Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Nisan '08

 
Kategori
Doğal Hayat / Çevre
 

Kim öle, kim kala, olanları kim sora !

Kim öle, kim kala, olanları kim sora !
 

Makinası İnsandır Ağaç Dikmenin


Ulusal düzeydeki basında az sayıda yazarımız var sürekli çevre konusunda yazan.
Kimi yazarlarımız da arada değiniyorlar. Yaygın izlenen TV kanallarımızda ise çevre konusunu işleyen sürekli bir izlence hatırlamıyorum.

1980’li yıllarda Marmara, Ege, Akdeniz ve Orta Anadolu’daki pek çok tarihi ve doğal güzelliğimizi gezip görme fırsatım oldu. O yıllarda kendi başıma keşfettiğim(!) pek çok kıyı, koy bugünlerde tanınmaz halde.
Hepsinin etrafına turizm yatırımı, tatil köyleri diye yapılar doldurulmuş.
Ne deniz kalmış, ne orman, ne bahçe!

Bodrum kalesinden, limanından çektiğim resimler geçti elime, hayıflanarak baktım. Tepeler sadece makilik, ağaçsız, çıplak diye üzülmüştüm o günlerde, bugün ise “kurban olayım o makiliklere...” diyorum.

Çok sevmeme rağmen ormanı, doğayı, kısacık diye, yaz tatillerimi yüzerek geçirirdim. Güzelim Kaz dağlarını gezmedim mesela.

Onca kıyısında yüzdüm de, son yıllarda zengin gezginciler gelip bolca para harcasınlar diye golf sahası yapmak için katledilen ve yüzyılların yaratabildiği, dünyada eşi olmayan Sorgun Kumul Ormanını,
1960’larda el emeği ile kumulda oluşturulmuş Belek Muhafaza Ormanını da doya doya gezemedim.

Ama bütün bu anlattığım kıyılarımız ve bu kıyılara ulaşabilmek için geçtiğimiz karayolları boyunca,
yerleşimi, bitkisel dokuyu gördüm.

Hatuşaş, Alacahöyük, Kapadokya, Tokat, Konya, Mersin yöresi , dolaştığım diğer bölgelerimiz.
Rize’den Samsun’a Karadeniz kıyıları ile, Trabzon İstanbul karayolu boyunca Anadolu’mu karış karış bilirdim desem abartmış olmam.
Zigana’yı aşıp Erzurum’a gitmişliğim de var o yıllarda.
Bir tek Güney Doğu Anadolu’ya gidemedim, sıra gelmediydi.

Hani, AB, "Yeni nesil hakim savcılar gerekli " diye buyuruyor ya şimdilerde, Ormancılar için çoktan oldu bitti o iş!

O yıllarda, şimdilerde ulusalcılıları, tutuculukları, korumacılıkları yerden yere vurulan, eski nesil bürokratlar vardı.
Yol açmaya kıyamazlardı kimi bakir doğal güzelliklerimizin olduğu yerlere. Değil ki, canım ormanlarımızın kesilmesine, topraklarımızın, sularımızın zehirlenmesine sessiz kalsınlar!
"İnsan gelirse, ağaç gider!" demişti biri.

Bugün maden çıkaracak şirket nereye göz diktiyse, veriliyor ve dağlarımız, ovalarımız, kıyılarımız, milli parklarımız delik deşik yok ediliyor diye yüreğiniz sızlıyorsa,
bilin ki az!
Bilin ki, on para etmeyecek yüreğinizdeki sızı, gerçek olan biteni anladığınızda.

Bu yazıyı yazarken, kolayına kaçıp Internet’ten hızla arandım, bu konularda ne deniyor diye. Ürkütmeden, “iş makineleri geçsin diye yolların açıldığı” söyleniyor mesela.
Yollarına çıkan ağaçlar da bedelleri alınarak kesiliyormuş.

Ver canının, al paranı!

Maden şirketi işini bitirince 10 vakte kadar, ardından bu paralarla ormancı gidip fidan dikecek harap edilmiş, zehirlenmiş toprağa ve 100 vakte kadar bekleyip büyümesini, ağacımızı geri alacağız.

Arada çıkarılan maden kazancımız(!)

Bu arada, kim öle, kim kala, olanları kim sora!

Apaçık, “şu kadar ağaç kesildi, şu kadar para alındı” diye bir bilgi yok.
Birim bedellerin ne olduğu da açıklanmıyor.

100 yıl ömür sürmüş bir zeytin ağacı kaç para mesela?
Ya da sadece orada yetişen karaçamın tanesi ?

Ve o ağaçlarda yaşayan börtü böceğin, kuşun, sincabın, mantarın, yerdeki otun, çiçeğin, topraktaki solucanın, havaya saldığı oksijenin, tuttuğu toprağın falan bedelleri kaç para?

Sonra ağaçlandırılacak deniyor da…
Kıraçları, dağı, taşı orman yapmak, yola, bahçeye ağaç dikmeye benzemez.

Bahçeye dikilen kaç ağaç fidanı kurur?
“Hiç “ dersem yalan olmaz.

Çok kaba bir hata yapılmazsa, ya da biline biline kuruyacak fidan, hem de İtalya’lardan seçilmezse, sokağa, bahçeye dikilen ağaç eninde sonunda büyür, serpilir.

Amma, dağların yamaçlarına, kıraçlara, topraksız, taş, kum, kaya üzerine dikilen fidan öyle kolay kolay tutmaz, büyüyüp serpilemez.

Binbir emektir dağa taşa fidan dikmek.

Dağlarda karınca gibi insan hayal edin. Her birinin elinde bir fidan, bir kazma, alınlarında ter, her fidanı toprağa, kovuklara, kuma yerleştiriyorlar.
Belki cansuyu veriyorlar belki veremiyorlar, sonra bir başka fidan daha dikiyor, bir tane daha, bir tane daha... Elle, tırnakla, ayakla....

Sabah başlayıp, kimi zaman ağaçlandırma alanına kilometrelerce yaya giderek, akşama değin...
Hele Belek’in ağaçlandırıldığı 1960’ları düşünün.
Yol var mıydı o tepelere?
Yol vardı da, araç var mıydı?

Karayollarında giderken etrafınıza bakın, çıplak gözle seçilir ağaçlandırma alanları, Kilometrekarelerce, dağ taş, fidana kesmiş. Yani hala kaldıysa.

Son on yıldır gündüz gözüyle, doya doya seyrederek karayollarında seyahat bile edemediğimden şimdilerdeki durumu bilmiyorum. Benim tanık olduğum alanlar ise şimdilerde, birileri turizm yatırımı, maden arama sahası falan diye tahrip etmediyse, genç ormanlar olmuşlardır. Yaşatılabildiyseler ne mutlu!

Her bir ağaç, insan emeğiyle, tek tek dikilmiştir.

Makinası insandır ağaç dikmenin.

İşin ortasından başlayıverdim ağaçlandırmaya.
Yani o fidanlar araziye, iklime göre nasıl seçildi, nasıl yetiştirildi es geçiverdim.
Sanki kolay!

Oysa fidan yetiştirmek ayrı bir emek, deneyim.
Uygun ağacı seçmek ise bilginin yanısıra, bölgenin iklimine, tarihine, doğal dokusuna hakim ve saygılı olmayı da gerektiriyor.

Fidanlar, doğal ortamda, doğa koşullarına uyum sağlayıp, kendi başlarına yaşamayı başaracak güçte olmalılar. Öyle çapaları yapılıp, sulanacak değiller.

Yıl 365 gün de, her gün dikilemiyor fidan.
Dikimin zamanı, süresi belli.
Yani kilometrekarelerce araziye, insan, kazma, fidan ulaştırılacak, dağıtılacak, birkaç gün içinde dikim tamamlanıp, fidanlar ezilmeden geri çekilinecek.

Bunca emek sonrasında her dikilen fidan tutuyor mu sanıyorsunuz?
Bunca emek sonrasında, doğada kendi başına ilk yılda kaçı hayatta kalmayı başarıyor biliyor musunuz?

Hatırladığım dikilen her 100 fidandan 25 veya 30’u ikinci yıla canlı girebilirse yüksek başarı var. Güney yamaçlarda, hele kurak yıllarda başarı %10’lara düşüyor.

Yani ağaçlandırılan alanda iş bitmiş olmuyor, aksine başlıyor. Ağaçlandırma konusunda aklımda kalanları aktarıp konuya girmeye yetmedi köşem. Söyleyecek sözüm çok. Çok ama...

Altın uğruna buldozerin devirdiği şu anıt ağacın dibine düştüm Kaz dağlarında...
Ağlıyorum...

Devam edemeyeceğim...

 
Toplam blog
: 41
: 1621
Kayıt tarihi
: 29.05.07
 
 

Doğaya, sanata, spora, bilime ve ülkeme bağlı; doğruya, gerçeğe, akla yönelik; uluslara saygılıyı..