Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Ekim '16

 
Kategori
Eğitim
 

Kimlerle dost olamam ben

Kimlerle dost olamam ben
 

evet “mavi gözlü dev”

                                                                evet “vatan haini” şairim

                                                               söylediğin gibi aynen

                                                                akrepten ve serçeden

                                                            ve kapalı bir midyeden

                                                               hiçbir farkım yok benim

                                                               kabahatin çoğu değil

                                                                 kabahatin hepsi benim!

                                                                    ( H. E.)

Şu Hasan-Âli Yücel çok tuhaf bir adam! O ki, 1938’de, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığında, Celal Bayar’ın Başbakan olduğu bir hükümette Millî Eğitim Bakanı olmuş.

O koltuğa yeni oturan bir “Bakan”, ilk önce ne yapar?

Kendisinden önceki “Bakan”ın atadığı genel müdürleri değiştirir. Onların yerine akrabalarını, arkadaşlarını, yakından tanıdığı kişileri getirir; değil mi?

Yücel ne yapıyor?

Bu önemli siyaset kuralını hiç bilmezmiş gibi, üç-dört yıldır İlköğretimGenel Müdürlüğü koltuğunda oturan İsmail Hakkı Tonguç’a hiç dokunmuyor.

Olacak şey mi?

Garip bir uygulaması daha var. Yönetimde neredeyse herkesin benimsediği bir kuralı da dikkate almıyor hiç. “Nedir o kural?” diyeceksiniz.

Biliyorsunuz; her yeni gelen “Bakan”, önceki ne yaptıysa, tamamen aksini yapar.

Yeni Bakan Yücel, bu kurala da uymaz. Aksine, önceki Bakan Saffet Arıkan’ın başladığı her işe dört elle sarılır. Eğitmen yetiştirmeye, köylere imeceyle okul yaptırmaya, Köy Enstitüleri açmaya son hızla devam eder.

O dönemle ilgili, bir şey daha çekti dikkatimi: Yalnızca MEB Yücel ve O’nun Genel Müdürü Tonguç değil, açtıkları Köy Enstitüleri’nde görev alan yönetici ve öğretmenler de bir tuhaf!

Nerden mi çıkardım bunu?

Köy Enstitülerini anlatan kitaplardan…

Nerden ve nasıl mı?

Sözgelişi sizi, Malatya / Akçadağ Köy Enstitüsü’ne “Müdür” olarak tayin etseler…

Kalkıp gitseniz, verilen adrese…

Bırakın, dayalı döşeli bir müdür odasını, ortada bir bina, bir gecekondu, bir baraka bile olmasa…

Ayrıca, “Bunların hiçbiri yok ama sen kuracaksın arkadaş” deyip gösterdikleri arazide, “tek bir yeşil dal, içecek ve kullanılacak bir damla su bile yok”sa, ne yaparsınız?

“Böyle enstitünün de, böyle enstitü müdürlüğünün de… Haydi, bana eyvallah!” der, çeker gidersiniz; değil mi?

İzmir’deki Kızılçullu Köy Enstitüsü hariç, 21 Köy Enstitüsünün 20’sinde aşağı yukarı budur durum.

Kepirtepe neyse, Hasanoğlan da odur. Hasanoğlan neyse İvriz, Gönen, Cılavuz, Akçadağ ve Dicle de odur.

Gerçekten de Akçadağ Köy Enstitüsü’nün kurulması için seçilen alanda, “… tek bir yeşil dal, içecek ve kullanılacak bir damla su yoktu.” diyor; bu kurumun ilk yöneticilerinden Şerif Tekben; “Canlandırılacak Köy Yolunda” (*) adlı eserinde.

Böyle olduğunu bile bile görev kabul ettiklerine göre, kaçıp gitmemiştir elbette bu yöneticiler.  

Sizce ne yapmış olabilirler?

“Yukarıdan aldıkları talimat gereğince en yakın mülkî âmir olan “Kaymakam” ya da “Vali”ye gidip dertlerini bir güzel anlatarak bu sorunlara en kısa zamanda çözüm bulunmasını istemişlerdir.” değil mi?

Tabii ya! O âmirler, süs olsun diye oturmuyorlar ya o koltuklarda. Zaten onlar da boş durmaktan sıkılmış olarak böyle birisi gelsin diye dua edip durmaktadırlar!

Böyle bir Köy Enstitüsü Müdürü gelip de sorunlarını anlatınca, sevinçten çılgına döner; o kaymakamlar ve valiler!  “Su sorunu çok önemli” deyip hemen “Su İşleri Müdürü” nü çağırıp makamına, “Müdür Bey’in Köy Enstitüsü kuracağı araziye derhal su getirile” emrini verirler. Ve arkasından “Orman ve Ağaçlandırma Müdürü”nü çağırıp, “Enstitü alanı, yarından tezi yok, hemen fidanlar dikilip ağaçlandırıla” derler!

Hiç vakit geçirmeden “İmar Müdürü”ne de, “Enstitü için, gece gündüz çalışılıp bir derslik, bir yatakhane, bir yemekhane ve bir yönetim binası yapıla derhal” diye talimat verip masaya yumruğu indirirler!

Gerçekten de hemen ertesi günü mimarlarını, mühendislerini, teknisyenlerini toplayıp gelen müdürler neyi, ne zaman yapacaklarına karar verip kazmayı vururlar.  Vali Paşa’dan zılgıt yememek için müthiş bir yarış başlar aralarında!

 Böylece, üç ay sonra, çırılçıplak o bozkırlar, üç güzel bina ile süslenmiş cennetten bir köşe oluverir. Çeşmelerden, musluklardan şırıl şırıl akarsular. Yollar toz ve çamur değil, taş döşeme ya da asfalt… Yol kenarlarında güller ve rengârenk çiçekler…

Böyle bir durumda o valiyi, o kaymakamı, o müdürleri nasıl takdir etmezsiniz siz!

Devlet dediğiniz böyle büyük bir güç, böyle güzel bir örgüttür işte! Övünün, övünebileceğiniz kadar!

İnanmadınız bu öyküye, değil mi?

Haklısınız, inanılacak bir yanı yok çünkü.

Bırakın 1939 –1940 yıllarını, bugün bile, “olsa olsa bir düş” olabilir; bu anlattıklarım.            

İkinci Dünya Savaşının başladığı, Alman ordularının sınırlarınıza dayandığı o yoksunluk, yoksulluk ve kıtlık yıllarında, hiçbir mülkî âmirin bu tür bir gücü yoktur zaten.

İyi de… Bir yeşil dal ve bir damla suyun olmadığı o kıraç araziler, birkaç yıl içinde nasıl cennetten bir köşe oldu?”  diye mi sorarsınız.

Aradan 75 yıl geçtikten sonra bile, bugün Köy Enstitülerini özlemle anmamızın sırrı, bu sorunun cevabında gizlidir işte.

 Az çok herkesin bildiği gibi, Köy Enstitülerinin yönetici, öğretmen ve öğrencileri el ele vererek o engelleri birlikte aşmışlar, o zorlukları birlikte yenmişlerdir.

“Oturacak bir sandalye, bir sıra; geceleri başımızı sokacak bir kulübe bile yok” diye ağlaşacaklarına, keçi kıllarından örülmüş çullardan çadır yaparlar. Yemeklerini açık alanda, toprağa diz çöküp bağdaş kurarak yerler. Uzak yerlerden kazma, kürek kullanarak ark açıp su getirirler. Toprağı derince belleyip tohumdan ve çelikleme yöntemiyle fidan yetiştirirler.

Ve o kıraç toprakları, bozkırları bol bol alın teri akıtarak en geç iki-üç yıl içinde yaşanır duruma getirirler. Hamamlarını da kendileri yaparlar; dershanelerini, yatakhanelerini, yemekhanelerini de…

Meyve bahçeleri, sebze bahçeleri de yetiştirirler; buğday, arpa, yulaf gibi tahıllar da ekip biçerler.

Yörenin iklimini dikkate alarak elma, fındık, tütün de yetiştirirler; portakal, üzüm, pamuk ve dut da…

“Üretmeden tüketmenin en büyük ahlaksızlık” olduğuna inanan o insanlar, toprağa ne kadar çok alın teri akıttılarsa o kadar çok mutlu olurlar.

“Tavuk, hindi, kaz yetiştiriyoruz; koyun, keçi, sığır, at besliyoruz; toprağı ekip biçiyor, gerekli binalarımızı kendimiz yapıyoruz”  diye kitap, gazete, dergi okumaktan vazgeçmezler.

Dahası gazete ve dergilere şiirler, anılar, makaleler, söyleşiler yazıp gönderirler. Bu yetmez onlara. Kendi gazetelerini, kendi dergilerini çıkarırlar. Mahmut Makal, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu gibi ünlü yazarlar da yetiştirirler.

En güç koşullarda bile ülkemizi ve halkımızı sevmekten vazgeçmezler.

Kendilerine bu güzel yolu açan Yücel ve Tonguç’a, “komünist, vatan haini” suçlamalarının yapıldığı günlerde bile onları yalnız bırakmazlar. Ziyaret ederek, mektup yazarak, telefon ederek sevgi ve saygılarını esirgemezler.

İftiralara, yasa gereği askerliklerini yedek subay olarak yapmaları gerekirken, uyduruk rapor ve belgelerle çavuş çıkarılmalarına, bir öğretim yılı içinde üç farklı bölgeye sürgün gönderilmelerine bile aldırmadan, yaptıkları binaların temelden çatıya her taşına ve her karış toprağına alın teri akıttıkları o kurumları kahramanca savunurlar.

Bunları iyi bilen bir insan olarak, şunu çok açık ve net söyleyebilirim ki:

Köy Enstitüleri’ne, o kurumları açıp gelişmeleri için özveriyle çalışan yurtsever ve idealist insanlara düşman olan hiç kimse, benim dostum olamaz.

Hüseyin Erkan

huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

-------------------------------------------------------------------------------------------------------

(*) “Canlandırılacak Köy Yolunda” adlı kitabı okumadım ben. Mehmet Erbil’in“Eğitim Onurumuz Köy Enstitüleri ve Hasanoğlan Köy Enstitüsü” adlı kitabından aktardım bu alıntıyı.

                                                                                                       

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..