Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Mayıs '08

 
Kategori
Kitap
 

Kitap Kurtları

Kitap Kurtları
 

Loş ışıkta okumayalım, gözlerimizi bozmayalım...


“Toplu taşıma” denilince aklına, af buyurun, “fortlu taşıma” gelen bir neslin çocuğuyum. Hangi sıklıkta gelip gittiği asla belli olmayan döküntü otobüslerde, her köşede durup trafiğin canına okuyan dolmuşlarda, balık istifi gibi alt alta, üst üste yolculuk yapmaya alışkınız biz. İşte bu yüzden, gittiğim gördüğüm şehirlerde, toplu taşıma sistemlerine imrenerek bakarım hep. Yaygın, düzenli ve ucuz toplu taşıma, medeniyet göstergesidir bana göre.

Berlin’in doğusunda yaşıyorum ve her gün işe, şehrin batısına giderken, toplu taşıma araçlarını (tramvay ve metro) kullanıyorum. Mesai saatleri içinde ortalama 5 dakikada bir gelen araçlarda, çoğunlukla oturarak seyahat ediyorum.

Kullandığım metro hattı, özellikle Türk ve Arap göçmenlerin yoğun yaşadığı semtlerden geçiyor. (Bilenler için: Wedding-Kreuzberg-Neukölln) Pek çok açıdan geri kalmış, eğitim ve gelir düzeyi genelde düşük, sosyal sorunlarla boğuşan karmaşık bölgeler.

Dikkatimi çeken birşey var...

Aynı hatta seyahat eden Almanların büyük çoğunluğu okuyor. Ellerine ne geçerse, kitap, gazete, dergi, ders notu, hatta hiçbirşey bulamazlarsa süpermarketlerin posta kutularına bıraktıkları reklâm broşürlerini okuyorlar.

Kimler okumuyor biliyor musunuz?

Vay canına, nereden bildiniz?

Bizim eski toprakların okuma yazmaları yok. Abartmıyorum, işim dolayısıyla yüzlercesinin kendi isimlerini bile yazmaktan aciz olduklarına bizzat tanık oldum. Dolayısıyla onları konunun dışında bırakabiliriz.

Okuma yazması olan “ortalama Türkler” de, okumuyorlar. Sayfa çevirmiyorlar. Birşeyler öğrenirim diye korkuyorlar herhalde.

Tamam, Türkiye’den görüp, tanıdıkları birşey değil, toplu taşıma araçlarında okumak. Öyle ya, tıklım tıklım dolu otobüslerde, tek ayak üstünde trafikte beklerken, herhalde insanın aklına en son gelecek şeydir okumak.

Türkiye’den gelenlerin bahanesi sağlam.

Peki ya burada doğup, büyüyenlere ne demeli?

Haydi tren, otobüs, tramvay falan yeryüzünde. Sağa sola bakınıp oyalanmak bir ölçüde mümkün. Ama metroda? Tabiri caizse “mal” gibi oturup, karanlık camdaki aksini seyretmek niye? Her gün aynı yolu gidip gelen insanlar bunlar, hiç canları da mı sıkılmıyor acaba?

Hani topluma uyum, nerede etkileşim? İnsan şöyle bir etrafına bakınıp, özenmez mi bazı şeylere?

Buralarda azıcık güneş görür görmez (hava 15 derece bile olsa) kendilerini parklara, bahçelere atıyor insanlar. Almanların ellerinde kitap, gazete, dergi, bizimkilerin ellerinde mangal maşası, yaprak sarma, futbol topu.

Şehrin dört bir yanı Türk bakkal, manav, oto tamircisi, seyahat acentası, fırın, pastane, dönerci vesaire ile doluyken, (benim bildiğim kadarıyla) yalnızca iki tane Türk kitapçının bulunması rastlantı olmasa gerek. Bunlardan biri genellikle namaz hocası ve benzeri kitapları satıyor gerçi, ama şu anda konumuz bu değil. Her iki kitapçının toplam satış rakamlarını gerçekten çok merak ediyorum ben.

Evet, burada iş güç sahibi Türkler parmakla gösteriliyor. Evet, çoğunluk devlet yardımı ile yaşıyor. Eh, ev kira, boğaz satın, ayın sonunu zor getirirlerken, kitap için parayı nereden bulacaklar, değil mi?

Hep aynı kırık plak. Senelerdir liste başı. “Kitap ateş pahası, yoktur Türk'ün parası, ley ley, ley ley canım...”

Günde bir paket sigara, ya da haftada bir fön parasına ayda en az iki kitap alınır. 70 küsur yaşındaki, kirada oturan kayınvalidem, kısıtlı emekli maaşından para ayırıp, günlük gazetesine aboneliğini devam ettiriyor, sahaflardan kitap alıyor.

Önceliklerimiz farklı bizim.

Okumayı sevmiyoruz. “Kitaplar çok pahalı” diye arsızca bir bahaneye sarılmışız işte. Sanki kitap bedava olsa okuyanımız olurmuş gibi.

Kitap okumaktan vazgeçtim, herhangi bir yazıyı bile başından sonuna okuyamıyoruz. Sıkılıveriyoruz. Okumak zorunda kaldığımızı da anlamıyoruz zaten. Örnek ister misiniz? Çalıştığım bankanın dış cephesinde, üç yaşında bir çocuk boyundaki harflerle “Ham Hum Şorolop Bank” yazıyor. Vatandaş gelip, kapı önüne dikiliyor, etrafa bakıyor, yukarıdaki yazıyı görüyor ve içeri girip, “Bilet dükkânı burası değil mi?” diye soruyor. (Kendince seyahat acentası demek istiyor.) Ya da yine kapı önünde dikilip, tam 10 dakika boyunca üzerinde açılış saatleri bulunan çıkartmayı inceliyor, ve o sırada öğle yemeği için dışarı çıkan bendenizin yolunu kesip, “Kaçta açıyorsunuz?” diyerek ömrümden çalıyor. Duvardaki reklam panosunda, mevduata %3,40 faiz verdiğimizi gören vatandaş, “Kredi faiziniz bayağı düşükmüş.” diyerek küfüre dik gidebiliyor.

Hiç okuyanla okumayan bir olur mu? Algı eşiğimizin bu kadar yüksek olmasının, aptallık sınırında gezinmemizin başka bir açıklaması var mı? “Bitkisel hayat” yalnız televizyondaki hastane dizilerinden tanıdığımız birşey midir?

Sahi biz Türkler, ne zaman gelmiştik Almanya’ya? Geldik mi hakikaten, yoksa 50 senedir hâlâ aynı noktada mı duruyoruz? “Gâvurlaşmayalım” diye içimize kapanıp, donmuş olabilir miyiz acaba?

Üç nesil geldi, gidiyor. Dördüncü nesil yolda. Çocuklara üzülüyorum en çok.

Evlerine kitap girmeyen bu çocuklar, büyüyünce ne olacaklar? “Heidi”, “Güliver’in Seyahatleri” ya da “Hababam Sınıfı” okumadan büyüyen kupkuru hödükler ve iki kelimeyi bir araya getiremeyen “Sefiller”.

 

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..