.

Çarşıya bakan pencerenin önündeki sediri anımsadım. Babamla annemin Tosya'dan alıp getirdikleri kırmızı yolluk halı ve annemin onun üzerine koyduğu yastıklarla örtüler nasıl da güzelleştirmişti evimizi.

İç odadan, dip odaya geçerken ortalıktaki çocuk karyolasıyla içinde kalmış bir iki oyuncağa takıldım.

Benim beşiğimde diğer kardeşlerim de büyümüşlerdi ve uzun zaman tavan arasında saklanmıştı.

Tavan arasına hiç çıktığım olmuş muydu? Sanki bir kez çok derinliklerine gitmeyip, girişinin hemen yanından güğümleri almıştım.

Anımsadım o sert kışı. Donan sularımız haftalarca açılamamış, uzun zaman pınardan su taşımak zorunda kalmıştık.

Dip odadaki tel dolapta annemin ayırıp koyduğu un, bulgur gibi erzaklar olduğu gibi duruyordu. Demek ki, annem sık sık uğruyor eve diye düşünüp, rahatladım.

Odanın çakılı kapısını açamayınca pencereden baktım arka büyük balkona. Annemin kar beyazı çamaşırları geldi gözümün önüne.

Yeniden girdiğim orta odadan çıkıp, gençliğimin tüm anılarının geçtiği ve adı "benim" olan odaya girdim.

Pencerenin önündeki somyanın tozuna kirine bakmadan uzandım üzerine.

Ellerimi kafamın altında birleştirip gözlerimi tavana diktim. Ne şekiller, ne anlamlar çıkartırdım tavanı kaplayan ağaçların budaklarından.

Zaman zaman insan , zaman zaman dağ bayır olurdu bu şekiller. Birçoğu da hiç değişmez, hep aynı hissi verirdi bana.

Ne kadar zorlasam da çıkartamadım o şekilleri.

Evin çocukluğumdan beri var olan kocaman vitrini takıldı gözüme. Geldiği günü anımsamaya çalıştım.

Babamla yanındakiler alttaki vitrinle üstüne koyacakları kitaplığı yerleştirmek için ne kadar çok uğraşmışlardı.

Sonra da, annemle halamın ne kadar mutlu bir şekilde içini temizleyip, bardak çanaklarla süsleyerek, yerleştirdikleri.

Hayatımın en çok kitabını bu odada mı okumuştum acaba. Uzun ve soğuk kış gecelerinde yorgan ve battaniyenin altına girer, sadece gözlerimi dışarıda bırakacak şekilde kendimi yerleştirir, öyle okurdum kitapları. Sayfa değiştirmek için dahi olsa elini yorganın altından çıkartmak ne kadar zor gelirdi. Hele ışığı söndürmek için kalkmak zorunda olmak.

Sevgililerime mektupları bu odada yazar, onlardan gelenleri bu odada okuyup, bu kitaplıktaki kitapların içlerinde saklardım.

Kapının arkasında elbiselerimi astığım burgulu askılar aynen duruyordu işte.

Kaç yılım geçmişti bu evde, bu odada. Benden başka kimlerin ne anıları vardı bu duvarlarda, bu tavanda. Kim inanırdı benim aradan geçen bunca yıla karşın, dünyanın neresinde olursam olayım hala bu odada, bu yatakta uyanıyor olduğuma.

Elim pencerenin kenarındaki küçük çivinin olması gereken yere gitti. Geceleri yatarken çıkarttığım Kores marka saatimi bu çiviye takardım kordonundan. Çivi yoktu olması gereken yerde.

Ne vardı ki, olması gereken yerde de o çivi olsundu. Benden başka kimsenin nefesi bile yoktu, bir zamanlar sofrasında sekiz on kişiden aşağı insanın olmadığı bu evde.

Annemim elinde süpürge, ağzında radyodaki şarkıya eşlik eden neşeli haliyle okuldan gelen bizleri karşılayışı, ta çarşıdan gelen güzel yemek kokusunun bizim mutfaktan çıkmasına olan sevincim, avluda oynayan kardeşlerimin şen sesleri, ahırdaki buzağının böğürtüsü, horozun ötüşü de yoktu.

Bir zamanlar ilçenin en görkemli binası olan bu ev, yanında yükselen apartmanların içinde küçülmüş, onların gölgeleri arasında karanlığa bürünmüştü.

İçimi kaplayan duygu seli boğazımı sıkarken kalktım yerimden. Açtığım kapıların hiç birini kapatmadan merdivenlere ulaştım. Kafamı olabildiğince havaya kaldırıp derin nefesler almaya başladığımda gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum.

Hiç birini silmeden indiğim basamaklardan bahçeye geçip, şimdi kalmakta olduğumuz “bizim” ama yabancı olan evin önündeki plastik sandalyeye oturmayıp yığıldım.

Gözümün aradığı komşu evler de, o evlerin insanları da yoktular. Gördüğüm binalar da, binalarda yaşayan insanlar da yabancıydılar bana. Kim bilir belki onlarda aralarında beni konuşuyorlardır şimdi, “Kim bu yabancı” diye..

 
Toplam blog
: 21
: 829
Kayıt tarihi
: 22.02.09
 
 

1957 Çankırı Kurşunlu doğumluyum. Yıllarca yaptığım Mali Müşavirlik ve ticari yaşantıma son vermi..