Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Haziran '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Kime göre doğru?

Kime göre doğru?
 

Ahmet çocuklarını çok seviyordu. Onlar için ölürüm diyordu. Belki de hayatını onlara adamıştı. Onlar üzerinde hayalleri onlar üzerinde idealleri vardı genç adamın. Daha hayatının yarısındaydı ama hayatını adamıştı sevdiklerine. Sevgisinin onları hep koruyacağına inanmıştı. Bir gün bütün sevdiklerine bu sevginin zarar verebileceğine ihtimal bile vermiyordu. Öyle güzel öyle pembe hayalleri vardı ki hayatın siyahlıklarını göremeyecek kadar pembeleşmişti gözleri. Her taraf toz pembeydi. Karısını ölene kadar sevecek hiç sorun yaşamayacaktı. Büyük kızı üniversite sınavına girecek tıpkı hayallerinde ki gibi doktor olacaktı. Sonra bir gün gelip de yuvadan uçacağında onu kendi istediği birisiyle evlendirecek sonrada torunlarını seven kendi halinde bir ihtiyar olacaktı. Bir gün de geldiği gibi sessizce ayrılacaktı dünyadan. Tozpembe hayallerdi. Ahmet kendi ütopyasını yaratmıştı. Kendisini mutlu hissediyordu. Belki de liderliğin tadını çıkartıyordu kendi içinde.

Ama her şey böylesine pembe miydi? Hayır. Hiç sormuş muydu çocuklarına sen ne okumak istiyorsun diye? Ne yapmak nerede olmak nasıl ilerlemek istiyorsun diye. Sormamıştı ve asla sormayacaktı. Çünkü onun doğruları sadece kendi çizdiği yöndeydi. Ve asla kendi doğrularından vazgeçmeyecek bir yapıdaydı. Ona göre doğru olanlar gerçeklere göre yanlış olsa da. Ve o her zaman ki gibi yanılıyordu.

Oysa onun doğruları çocuklarına göre yanlıştı. Kızı bir gün mühendis olmak istiyordu. Ortaokuldayken de müziğe ve resme karşı olan yeteneği öğretmenlerini etkilemiş, babasına tavsiyede bulunmuşlardı kızını güzel sanatlar lisesine göndermesi için. Tabi ki bu durum Ahmet’in doğrularına yanlıştı. Onu yine kendisi seçtiği bir süper liseye göndermişti. Lise 1’i bitirdiğinde de bölümünü kendisi seçmişti. Çünkü kızı doktor olacaktı. Çünkü babası doktordu ve çünkü babası öyle istiyordu.

Zaman hızla geçti. Üniversite yerleştirme sonuçları açıklanıyordu. Ve bir kişinin istediği bir kişinin hiç istemediği şey gerçekleşmişti. Ahmet’in kızı tıp fakültesine yerleşmişti. Ahmet sevinçli . Kız buruk, isteksiz ve karmaşıktı. İstemese de artık bir tıp fakültesi öğrencisiydi. Ve sesini bile çıkaramamış, ‘ben tıp değil mühendislik okumak istiyorum’ diyememişti. İsteksiz bir şekilde okuluna başladı.

Ahmet’in tek sorun yaşattığı insan kızı değildi. Karısına da kendi doğrularını dayatıyordu. Karısı işletme mezunu ve işinde gayet başarılı bir kadındı. Sürekli iş teklifleri alıyor ama bir türlü başlayamıyordu. Çünkü Ahmet’in doğrularında karısının çalışmasına yer yoktu. Onun doğrularında kadın evinde oturur erkek çalışırdı. Herkes yerini ve yapacağı işi bilmeliydi.

Hiç düşünmüş müydü bir gün kızını evlendireceği adam da aynı doğrulara sahip olsa Ahmet’in büyük hayallerle doktor olmasını sağladığı kızı evinde otursa doktorluk yapamasa ne olurdu? Hayır. Çünkü kızını kendi istekleriyle yetiştirmişti.

Yıllar su gibi geçti. Ahmet’in kızı istemeyerek başladığı okulda 4. sınıfa gelmişti. Doktor olmasına az bir zaman kalmıştı ve çok da başarılıydı.

İşte bu sıralarda Ahmet kendi hazırladığı kendi kendine başlattığı bir yıkım yaşadı içinde. Kızının bir erkek arkadaşı vardı. Hem de çok ciddi düşündüğü. Bu sokaktaki herkese göre normal ama Ahmet’e göre olağanüstü bir durumdu. Çünkü onun kızı bir robottu. Onun seçtiği okula gider, onun istediklerini yapar ve hatta onun istediği kişiyle evlenirdi. Sonuna kadar karşı çıktı duruma. Ağzından çıkan tek kelime vardı. ASLA.

Ne yapmalıydı bilmiyordu. Evinin huzuru kaçmıştı. Artık her gün evde ardı arkası kesilmeyen bağırmalar, tartışmalar ve üzüntüler vardı. İçinde bir yerler de hep haklıydı Ahmet. Kızıysa sesini çıkartamıyor, her zaman ki gibi babasına olan korkularından hiçbir şey söyleyemiyordu.

Ahmet hala kendi doğrularını savunuyordu. Ona göre doğru olanlar sanki birer yasaydı ve değiştirilemezdi. Bir gün sabah kalktı kahvaltısını yaptı. Sonra her zamanki gibi sigarasını yaktı, eline çayını alıp gazetesini okudu. Sonra kızını uyandırmak için odasına gitti. Okula götürecekti onu ve belki de bir şeyler kafasında oluşmuştu, onunla konuşacaktı. Asıl amacı buydu. Odanın kapısına doğru yaklaştı. Elini kapının koluna attı ve kolu çekti. Kapı açıldığında Ahmet olduğu yerde donmuştu. Avazı çıktığı kadar bağırmak istedi. Ama yapamadı. Sesi çıkmıyordu bile. Karşısındaki manzara üzücü ve bir o kadarda ürkütücüydü. Yatağın üstünde kızının cansız bedeni, aşağı sarkmış kolu ve yerde kim bilir kaç saattir biriken, kızının kolundan akan kanları.

Ahmet kıpırdayamıyordu. Birkaç dakika baygın gözlerle kızının cansız bedenine baktı. Sonra birden karısının çığlıklarıyla irkildi. Tam arkasında duruyordu ve manzarayı görmüş bağırıyordu kadın. Birden koştu Ahmet kızının yanına. Vücudu buz gibi olmuştu genç kızın. Ne bir kalp atışı ne bir nabız. Çoktan ölmüştü. Ahmet’in aklından önce binlerce şey geçti. Kafası karıştı. Bir anda gözü kızının başucundaki bir kağıda takıldı. Üzerinde “ Sen Beni Hiç Sevmedin. Hiç Anlamadın. Hep Kendi Doğrularınla Yaşadın. Seni Asla Affetmeyeceğim. Ama sen Beni Affet Baba” yazıyordu. Bu birkaç cümle bütün dünyayı başına yıktı Ahmet’in. Sanki bütün hayatını anlatıyordu . Sanki bütün yaşadıklarını.

Ahmet şerefi için yaşamıştı kendince. Namusu için şerefi için. Bunların hiçbirisi hayatını kurtarmaya yetmiyordu şimdi. Kızını geri getirmeye ..ve asla da yetmeyecekti. Çok iyi biliyordu. Kızı gitmişti Ahmet’in. Yıkılmıştı sanki dünyası. Her gün gidiyor mezarı başında ağlıyordu saatlerce yalvarıyordu.

Bir gün yine mezarlıktaydı. Karanlık kendini göstermeye başlamıştı. Geç olduğunu fark etti. Arabasına yöneldi. Sonra vazgeçti yürümek istedi. Biraz hava almanın iyi olacağını düşündü. Yürüyerek gitmişti eve. İçi hala buruktu. Kapıyı açtı, karısına seslendi. Cevap yoktu. İçeri baktı, yoktu karısı. Bir yere gitmiştir diye düşündü. Sonra yatak odasına gitti; yorgundu, kitabını aldı birkaç satır okumak istiyordu. Kitabı açtı sayfaları çevirdi. Hiçbir şey anlamıyordu. Kitabı kapattı. Yerine doğru uzandı. Kitabı koyarken gözüne bir kağıt çarptı. Hayatı boyunca gördüğü ilk notta hayatının yıkıldığını anlamıştı. Korkarak kağıda uzandı aldı ve okumaya başladı. “ bunca yıl önce benim sonra kızımın hayatını mahvettin. Hep kendi doğrularını savundun ve onlar için yaşadın. Ama doğruların sana hiçbir şey kazandırmadı. Sen doğrularını şerefini faziletini bizlere değiştin doğruların önce kızımızı aldım bizden şimdi de beni senden. Daha fazla seninle kalamam, daha fazla seninle yaşayamam bu acıyla. Gidiyorum. Sana doğrularınla mutluluklar”.

Ahmet bir kez daha yıkılmıştı. Tekrar tekrar okudu kağıdı. Tekrar tekrar vidan azabına boğuldu. Sevgi, şefkat, hoşgörü onun dünyasında doğrularına yenik düşmüştü. Hem kendisinin hem ailesinin hayatını karartmıştı. Yok olmuştu bir anda her şey. Önce kızı sonra karısı gitmişti. Bir an hep nefret ettiği şiirin dizeleri geldi aklına..

“Bir gün anlarsın aslında her şeyin boş olduğunu.
Şerefin, faziletin, iyiliğin, güzelliğin.
Gün gelir de sesini bir kerecik duyabilmek için,
Vurursun başını soğuk taş duvarlara.
Büyür gitgide incinmişliğin kırılmışlığın.
Duyarsın,
Ta derinden acısını, çaresiz kalmışlığın.”

Sonra gözlerindeki yaşları tutamadı Ahmet. Artık yaşamanın anlamsız olduğunu düşünüyordu. Dolabını açtı hap şişelerini eline aldı uzun süre karısı ve kızlarıyla çekildiği resme baktı. Kendi kendine “özür dilerim affedin beni” dedi. Ve bütün hapları attı ağzına. Son gücüyle yatağına gitti ve uzandı. Elindeki resme sarıldı ve asla uyanmayacağı uzun uykusuna daldı yavaş yavaş.

Volkan ARSLAN
25.04.2006

 
Toplam blog
: 23
: 2179
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Hayattan sıkılmış bir kişilik.  Hep acaip şeylere ilgi duydum insanlara göre. Bir çok insana gö..