Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ocak '08

 
Kategori
Öykü
 

Kırmızı yalnızlık

Kırmızı yalnızlık
 

Kovuğuna çekilmiş bir yengeç gibiydi. Kabuksuz, yumuşak ama her an kanayabilecek kadar korunaksız ve hassastı. Pencerelerini dış dünyaya kapatmış, nefes almaya çalışıyordu. Yazarak, bunu derin nefeslere dönüştürme çabası içindeydi. Bu günler geçecek ve içinde yine o yumuşak güzel canlıyı taşıyacak yeni kabuğuna bürünecekti. Hatta üzerinde dikenleri bile olan, sert, ulaşılması zor, o yumuşağı koruyan kabuğuna doğru değişecekti…

Uzun ve yorucu tarihi, umutları, inançları ve anıları onu yeni evine kadar taşıdı… Hayatında ilk defa kendine ait bir evi olmuştu ve eksiklerine karşın çok seviyordu, kokusunu, müziğini, eşyalarını ve kendi ruhunu kattığı her şeyini… Yoktan var etmişti onu ve bu tercihini onaylamayan herkese karşın, tırnakları ile kazıyarak çıktı, parka bakan 5. kattaki dairesine… Şu noktada korktuğu, kaygılandığı yeni hayata dair pek çok şey olsa da, en büyük korkusu, içindeki çocuğu, inancı, umudu ve ışığı kaybetmekti… Buna izin vermeyecek, bilenecek, güçlenecek, kabuk tutacak ve önce kendisi koruyacaktı bu değerlerini. Sığınmadan bir adaya, yüzecekti kendi denizinde. Değerlerini kaybetme korkusu, var olma sebebine dönüşerek aydınlığa çıkartacaktı onu, bir adım ötesi dönüşü olmayan yolun başında…

Arkasına baktığında, sızlayan kalplerin soluğunu ensesinde belli belirsiz hissediyordu. Ama en çok sızlayan da kendi yüreğiydi; çünkü kırmızı bir yalnızlık yaşayan kalbi, onu bu noktaya getirmişti ve sahiden yalnızdı. İstediği ve hak ettiği bu değildi… Geride kalanların kalplerinin, onunki gibi hiçbir zaman atamayacağını iyi biliyordu, onların yaraları kolay sarılacaktı, bir gülüş, bir bakış kısa zamanda onarabilecekti sızıyı, acıdan eser kalmayacaktı…

Hayatına girdiği o adamlar; büyük neşe ve renk kaynağını, her günü sürprizlerle dolu bu sevgiliyi, iyilik perisi, duyarlı kadını unutamayacak, onun açığını kapatamayacaklardı… Büyük sevgilerle, şımartılarak, korunarak büyütülmüş bu çocuğun kalbindeki kırmızı açığı da şimdiye kadar hiçbiri kapatamadı. Dünyaları ve yürekleri zengin olan anne ve babası sanki onun için büyük bir sevgi duvarı örmüştü de aynı biçimde beslenememiş diğerleri, o duvara çarpıp geri dönüyordu. Onların sevgisi cılız, eksik, boş kalıyor ve yengecin içi de her defasında yeniden boşalıyordu. Duvarın önündeki cesetlere bakarken yengecin içindeki ıssızlık çınlıyordu. İçindeki çınlama da kırmızı bir yalnızlığa dönüşüyordu. Yengeç kendini ve aşkın o bilindik rengini seviyordu, bunlara sahip çıkacak ve bir gün sokağa çıkıp her yere kalın harflerle hiç korkmadan birinin adını yazacaktı, haykıracaktı…

Gündüzleri zaten gün ve düz. Gündüzleri onun ve ona ait değerlerinin… Ama geceler nereye baksa kırmızı, alabildiğine kırmızı, eve gelirken bindiği otobüs kırmızı, çıktığı asansör kırmızı, yalnız içtiği şarap kırmızı, sürdüğü ruj kırmızı, banyo perdeleri gül ve kırmızı, yatak örtüsü ateş kırmızı...

Penceresinden seyrederken her gece kentin ruhsuz ve renksiz yüzünü, akordeon ve keman ağıt yapıyor yüreklerin karanlığına… Aynada gördüğü, “bu inattan vazgeçme” diyor, sokaktaki kalabalıktan duyduğu günlük hayat fısıltılarına inat, vazgeçme!.. Ve yalnızlık onu ateş kırmızıya, hayallere boyuyor, tangoya dönüşen müzikle birlikte her gece…

Uzandığı kırmızı yatağında gözlerini kapatıyor..

Kapısına kırmızı güllerle o geliyor, kimliği sureti belirsiz bir kırmızı adam… Ama kim bilmiyor… Eller, ayaklar ve bedenler çok yakın ve tangonun ritmine kapılmış deviniyorlar… Ortamın kokusu değişiyor, yüzünün ifadesi değişiyor, gözlerindeki ormanın en kuytu yerlerine kadar sürekli sevgi ile bakan bu adam, dünyanın diğer tüm kirli renklerine kör kılıyor kadını... Bedenler ve diller, kırmızıyı konuşuyor. 5. kattaki dairesinin sallandığını hissediyor, salıncakta gibi, sarhoş olmuş gibi… Belki gören duyan olur bu sallantıyı ve onlar da öykünür, bu dünyayı terk etmeden önce yaşanılası güzelliğine…

Kadının iç sesi, sokakların uğultuları arasından kıvrılarak dağılmaya başlıyor. “…Ey insanlar, ey sevgili çağdaşlarım, bu zavallılıklarla dolu dünyayı ve berbat insanlık hallerini paylaştığım canlılar, haydi kırmızının şarkısını söyleyelim… Sarıl bana sevgilim, sadece sarıl sıkı sıkı... Yengeçler soluk almaya devam etsin, yaşamın tek gerçeği olan ölüme, sarmaş dolaş gidelim, düğün olsun ölüm, arkamızda matemler bırakmayalım, kırmızı bir iz kalsın sadece... İnan bana sevgilim, hayatta bir tek gerçek var, o da ölüm… Bu nedenle önce yaşıyor olduğumuzdan mutluluk duyalım ve ne zaman geleceği belli olmayan sonumuza inat, anı yaşayalım, başka bir şey yok, akıl yok, hesap yok, beklenti yok. Tıpkı deliler gibi çıldıralım, dünü yarını hesap etmeden, yaşıyor olduğumuza mutlu olarak, kendimize, bize ve şimdiye sahip çıkanlar arasına katılıp, kırmızı bir iz bırakarak…”

Gözlerini açtığında oda boştu. Yüzünü, kimliğini bilmediği hayali sevgili yoktu, film afişleri ile dolu odasının içerisinde. Oda boş, içi boş, gece mavisi kıyafeti boş kalmıştı yine yatağın üzerinde... Güzel bir rüyadan uyanır gibi kalktı ve banyoya gidip akıttı yine makyajını, yorgunluğunu ve ertelediği hayallerini... Su, sadece su ve suyun temizleyen, berrak sesine bıraktı kendini… Aynada son kez kendine baktı, temiz ve saf yüzü hala aydınlıktı... Yarın vardı daha ve yarınlar, hemen uyumalıydı ve aydınlık bir güne biraz daha saflaşmış halde umutla uyanmalıydı…

(*) Oruç Aruoba’ya “Benlik” adlı kitabındaki yengeç metaforundan dolayı teşekkürlerimle…

Kırmızı yalnızlık projesinin videosunu izlemek için:

http://www.obursolucan.org/os03/iveralkirmizi.htm

 
Toplam blog
: 25
: 1059
Kayıt tarihi
: 16.01.08
 
 

İşletmecilik eğitimi ve sonrasında finans sektöründe bir dönem profesyönel çalışmanın dışında, 19..