Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Aralık '11

 
Kategori
Deneme
 

Kızaramamış şeftalinin pişmanlığı

Kızaramamış şeftalinin pişmanlığı
 

Bir de ağacın köküne uzanabilmek var.


Çocukluğumun sempatik kitabıydı Samed BEHRENGİ’nin “Bir Şeftali Bin Şeftali”. Kendine ait ve emekti o şeftali ama paylaşımla tat daha bir güzelliğe kavuşuluyordu. Yarin yanağından gayri komünlü sevdalarımızın çocuk kitabıydı o. Biraz alıntılamak gerkirse “Her neyse, geçelim bunları; belki de öykümüzle ilgisi yok.
Bağda iki şeftali ağacı yetişmişti. Biri daha küçük ve gençti. Bu iki ağacın yaprağı, çiçeği tıpatıp birbirine benzerdi. Her gören daha ilk bakışta ikisinin de aynı cins ağaç olduğunu anlardı.
Büyük ağaç aşılıydı. Her yıl iri iri, pembe pembe, güzel şeftaliler verirdi. Avuca zor sığan bu şeftalileri insan ısırıp yemeye kıyamazdı.
Bahçıvan büyük ağacı bir yabancı mühendisin aşıladığını, aşıyı da memleketinden getirdiğini söylerdi. Bu kadar çok para harcanan bir ağacın şeftalileri de elbette kıymetli olur. “ Devam edelim “"Biz yüz, yüzelli şeftali bir sepette duruyorduk. Güneş zarif kabuklarımızı kurutmasın, al yanaklarımıza toz konmasın diye bahçıvan üstümüze asma yaprağı örtmüştü. İncecik asma yaprağından hafif bir yeşil ışık giriyordu içeri. Bu renk yanaklarımızın allığıyla karışıp çok hoş bir manzara oluşturuyordu.
Daha güneş doğmadan koparmıştı bahçıvan bizi. Bu yüzden bedenlerimiz serin ve nemliydi. Sonbahar gecelerinin soğuğu hâlâ üstümüzdeydi. Yeşil yaprakların arasından hafif bir ışık geçip sıcağı içimize işliyordu.
Tabii, biz bir ağacın çocuklarıydık. Bahçıvan her yıl aynı zamanda annemin şeftalilerini toplayıp sepete koyuyor ve şehre götürüyordu. Orada ağanın evinin kapısını çalıyor, sepeti verip köye dönüyordu. Şimdi de öyle ya.
Dediğim gibi biz yüz, yüzelli olgun ve sulu şeftaliydik. Benim de tatlı ve leziz suyum vardı. Yumuşak, incecik kabuğum çatlayacak gibiydi. Yanaklarımın kırmızılığını görsen mutlaka çıplak olduğum için utandığımı sanırdın. Hele hele, yıkanmış gibi üstümde başımda sonbahar çiyleri vardı.
İri, çetin çekirdeğim yeni bir yaşamı düşlüyordu. Daha iyisini söyleyim, ben yeni bir hayatı düşünüyordum. Çekirdeğim ayrı değildi benden.
İlk bakışta görülmek için bahçıvan beni sepetin üstüne koymuştu; belki de daha iri ve sulu olduğum için. Kendimi övmüyorum burada. Fırsatını bulan her şeftali gelişir, büyür ve olgunlaşır, bol sulu olur. Ama tembellik edip de kurtlara aldanan, onlara derilerine, etlerine, hatta çekirdeklerine kadar girme izni veren şeftaliler gelişemez. “ Son bir aktarım daha” Bu yüzden gücüm yettikçe kendimi güneşe teslim eder, güneşin sıcaklığını emer ve içimde toplardım. Günden güne güçlendiğimi görürdüm. Hep sorardım kendime:
"Günün birinde birisi güneşi gücendirirse ve güneş de bize küserse ne olurdu halimiz o zaman?" “Salih Bilgin’le konuşurken şeftalinin tek tarafı kızarmışlık üzerine Mustafa CEYDİLEK’e ait bir yazı gösterdi;”Uzaktan baktığında sulu, kırmızı, nefis bir şeftali..Ama sadece ön yüzü olgunlaşmış, arka tarafı yemyeşil,ham,ekşi mi ekşi… Hiç kendinizi böyle hissettiniz mi?” Diye başlayan bir makale. Hemen aklıma Sait Faik’in pişmemiş adamla ona yakalanan balığın öyküsü geldi. Ya da çağrıştırdı bir ucundan.

“okullar bitirirsiniz,aşklar yaşarsınız hatta evlilikler bitirirsiniz,işler kurar,iflas edersiniz yada işler değiştirirsiniz,bir evden başka bir eve taşınırsınız; o da yetmez başka bir şehre göç edersiniz,onuda yapamıyorsanız, yatak odanızı değiştirirsiniz yada oturduğunuz koltuğu… Ama şeftalinin öbür yüzü bir türlü güneş görmez,kızarmaz; kendinizi eksik, ham yalnız, kötü hissedersiniz.”şeftaliye benzer insan tanımı çıkarır ortaya Mustafa arkadaş. Ama öyle bir kimlik ki kendisiyle asla barışık değil. Bir yanı bir yanını tamamlayamıyor. Arayışları var durmadan değişimden değişime koşturuyor ve hep tüketiyor eldekileri; okulu,işi, eşi hep değiştiriyor ama hep dünyayı değiştirmek onun bir diğer tarafıyla barışıklığı yada birbirine bnzemeyi sağlayamıyor. Hep bir taraf ekşi ve yeşil kalıyor. Dünyayı değiştirmek değil önce kendini değiştirmek asla hedefinde yok.

“Acaba herkes mi böyle, diye düşünüp heyecanlanırsınız, tek başınıza kalmaktan korkup kader arkadaşları ararsınız;daldan dala, ağaçtanağaca koşup şeftalilerin yüzlerini görmeye çalışırsınız. Umutsuzca bakarsınız… Hayır … Sadece sizsiniz tek yüzü kızarmış şeftali…” diye bir suçluluk ve yanlızlık duygusuna sokuluyor bir güzel ve “Bunda da bir hayır vardır, deyip kendinizi savunursunuz” diyerek hala suçluluk duygusunun hedefinde kendinin değişimi yattığı belirtilmiyor. Dünyayı değiştirecek gücün kendini değiştirmekten daha kolay olduğunu bilmekten ileri geliyor olmasın. Ama içten içten duyulan suçluluk yada pişmanlık duygusu bir yerde şöyle patlak verir; “ Neden bu direniş? Adam olup güneşin verdiği ışıkla yetinmeyip yıldızlara yolculuk etme sevdası, sen kimsin, ne farkın var diğer şeftalilerden, hakkına razı olsana… olur mu?” Yakalanmış bir kere değişimcilik ruhuna, devrime ki “ oh olsun artık o onun kaderi olur” Bende çelişkiye düştüm bu noktada: acaba bu yol tutuş bilinçli tercih mi? Yoksa ki kader? Bilinçli tercihin pişmanlığını anlarım. Kızarım ama anlarım. Kaderde pişmanlık yok çünkü razı gelmessen isyan etmek söz konusu pişman olmak değil.

Ama güzel bir vurgusu var ki hayran kalmamak elde değil:”16 yaşındayken güneşi zapttetme sevdasına düşen yüreğim yine aynı heyecanla atıyor”Ama dünya değişmiş tabii. İlk kez Dünyaya değişim gibi kendinin de değişmesinin ayak sesleri duyuluyor yazıda ve bakın ne diyor: “ama güneş, delik ozon tabakasında pis pis sırıtıp:”gel de zapt et” diyor… Bizim bu sevdayla yanıp tutuştuğumuz yaşımızdaki gençler daha güzel kokmak için parfüm üstüne parfüm sıkıyor.Güneş bizi zaptediyor…Ozon tabakası deliniyor… Bugün insanlara farklı bir gözle baktım…Çoğunda şeftalilerini kızartmanın kıvancı vardı; yani kendi hayatlarını yaşamak, yani buğünü daha iyi geçirmek, yani güzel elbiseler giymek, güzel yemekler giymek….Onlar biliyor yazın bir mevsimde bir kere yaşanacağını…Ben öğrenemedim..”

Kuşak çatışmasına düşmeden vermiş değişen dünyanın gerçekliğini ama Mustafa arkadaş, bilesin ki!.. Paylaşılamazsa ki tam kızarsa da yarım kalsa da yada hep yeşil kalsa da, yanlızlık onun mahkumiyetidir. Tarih de hep onu gösterd:i tam kızarmış gibi görünse de içi olmamış toplumların uğradığı hezimeti, sürünen yapıları, kanamış parçalanmış ellerin sahiplerini. BEHRENGİ’nin” bir şeftalisi bin şeftali”sinde ki çocuksu umutlar gibi korumamız gereken saflığımızın yerlerde sürünmesine izin vermeden yaşamak ama değişebilmenin aydınlığı ile. Yoksa sen kalsanda değişmeden değişim artık çöplüğünde oturduğumuzu farkettiğimizde üzerimize sinmiş kokunun etkisinden kurtulmak da bir başka sorun…

Ama Saif FAİK’in pişmemiş adamıyla uzaktan yakında ilişkisi çıkmadı. Niye hafızamdan aldı onu geldi, şuan çıkarsamadım…

 
Toplam blog
: 47
: 288
Kayıt tarihi
: 15.12.10
 
 

Denize yakın adam... İzmir'de yaşıyorum. ..