Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Nisan '15

 
Kategori
Blog
 

Kimse kitapsız kalmayacak.

Kimse  kitapsız kalmayacak.
 

“Baharat tadında bir blog devrimi yaşadık. Akisleri hala sürüyor. Yeni yeni projeler hazırlanıyor. Sema Öztürk, durup durup turnayı gözünden vurdu. Son dakikaya kadar çırpındı. “Tek seçici” olmanın risklerini yaşadı. Bundan sonra artık kimse kitapsız kalmayacak.

Kulağıma geldi. Biz niye yokuz diye. Sema Hanım buna cevap verdi “ Olması lazım gelenler  kitapta yer aldılar” dedi. Ve çok şey demek istedi.

 Benim hikayemi merak edenler olmuş. E-postası olanlara yollaya  yollaya vakti boşa harcamak yerine, kitaptaki yazımı bir daha buradan vizyona sokuyorum: “Benim Kağnılarım”

 

         ''Kağnılar'’ veçıkardıkları sesler, belleğimden  hiç gitmemiştir hayatımda. Onlar, çocukluğumun kağnıları olduğu için mi acaba’ diye, çok sormuşumdur kendime. Yahut da çocukluğa  hep özlem duyarım, onun için midir derim her seferinde. Cevabını tam olarak da bulamam nedense. İşte böyle bir şey benimki.

          Çocukluğumun kağnıları. Sahi şimdi niye yoktular? O gıcırtılı sesleriyle cayır cayır feryat dolu haykırışlarıyle gelirlerdi pazaryerine. Gıcırtısı çoğalsın diye dingillerine yoğurtlu sabun karışımı sürerlermiş meğerse. Kimin kağnısı güzel, o zaman belli olurmuş. Parmakla gösterilirmiş. Kağnının güzeli mi olurmuş! Olur a! Taaa uzaklardan. Arkadaşımla ben kağnıların sesini dinlemek için dam başına çıkardık sabahın köründe. Kulaklarımız karanlıklara dikerdik. O sesleri duymak için. Pazara mal getirirlerdi.

          Ben ilkokuluna yeni başlamıştım. Arkadaşım da öyle. Her hafta dam başında kağnıları gözlerdik . Cayırtılar kopmağa başladı mı, içimizi bir heyecan alırdı. Uçarak giderdik o seslere doğru. Kelebeğin ışığa yöneldiği gibi. Yüzlerce kağnı. Her birinin arasından rüzgar gibi geçerdik. Kulaklarımızdaki o sesi arardık.''Hatça' Ananın kağnısını arardık. Onunla ahbaptık aylar boyu. Sırf arabasına, kağnısına bindiriyor diye bizi, onu çok severdik. Sonra sonra onun pişirdiği 'Kete' sinin tadına da varırdık. Arabasını yakalayıp, o kalabalıkta bindik mi, elimiz, yarı loştukta ‘’Kete’’ torbasını arardı. 'Napıp durunuz uşamız.Yiyin, yiyin. Bunna sizin' derdi kadıncağız. Mis gibi tulum peynirleri çıkarırdı ‘Utanmayın, yiyin' derdi. Utanırmışız zahir! Arabanın kenarından ayaklarımızı sallaya sallaya, etrafı seyrede seyrede, altımızdan yol gide gide  akardı. Kete’mizi yiye yiye, gıcırtılı sesleri dinleye dinleye  varırdık pazar yerine. Ne zevkti o!..

         Bizim kağnı gibisi yoktu. Hem diğerlerinden büyüktü, hem de en güzel sesi çıkarıyordu. O gıcırtılı seslerle pazaryerine doğru yol alırken, bu yol hiç bitmesin istiyordum. Hele o çıkardığı ses. O sesle gurur duyuyordum. O arabaya her binişimde, yepyeni türküler öğreniyordum.

         Efendim, ateşin keşfinden sonra insanlık, tarihinin en önemli buluşlarından birini yaptı: ''Tekerlek'' MÖ.3000-2500 yıllarında araba figürlerine rastlanılmaktadır. Anadolu’da kurtuluş yıllarında mermi çeken kağnılar, milli gururumuz olmuştur, bilirsiniz. Sabah akşam mermi çekerlerdi cephelere.

         Şimdi. Bu kağnılar yok olmağa mahkum. Kağnı denilince benim gözüm neden yaşarır, bilemem. Hatça Ana’nın kete'sini mi özlüyorum? İçi kavrulmuş unlu, altı, üstü nar gibi kızarmış yağlı ekmek? Hayır. Ama onun kağnı sesini özlüyorum. Kağnıları dizi dizi gördüm sonradan filmlerde. Başında oyalı yazmalı bir kadın, kağnısına yüklemiş mermileri, cepheye götürüyor onu. Bir köşede de çocuğu uyuyor. Çocuğun üstünde bir şey yok. Almış üstünden örtüyü, mermilerin üzerini örtmüş. Mermilere bir şey olmasın diye. Su alır, ıslanırsa, bozulursa, olur mu ya! sonra ne olur. Patlamaz!

         Bizim sokağın başında bir berber var. Adamla niye limoniyiz, bilmiyorum. O da bilmez, ben de bilmem. Aynı sokağın öbür ucundaki adamda traş olurum. Bu, her geçişte saçlarımı kontrol eder uzaktan. Gizli gizli bakışlarını yakalarım hep. Konuşmayız da, selamlaşmayız da. İki yabancıyız aynı  sokakta.

         Geçenlerde, suya basmamak için, onun dükkanının çok yakınından geçtim. Aaa! Bir de ne göreyim?! Camekanın vitrininde bir kağnı! Biz Google' dan, dostlardan resim ararken, hakiki kağnıyı bulduk. N'apsam acaba? diye düşündüm. Bir dahaki sefere bundan traş olurum deyip, selam verip içeri girdim. Güleç karşıladı. Benim yüzüm ise, ondan güleçti. Ah, ah, ah. Bir konuşuverdim, bir konuşuverdim. 'Bu muazzam bir eser yahu!' dedim. O da: 'Babam yaptı onu' dedi, gururla. Hobisiymiş. Adamı tanımadığım halde bir öğdüm, bir öğdüm. Bu eserin ibretlik olsun diye resmi çekilir valla! ‘’Hemen resimleyiverdim oracıkta.

         O kağnının ağzı vardı, dili vardı, nefesi vardı. Cayırtılarla şafak sökerken şehre girerlerdi yüzlerce. Hiç bir kağnının sesi, bir diğerinin sesine benzemezdi. Hep bir ağızdan, iniltilere benzeyen seslerle türkülerini söylerlerdi Yozgat pazarına gelirlerken. Kağnılar ağlamaklı. Kağnılar yılgın. Kağnılar hırçın. Üzerlerindeki yükten değil, kahırlarından değil, tabiatlarından dolayı inleyen seslere sahiptiler.

         Yılgınlıkları, yıkılmışlıkları belki de bundandı. Kimbilir! Kimi kağnılar çok suskun, pek usluydular. Sesleri çıkmazdı pek. Kahır doluydu onlar. Şöyle bir sıksalar, sünger gibi çektikleri dertlerin, sızım sızım sularını akıtırlardı.

         Tabi bunları sonradan öğrendik. Her bir kağnının sesi neden ayrıymış biliyor musun? Dingillerine sürülen o yoğurt sabun bulaşığının içine, bir başkaları başka maddeler katarlarmış. Sesi kemani olsun diye.  Ne  akıl! Birbirlerinden gizledikleri formüllerle yoğurtlu sabunun içine bezir yağı kormuş kimileri.

         Kağnı’’ dedin mi ötecek! Kağnı ötmeli. Ötmedi mi, ’’Sesi içine kaçmış demektir ki, hoş karşılanmazmış. Kağnılar arasında saygınlığın ölçüsü bu ‘’Ötüş’ müş. En iyi öten oldu mu.’’Filancanın kağnısı’’ denirmiş.

         Hala şaşarım. Arkadaşımla topraklı dam başında ufku gözlerdik. O seslerde bir sihir vardı. Esir gibi olurduk. Sus pus olurduk. Onlara doğru koşmadan önce dinlerdik derinden. Sonra bir kurulu yay gibi fırlardık. Yüzlerce kağnının aralarından yel gibi geçerdik. Kulağımızda illaki o tanıdık ses olacak! Hep o sese yönelirdik.

         Hiç Foça’ya gittiniz mi? Gitmediyseniz, oradaki Siren Kayalıklarında yaşayan foklar vardır. Onların hikâyesini bilirsiniz hiç olmazsa. Tarihçi Homeros (Ben ona hep Ömer diyesim geliyor) ‘’Siren Kayalıklar’’ ından söz eder. O’na göre Siren Kayalıklarında Odyseia , ıslığa benzeyen gizemli sesler çıkaran kayalıkların çağrılarından çok etkilenmiş. Düşünün. İrili ufaklı, birer fok balığına benzeyen aşınmış, sivri kenarları olan kayalıklar. Rüzgar vurdu mu, flüt gibi nefeslenen kayalıklar. Hani boş şişeyi flüt çalar gibi üfleyin tepesinden bakalım. Bir ses çıkarır. Onun gibi işte. Odyseia kayalıkların çağrısından çok etkilenmiş. Tayfalarının bu karşı konulamaz davetten etkilenip o sihirli seslere kanıp güverteden denize atlamalarına bir çare bulmuş. Tayfaların kulaklarını petek mumu ile mühürlemek! Yani kulaklarını mumla tıkatmış. (Valla ben de Odyseia’nın yalancısıyım)

         Yanımızda gittikçe kuvvetlenen, yaylı sazların, obua’ların, kornetlerin, trombon'ların orkestra üyelerinin bir anda çaldığı ilahi bir senfoniydi o. Hiç de endişemiz yoktu. Hep o sese, hep o sese koşardık. Etrafın başka tondaki seslerini duyduğumuz halde, cayırtılarıyle yüreklerimiz titrediği halde, o sese, Hatça Kadının, Hatça Ana'nın kağnısına koşardık. O sesi iyi tanıyorduk. O ses, içimizin sesiydi. O ses bizi çağırıyordu esasında. Onsuz olamazdık. O, bizdik. Biz de o. Titreyen sesinde, gıcırtılı seslerin ilahisi bir plak gibi, tekerleklerle birlikte dönerek yankılanıyordu sabahın dinginliğinde, serinliğinde.

          Belleğimde Hatça Ana diye kaldı. Yozgat’ın Saat Kulesi dibinde pazar kurulurdu. Bazı bazı arkadaşla kağnıyı taklit eder, onunla beraber şarkı söylerdik hiç durmamacasına. Hatça ana, başımızı okşar, severdi bizleri. Çıkın çıkın yiyecekleri açardı. Mısır ekmeği ile pırasa kordu önümüze. Mis gibi. Bu yolculuk hiç bitmesin istedik. Kulaklarımız, hep Hatça Ana'nın kağnısını seçti gönlümüzle birlikte. Benim ilk konservatuarımdı o kağnılar.

         Bir gün... Yine bir hafta sonu. Fırtına gibi fırladık yerimizden. Yüzlerce kağnıların arasından geçtik yel gibi. Kervanın sonuna geldik ve nefes nefese durduk. Yoktu o ses. Durmuştu o ses. Hatça Anamız pazara gelmemiş mi ne? O kadar alışkınız ki. Birbirimizin yüzüne baktık. Bu gün gelmemişti. Yanımızdan geçerken, komşusu söyledi, başı eğik. Ölmüştü Hatça Ana. Bu gün gelmemişti ondan. İlk defa, ağladık: Birbirimize tutunarak ve de sarılarak o tozlu yollarda…

         Hiç aklımıza gelmemişti böyle olacağı. O ses yoktu. Ondan önemlisi, Hatça Anamız yoktu artık. İnanamamıştık!..

 

 
Toplam blog
: 1616
: 918
Kayıt tarihi
: 13.08.06
 
 

Hayatın dikenli yollarından geçmenin  sırrı, aralarından çabuk geçmektir. Ümit, naylon çorap giyd..