Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Nisan '15

 
Kategori
Öykü
 

Kızıl Kartal ve Ala Teke'nin yurdu. Birinci bölüm.

Birinci bölüm.

Uzun yıllar, ülkesinden ayrı yaşama cezasına çarptırılmıştı. O ceza, en güzel verimli yirmi beş yıllına mal olmuştu. Günahsız ve suçsuz haksız yere cezalandırmışlardı. Ülkesinde zalimler hâkimdi. Hırsızlar, gaspçılar, ganimet kollayan zorbalar vardı. Onlar hakları olmayanı almanın peşindeydiler. O bu olanlara karşı çıkıyordu. Karşı duranları sindirmek, susturmak isteyenler şiddeti kullanıyorlardı. Yapılanları görmemezlikten gelmesini, susmasını istiyorlardı. Bunlara razı olmayanları cezalandırıyorlardı. O da, cezayı razı oldu. Doğru bildiği yoldan da ayrılmadı. Her durumda haksızlığa ve zulme karşı durdu. Karşı durmanın da bir bedeli vardı. O bedeli fazlasıyla ödedi. Yirmi beş yıl sürgün olmuştu.  O da söylendiği gibi kolay geçmemişti. Ayrılık, özlem geride bıraktıklarını görmemesi vardı.

 Cezası biter bitmez, zaman yitirmeden ve hiçbir yere uğramadan, doğruca doğduğu topraklara döndü. Geride bıraktığı birçok değer yerinde yoktu. Onları ararken yıllar öncesine geçiyordu. Yerlerini yurtlarını terk eden insanları ve her canlıya kavuşuyordu. Orada geçen her olay yeni olmuş gibi, canlı olarak belleğinde korunmuştu. Çocuk olmuştu, genç olmuştu. Değerleriyle beraber oluyordu. Çocukluğuna, gençliğine, kanlarının deli aktığı, başlarında kavak yellerinin estiği ta o yıllara gitmişti. İlk sevdaya, o topraklarda tutulmuştu. İlk çocukluk kavgası orada olmuştu. Başının ilk yarıldığı yerde olasıydı. İlk ata, o toprak yollarda binmişti. Tırnağımın taşa değdiği ve anne yüreğinin sızlatan ilk yer de orasıydı. Birçok değeri, orada edinmişti. Tüm yaşadıklarının uğruna, hiçbir olayı unutmamıştı. Yaşamış olduğu yerler değişmişti. Otuz beş kırk yıl önceki yerleri anımsıyordu. Onları belleğinin en güvenli bir yerinde saklamıştı. Onu insan yapan değerlerine bağlıydı. O topraktaki tüm canlıların bir parçasıydı. Birçok huyu, suyu onlara benziyordu. Hani bir söz var, “Ot kökün üstüne biter.” derler ya, öyle birisiydi. İnsanlar değişmiş, bildiği yerler tahrip olmuş, kuşlar böcekler ve birçok hayvan terki diyar etmiş veya yok olmuştu. Çaylar, göller kurumuştu. Ormanlar yanmıştı. Olanlar içini yakıyordu. Önceki zamanda olanlar özüne sinmişti. Düşünceleri zenginleşmiş, öncekinden farklı bir bakış açısı edinmişti. Yaşadığı olaylar, karşılaştığı her olumlu ve olumsuzluktan etkilenmişti. Gençliğinden olduğundan daha farklı bakıyordu. Deneyim kazanmıştı. Kişiliği pişmiş, gelişmiş, olgunlaşmıştı. Otuz yılda gittiği yerlerde başka kültürlerle tanışmıştı. Gördüklerinden etkilenmiş onu zenginleştirmiş, hoşgörü ve farklılıklara saygı duymayı edinmişti. Değişirken, yine kendisi olmuştu. Başından geçenler onu farklılaştırmıştı. Yirmi beş, otuz yıl öncesinde olduğu gibi hamlık ve toyluk gitmişti. Ufku genişlemişti. Başka kültürleri tanırken, onları özümserken, en güzel insani ve doğayla uyumlu olanlarını almıştı. Kendi kültüründe insancıl, çoğulcu olanları korumuş, inandığı değerlerle uyuşmayanları da ayıklamıştı. Farklılıklardan yeni bir senteze varmıştı. Buna “BirlikteVar Olma!” diyordu. Farklı olanlarla birlikte yaşamayı öğrenmiş, onlara saygı duyuyordu. Birlikte var olmayı yadsıyanı, ötekileştirmeyi hayatından çıkarıp atmıştı. Yeni bir insan olmak, tüm olanları özümsemek, başarmakta kolay olmamıştı. Bedel ödemesi gerekmişti. O bedeli en pahalı biçimde ödemişti.  O bedel yirmi beş, otuz yıllık “sürgün” cezası olmuştu.

Değişirken başkalaşmadan, yine kendisi oluyordu. Doğduğu yerin insanca ve doğa dostu kültürünü koruyarak, zamana yayılan bir ilerlemenin farkına varıyordu. Başka kültürlerle, kendi kültürünün bin yıllardan gelen köklü sağlam olanıyla harmanlayıp, yeni evrensel değerde bir kültür yaratıldığını kavrıyordu. Bunun içinde özel bir çabası yoktu.  Sadece yaşama uyumlu, birlikte var olmaya saygı duymak yetiyordu. Her insan da benzer değişme ve yenilenme olmadığını gördükçe üzülüyordu. Çoğu insan, önce kendine ve sonrada çevresine yabancılaştırılmıştı. Bunu anlamaya çalışıyordu. Bu anlayış, onu hayatta olumsuzluğun nedenlerine götürüyordu. Her olay, her olgu birçok nedenden kaynaklanıyordu. Birçok nedenden dolayı insanlar sistemli, sürekli farklı hayata ters şekilde yönlendirildiklerini kavrıyordu. Bunun önüne geçmek zor olduğunu görüyordu. Bu durumda, bulaşmadan kendini korumayı yeğliyordu.  

Politik erk ve maddi çıkar peşinde olanlar var olan her değeri ve gerçeği yok sayıyorlardı. Kendilerine göre değersizleştirilmiş, tahrip edilmiş bir süreç yaşatıyorlardı. Yaratılan ortamdan zalimlikleri besleniyordu. O ters ortamın devamını istiyorlardı. Çoğu kimse olanları anlamıyordu. Sosyal gerçekliği çarpıtanları, durmadan yalan ve iftira üretenleri gördüğünde de, ilk önce dehşete kapılıyordu. Sonra soğuk kanlığını koruyarak, olanları anlamaya çalışıyordu. Var olandan, yola çıkarak olacakları tahmin ediyordu. Bu düşüncesini de dostlarıyla ve güvendiği insanlarla paylaşıyordu. Olanları gördüğünde ister istemez öncekilerle karşılaştırıyordu. Bu anlayışla Anadolu kültürü derinliklerine iniyordu. O kadim kültürün büyüklüğünü daha iyi anlıyordu. Binlerce yıldan beri gelen, onlarca halktan mirası kaldığının izlerine rastlıyordu. “Anadolu kültürel zenginliği rast gele değildi. O kadim kültür onlarca halktan gelen, ortak binlerce yılın birikimdir.” Diye tanımlardı.  “Kültürel zenginlik” boş bir laf olmadığını öğrendikçe, Anadolulu ’ya daha da bağlığı artıyordu. Bununla onurlanıyordu. “Halkların kültürleri birbirini etkiler ve yeni daha zengin kültürler yaratılır.” Demek doğru kucaklayıcı, hakça barışçı bir yaklaşım olduğunu söylemek, yanlış olmadığına inanıyordu. “ Ülkelerin kültürleri de, bu anlayışla birbirini etkileyerek evrensel boyuta ulaşır”. Düşüncesine vardığında inkârın, tekleştirmenin ve yok sayılmanın ne kadar kötü ve haksız olduğu kendiliğinden anlaşılıyordu. Politik kaygılar ve ideolojik saplantılar,  hayata karşı bir anlayış olduğuna kesin inananlardandı. İnsanlar bu olanları anlamazsa bile, bedeli doğal tahribata ve sosyal çürümeye neden oluyordu. Bu politik baskı, ideolojik fanatizm insanlara yoksulluk getiriyor ve acı veriyordu. Özel eğitilmiş cahil insanları gördükçe, sadece kendisi değil, bir ülke bedel ödemişti. Otuz yılda olan tahribattan dehşete kapılıyordu. Özel eğitilmiş cehalet sosyal ve kültürel farklı olma gerçeğini birbirine karşı kullanıyorlardı. Bu ters etkilenme farklılıkları düşman konumuna indirgiyordu. Tek tip insan, tek bir inanç ve sadece bir dili anlayacak kuşaklar yetiştiriyorlardı.  

İnsanı kendisine ve çevresine yabancılaştıran anlayış otuz yılda oluşmuştu. Kendisi de olanları anlamayı uzunca bir süreden sonra öğrenmişti.  Kendisine yabancı, düşünemediği çok farklı bir anlayışın topluma egemen olduğunu anlıyordu. Bu değiştirmek çok zordu. Normal olan kendisinin de edinmiş olduğu yeni öğretide, insani değerlerin oluşması için de on iki bin yıllık zamanda yaratılmıştı. O değerler çok pahalıydı. Onları kazanmak içinde milyonlarca bedel ödenmişti. Bilim, insani değeler ne aniden çıkmış ve ne de ilk çıkışları mükemmeldi. Zamanlar olgunlaşarak, sonra gelenlerin her biri yeni bir şeyler katarak ilerlemiş ve olgunlaşmıştır.  

Bu anlayışla, sıkça yıllar öncesine gider, olayları anımsar olan farklılıkları görmeye çalışır ve nedenlerini öğrenirdi. “Politikacılar halklar arasındaki doğal, tarihsel ve sosyal farklılığı “ayrılık” nedeni sayıp, onları düşman durumuna getirirler. Sonra kendi tekçi, dogmacı ve dayatmacı ideolojilerinden beslenen bir canavar yaratırlar. O canavarı topluma sallarlar. Toplum hayatına saldıran o canavar,  halkların düşmanlığından beslenip, yaşamaya başlar.” Saptamasında bulunurdu. Sosyal hayatın kötülükleri ve zorbalıkları o ideolojiden geldiği gördükçe, mevut politikalardan tiksiniyordu. Buna “Kanlı-kirli siyaset!” derdi. İnsanların olanları görmemek, gördüklerini farklı algılamak içinde özel eğitime tabi tutulan ideologlar yetiştiriyorlardı. İnsanların psikolojik etkilenmeyle beyinleri yıkanırdı. Bu da insanları düşünceden yoksun, zavallı yaratıklar düzeyine indirgendiklerini söylediğinde inan az oluyordu. Kötülükler daha etkili alışkanlık yarattığını toplum benimsiyordu. Var olanı değiştirmek isteyenlerin de, buna gücü yetmiyordu. “Toplum çaresiz bir alışkanlık ediniyordu. Alışkanlık anlayışa, anlayış bir süre sonra politik “kültür” sayılıyordu”.  Olması gereken değil, hayata karşı direnen yapay bir düşünce sürekli doğal ve sosyal değerlerle kavga halindeydi. Bu da mutluluk değil, kendine mahsus bir toplum yaratıyordu. O bu olanları gördükçe acı çekiyor ve dehşete kapılıyordu.

Kendisi doğal, sosyal ve tarihsel gerçekliği rehber edinmek istemişti. Bu sosyal ve tarihsel olgular onu, farklı kültürleri tanımasını sağlıyor. Farklı kültürlerin ortak yanına öne çıkarıyordu. Doğallıkla insanlar birbirlerinin kültürlerinden etkileniyorlardı. Bu etkilenme önce komşu halklar arasında boy verirken, durmadan tüm dünyaya yayılıyordu. Yıllar sonra ortak evrensel bir kültüre dönüşüyordu. O bu doğal zenginliğe saygı duyuyordu. “İnsanlığın yarattığı ortak değerler,”diyordu. Hayatın her alanında bilimde, sanatta ve edebiyatta da böylesine ortak bir etkilenme söz konusuydu.  Milliyetçilikten, dini bağnazlıktan arınmış, bu yeni zengin değerler insancıl ve doğa sevgisiyle beslenen, insan ahlakıyla korunan yeni bir değerler sistemiydi. O bu anlayışın da savunuculuğunu yapıyordu. Yıllar geçtikçe bu anlayışı gelişti, ortak değerlere büyük bir önem verdi. Sınırları aşan, insan ufkunu genişleten, farklılıkların toplumsal yaşamın bir gerçeği olduğuna da emindi. İnsanlığın ortak değerlerini kendine kılavuz edinse de, onu anlayanlar o kadar azdı ki…ona “sıra dışı” diyorlardı. Adaleti, eşitliği, güveni, mutluluğu, barışı, özgürlüğü ve doğa sevgisini “marjinallık” ta gördü. Bu düşüncesi, yıllar geçtikçe taraftar bulacağını inanıyordu. Sabır gerekiyordu. Pişmek, olgunlaşmak isteyen biraz daha üst düzeyde bir doğru algılama ile kabul edilecekti.

Aradan uzun yıllar geçmişti. Doğduğu topraklara döndüğünde bu anlatılanlara tanık olmuştu. Olmasına, olmuştu. Buruk bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Umudun biraz daha uzaktaydı. Bu yılgınlık değil, daha yeterince bedel verilmediği inancına varıyordu. İşte bu anlayış, onu içinde olduğu anın öncesine götürüyordu. Yıllar öncesinde yaşıyordu.  Doğal ve sosyal tahribatın yarattığı acıyı unutmanın ilacı, önceki değerlere sarılmakta buluyordu. Anadolu top yekûn yıkama uğramıştı. Yıkım içerde olmuştu. En acı olanı da, olanları anlayan o kadar azdı ki,… işte bu sosyal duyarsızlık, diktatörleri yüceltmeyi ve yaptığına tapmayı onda dehşete neden oluyordu.  Dehşetten ve cehaletten uzaklaşmanın yolunu, doğup büyüdüğü, suyunu içtiği, havasını soluduğu, ekmeğini yediği ata topraklarına gidiyor, kurtuluşu ve huzuru orada buluyordu. Yıllar öncesinde her şey çok doğaldı. Hava mas mavi, geceleri yeryüzünü derin bir lacivert sarardı. İnsana umut veren yıldızlar, koyu laciverti delip mutluluk ve sevgi dağıtıyorlardı. Dereler de su taşıyor. Gözlerden billur su fışkırıyordu.  Kendine özgü kokusu olan toprak bereket fışkırıyordu. Kuşlar, diğer hayvanların tümü yaşıyordu. Yıllar öncesi güzel doğal değerleri ve insancıl sosyal değerleri arıyordu. Yaşı ilerlemiş olmasına karşın, savunduğu değerler ona güç ve enerji vermişti. Kendisi gençti hala, yıllar öncesindeydi. Bulunduğu zamandan, yıllar öncesine geçmişti.  Birçok olayı, canlı ve taze olarak anımsıyordu. Çocukluk arkadaşlarının, tümü hala çocuktu. Özlediği ve özlemini duyduğu her anı, belleğinde yenişmiş gibi duruyordu. Değerler ve olgular çocukluğunda ki gibi saf ve çocukça idi. Köyünü hatırlıyordu. Evlerinde kilit yoktu. Herkesin kapısı açıktı. Kimse destursuz bir tas su bile içemezdi. Polis yoktu, jandarma yoktu. Mahkeme yüzünü kimse bilmiyordu. Yaşadığı küçücük toplum güven, paylaşım, adalet ve dayanışma üstüne kurulmuştu. Bunları anımsıyordu. Uzun ayrılıklara karşın, değerlerini koruduğuna seviniyordu. Bulamayınca da acı veriyordu. “Yarın daha iyi olacak!” umudunu hep saklı tutuyordu.  “Umut fakirin ekmeği!” deseler de, onu hayata bağlayan, ruhunu besleyen ve güçlü yapan hala umut ve değerlere olan bağlılığıydı.

Doğduğu köy, dağlık bir coğrafyada yer alıyordu. Büyük dedeleri oraya başka yerden göç etmişlerdi. Osmanlı zulmünden kaçan Aleviler kuş uçmaz, kervan geçmez yollardan uzak sarp ve tenha topraklara yerleşmişlerdi. Kendi içlerinde kapalı, barışık bir toplum kurmuşlardı. Ne devlet onları tanıyor ve nede onlar devletin yüzünü görmek istiyorlardı. Devlet onların işine karıştığında, başlarına bin bir bela gelirdi. Kendileri Kürt’tü.  Diğer birçok Alevi Türkmen köyü gibi, onlarında köyü de dağlık yerde bir vadinin içine kurulmuştu. Türkmenlerle dostlardı. Kirve oldular. Dostluklarını kimse bozmuyordu. Aralarına birilerinin girmesini istemiyorlardı. Öylece dost kaldılar. Ta bin dokuz yüz seksenlere doğu… Ormanlıkmış önceleri, o vadi. Sonra demir yolu bahanesiyle ormanları kesmişler. Kesilenin yerine kimse tek bir ağaç dikmemiş. Öylece bilerek, yöreyi bozkır yapma politikası izlenmişti. Ormanı yok etme yaklaşık yüz yıl almış. Ferman önce Osmanlıdan ve daha sonra da “Cumhuriyet” ten gelmiş. Fermanlar doğal ve sosyal değerleri de yok etmiş.

Ortadan geçen küçük bir çay, köyü ikiye bölerdi. Çayın iki yanında kavak, söğüt, iğde ve selviler boy vermişti. Her ağaç bağımsız ve özgürce göğe doğru, güneşi yakalama yarışına girmiş gibiydiler. Bu ışığa kavuşma yarışı, onları uzun boylu ve görkemli yapmıştı. Ağaçların boyları o aşkla, her gün biraz daha uzayıp, büyüyorlardı. Orada yaşayan insanlarda uzun boylu ve kadınlar ince ve narindi. Kadınları düşündüğünde ilk akla annesi gelmişti. Uzun boylu, buğday tenli, ela gözlü ve alnına da Güneş işlenmişti. Bu dövme onu daha güzel yapıyordu. Çalışkan ve yiğit bir kadındı. Köye gelen müfrezeleri kovmak için, köyün kadınlarıyla birleşip dipçiğe karşı, sopalarla evlerini ve çocuklarını savunmuşlardı… O türden politik baskılarda olsa, orası güzeldi. Yirmi birinci yüz yılda, geride hiçbir şey kalmamıştı. Ne orman, ne kadınlar vardı. Kimi ölmüş, çoğu da göçe zorlanmıştı. Çocukluğunda ve gençliğinde olan ormanı anımsıyordu. Değişik ağaçlar meşe, çam, iğde, dağ armudu, alıç, ardıç ve farklı çalı türünde ağaçlar hep birlikte ormanı oluşturduklarını düşünmüştü. “Birlikte var olmak,”  hem doğa ve hem de toplum kabul etmişti. Toprakla kaplı, taş evlerinin arkasında bostanlar yer alıyordu. Yöre halkı, o bostanlarda kendi gereksinmelerini karşılayan, sebzeler yetiştirirlerdi. Orada yetişen doğal sebzelerin tadını da hiç unutmamıştı. Domatesin kendine has bir kokusu ve özel bir tadı vardı. Hıyar, hıyarca patates patatesçe kokardı. Soğanın, soğanca bir tadı olurdu. O her gitti yerde, yıllar önceki o tadı aradı. Bulmak mümkün değildi. Yirmi birinci yüz yılda yetiştirilen, sebze ve meyvelere yabancıydı. Hibrit (kısır) tohumla yetiştirilen GDO lu besinler ona dokunuyordu. Plastik gibi sebzeleri ve deri gibi meyveleri yediğinde midesi bulanır kusardı. Her varlık gibi, meyve ve sebzeleri de göç ettirmişlerdi. Doğal sebze ve meyvelerin yerine, biçimsel olarak ta öncekilere benzemiyordu. Yerli Anadolu tohumlarını yandaşlarına rant sağlasın diye yok etmişlerdi. Yerli olan her değeri yok edenler kendilerine “milliyetçi” sıfatını yakıştırmalar, anlaşılmaz garip bir çelişki içindeydiler. Yirmi birinci yüz yılın politikacıları sahte GDO lu, acayip besinler türetmişlerdi. O çocukluğunu özlüyordu. Gençliğinde olanların özlemiş onları arıyordu. Özlediklerini bulmak için de, yirmi beş, otuz yıl öncesine gidip yetişiyordu. Çocukluk ve gençlik yıllarında ki köyüne gidiyordu. Özlediği insanları çocukluğunda ve gençliğinde buluyordu. Onları anlıyor, yaşlılarda onu anlıyorlardı. Hızlı koştuğu içinde, adını “deli-rüzgâr!” koymuşlardı.  Özlediği sebze ve meyveleri de çocukluğunda buluyordu. Onları doyasıya yemek istiyordu. İstedikleri sadece onun düşünce dünyasındaydı. O dünya temiz ve doğaldı. İnsanlar mertti, cömertti. Doğayı ve toplumu tahrip edenlere kızıyor ve öfke duyuyordu. Çocukluğundaki yerleri geziyordu. İçinde olduğu anda değil, yıllar öncesine yetişmişti. İlerde yaşıyordu…

Daha yükseklerde, köylerinin bir hayli uzağında yaylaları uzanıp giderdi. Yaylada çayırlar, tarlaları ve otlakları yer alırdı. O otlaklarda koyun sürüleri, sığır sürüleri ve at yılkıları otlanırdı. Koyunun doğal sütü, bir başka lezzete tadı vardı. O sütten elde edilen kaymak ve tereyağı başka yerde bulunmazdı. O tatları ve lezzetti yirmi birinci yüz yılda bulmak mucize gibi bir şeydi. Birde arıların, bin bir kır çiçeklerden topladıkları kehribar renginde ki balın tadı, bir başka güzellikte ve lezzette olduğunu da anımsıyordu. On yıllar sonra da olsa, o balın kendine özgü kokusu ve lezzeti hala damağında kalmıştı. Bolca olan mal ve mülklerin sınırları tel örgülerle, taş duvarla çevrilmemişti.  Tarların etrafı karamık, kuşburnu, söğüt, kavak ve iğde benzeri doğal bitkilerle belirlenirdi. O zamanın “sınırları”, bile çevre dostuydu. Sonbaharla meralar sarıya boyanırdı. Ağaçların sararan yaprakları rüzgârın önüne takılır, oradan oraya savurulurlardı. Taşlı çetin arazilerde, daha çok dağ armudu, alıç, kuşburnu yetişirdi. Dere boylarında karamık, böğürtlen, ahududu türünde yabani meyveler dolup taşardı. Birçok yerde onları sulayan, onlarca gözeden akan, gümüş zincirleri andıran billur soğuk sular, coşkuyla  ve sevdayla akardı. Kaynağından yola düşen sular, hep aynı monotonlukla yürümezlerdi. Derelerin, çayların kendine göre coşkusu, sevdası, kızgınlığı tutkusu ve sessizliği olurdu. Her mevsimde farklı coşkuları olurdu. Akan suların kendine has özellikleri vardı. Kışın kar olur, yeryüzünü beyaz örtüyle kapatırdı. Her yer beyaza bürünürdü. İlkbaharla karların damla damla erimesiyle, sular çoğalır ve coşarak deli-dolu akarlardı. İlkbaharla, buz kütleleri sulara kapılıp, eriyip su olma kaderleri kaçınılmaz olurdu. Zamanı geldiğinde su buz kesilirdi. Yine vakti saat geldiğinde, buzlar su olurdu. Doğa böyle, zengin şaşırtıcı değişken bir güzellikteydi. Orada her gelişme, kendi doğal seyri içinde oluyordu.

 

Baharın yaklaşmakta olduğunu, ilk müjdeleyenler kardelenler olurdu. Daha kar yerdeyken beyaz örtüyü delip, boy verirlerdi. Direngen inatçı beyaz çiçekli kardelenler, her yıl güneşi ilk selamla öncülüğünü kimseye kaptırmazlardı. Ondan sonra, sırasıyla ve zamanı geldiğinde diğer çiçekler çıka gelirdi. Eriyen karların altında, ilk sarıçiçek çiğdemler başkaldırırdı. Arkadan newruzlar süslenip, görücüye çıkardı. Bu ilkbaharın geldiğinin müjdesiydi. Hayatın yeniden can bulma anlamında idi. Newroz soğanlı bir çiçekti. Çocuklar çiçeklerini yerlerdi. Newruzlar mor, mavi, sarıçiçekleri üstünde kırmızıçizgiler insanı büyülerdi. Bunlar, ilkbaharın öncü çiçekleriydi. Daha sonra, Nisanın sonuna doğru ve Mayıs ın ilk haftasında binlerce çiçek kırları süslerdi. Her taraf bir çiçek deryasına dönerdi.  Böylece, “Bir çiçekle yaz gelmez!” atasözü, bir kez daha doğrulanmış olurdu. Bin bir çiçek birlikte bahar gelirdi. Hep birlikte, doğal zenginliğin harmonisini oluştururlardı.

İlkbaharla, sular deli dolu coşar, yatağından taşardı. Hele yağmur yağdığında, derelere sığmayan sular daha da hırçın, bulanık akardı. Bazen de kabına sığmaz, zapt edilmez bir delikanlı gibi, önüne çıkan engelleri sürüp götürürdü. Başka bir yerde, su bir genç kız gibi narin, ince bembeyaz köpükler saçarak, etrafına nazlı çalım satardı. Düz arazilerde, beyaz-mavi billur sular gururlu, alıngan ve yumuşak huy edinirlerdi.  Biraz daha büyüyen sular, olgun deneyimli bir bilge insan gibi ağır başlı, sabırlı, sakince ve bilgece yol alırlardı.

Önce her kaynak bir gözeden fışkırırdı. O gözelerden fışkıran, yeryüzünü selamlayan ve güneşle tanışan sular bağımsız, özgürce içinden geldiği gibi akarlardı. Her kaynak gönlünün isteği yönde yollara düşerlerdi. Bu bir buluşma sevdası gibiydi. O sevdayla akar, yol alırlardı. Tek başına akan dereler bir hayli yolculuktan sonra, bir kavşakta başka bir kaynakla birleşir, biraz daha büyürlerdi. Yol boyunca onlarca dereden gelen sular birleşirlerdi. Çay olurlardı. Epey yol aldıktan sonra, başka çaylarla birleşirlerdi. Başka bir araziden ayanı amaçla yola çıkan diğer kollarla buluşurlar, büyürler bu kez de kol kola yürürlerdi. Bu birleşmenin sonunda sırasıyla gözeler dereleri, dereler çayları, çaylar ırmak olur. Irmaklar da nehir olurlar. Nehirlerin en son durakları deniz olur. İşte onların suları böyle kolektif bir serüven ve aşk uğruna nehir olurlardı.  Akarak Hint Okyanusuyla buluşurlardı. Bu ortak, yüzlerce yerden gelen serüvenin adı da Fırat’tı.

 

İşte Fırat! Kaynağı ve doğduğu yer, onlarca yüce dağların karından, bin bir dereden, yüzlerce yöreden akıp gelen, sulardan beslenip büyüyordu. Fırat ı büyük yapan,  sadece onun taşıdığı su miktarı değildi. O Ulu Nehir onlarca bölgeden, yüzlerce uygarlığın izlerini taşıyıp, günümüze ulaştırırdı. Fırat ın büyüklüğü, bir afakî söz ve içi boş geçici heyecan verici bir laf değildi. Fırat’ı büyük yapan, onun jeolojik oluşumu yüz milyon yıla uzanmasıydı. Onun sosyal tarihsel geçmişi, on iki bin yıla kadar dayanıyordu. On bin yıldan bu yana, Fırat çevresini insanlar yurt edinmişti. Fırat, tüm bunlarla büyüktü. Onun adı kutsal kitaplarda geçiyordu. Çevresini yurt edinenler için Fırat kutsal, umut ve amaca ulaşma gücüydü. Onun adına türküler yakılır, ağıtlar söylenir, destanlar yazılır ve efsaneler anlatılırdı. Bu ta Sümerlerden başlar, Hititlerden devam eder, Selçuklularla günümüze dek ulaşır. İşte Fırat, böyle soylu ve köklü bir geçmişe sahipti. Binlerce kaynaktan gelen sular birleşerek, Fırat olurdu. FIRAT birleşmenin, büyüklüğün adıydı. Fırat doğaydı. Fırat Mezopotamya ve Anayoluydu.

 

 Önceki çağlarda, değirmenler Fırat’ın kollarıyla dönerdi. Altın sarısı buğdaylar beyaz un olurdu. Fırat Anadolu’nun doğal kemeri, yörenin can damarı ve kimliğiydi. Fırat Doğadan armağandı, Anadolu’ya. Ora insanları bunu böyle öğrenmişlerdi. İnsanlar doğayla bütünleşmişti. Yöre insanları Fırat’ın suyunu içmişler, onun suladığı topraklardan beslenmişlerdi. Bu kadar iç içe, koyun koyuna olan iki varlık, biri birine bağlıydı. Fırat ulu bir nehirdi. Anadolu halkları Fırat’la vardı.

 

Ta ilk çağlardan beri, insanlar Fırat ın yöresini yurt edinmişti. Halklar coğrafyayla et tırnak değil, ruhla beden gibiydiler. Tarihleri orada doğmuş, kültürleri orada üretilmiş, törelerini de oradan almışlardı. Anadolu ve Fırat binlerce tarihsel olaya tanıktı. Savaşlar yaşanmış, istilalar görmüş, yağmaya uğramış, katliamlar olmuş ve isyanlar geçirmişti. Bunlarla birlikte, yüzlerce uygarlığa da beşik olmuştu. Uygarlıklar onun kucağında büyümüştü. O kadim topraklarda efsaneler yaşanmış, sevdalar büyümüş, öyküler yazılmış, masallar anlatılmıştı. O topraklarda saraylar, hanlar, kervan saraylar, kışlaklar inşa edilmişti. Suyun, rüzgârın sesinden ve vadilerin uğultusundan bil umum coğrafyanın farklılığından insanlar ayrı diller yaratmışlardı. Dillerin, kültürlerin kaynağı doğaydı. Ona anlam verende yörede yaşayanlardı. Bunlar yok sayılırsa ne tarih, ne Anadolu, Fırat anlaşılır ve nede onların dillerini anlarsın. Anlamak için bilmek gerek. Bilmek içinde görmek, gezmek gerek. Anadolu ve Fırat’ a saygı duymadan kültürler anlaşılmaz, zenginlik korku ve panik olur. Farklılıklardan düşmanlık yaratılır. Yüzlerce uygarlığın izlerini taşıyan, Anadolu ve Fırat tüm renkler iç içedir. Kültürler karışmış, zengin bir uygarlık olmuş. Son altmış yılda, Anadolu da egzotik kirli-kanlı bir siyaset geliştirilmişti. Etnik milliyetçilik, inkâr ve Anadolu Tarihiyle bağdaşmıyordu. Anadolu ve onun yavrusu Fırat Büyük. Bu onurlu büyüklüğe layık olan, birlikte var olmaktı.  Birlikte var olmayı savunanları yurtlarından, yerlerinden kovuyorlardı.

 

Fırat yoksa Anadolu da hayat bitmiş, yaşam son bulmuştur. Böyle bir felaketi Anadolu insanı istemezdi. Son elli yılda politikacıları onları kör, kötürüm yapmış ve uyuşturmuştu. İnsanlar birbirine düşürülmüştü. Haramiler saltanat sürüyordu. Halk yoksul, perişandı. Onların ataları Fırat coşsun, Anadolu bahtiyar olsun dileğini tutardı. Orası yurtlarıydı. Ülkeleri orasıydı ve hayat buldukları yer Anadolu idi. Ora kültürüyle, oranın coğrafyasıyla biçimlenmişlerdi. Onlar Kürtlerdi, Türklerdi, Ermeni, Rum, Asurî, Laz ve Çerkez’diler… Toprak ve üstündeki varlıklarla bedenen ve tinsel iç içeydiler. Ora da yaşayanlar o değerlerin dışında bir hiçtiler.  Anadolu olmasaydı, varlıkları söz konusu olmazdı. Anadolu ya bir şey olursa, yaşayamazlardı. Buna inanıyorlardı. Göbek bağlarım orada kesilmişti, gönül bağları o kültüre ve topraklara bağlanmıştı. Söylenen türküler, anlatılan destanlarda onların sevdaları vardı. Şarkılar orada seda almıştı. Dillendirilen öyküler, efsaneler, destanlar ve sevda masalları orada üremişti. İnançlarını oradan edinmiş ve doğadan esinlenmişlerdi. Onun da,  ülkesiyle arasında böylesine, çok yönlü köklü yoğun tarihi bir bağlılık vardı. Ataları, dedeleri o topraklar ve kültür ve o tarih için canını vermişlerdi. Onlarda tereddüt etmeden, endişe duymadan canlarını kutsal toprakları için verirlerdi. Onların “yurtseverliği”  soyut, ne olduğu anlaşılmayan, ya da herkese göre değişen bazen ırkçılık, ya da fanatizm değildi. Aşırılıklar yabancıydı, Anadolu’ya. “ Ararsan insanda ara!”  anlayışı kültürlerine geçmişti. Anadolu insanları için tarih, kültür, inançlar, yer altı ve üstü değerlere bağlılık, paylaşım ve birlikte var olma esastı.  Bunların birlikteliği Anadoluluydu. Vatanseverlikleri başka kültürlere ve halklara saygı, barış içinde birlikte yaşama, esasına dayanıyordu. Bin yıllarca Anadolu farklılıklarıyla birlikte var olmuştu.

 

 Burada anlatılacak olan, binlerce, milyonlarca insanın hikâyesidir. Kamber oğlu Mehmet! Böyle bir yurtta doğmuştu. Milyonlarca yıllık bir coğrafyanın, binlerce yıllık uygarlığı içinde barındıran, mirasçısıydı. Kendine “Anadolu” demeyi çok, çok mu yakıştırıyordu. Bu öykü, orada geçen onların çocukluğunun hikâyesidir. Öykü oraların önceki doğal yaşamını ve 12 Eylül 1980 den sonra, orada yaşanan başkalaşmayı anlatıyor. İnsanıyla, doğasıyla, kurduyla, kuşuyla, böceğiyle, deresiyle, çayı, ormanı, hayvanıyla ve sosyal yaşamıyla onları anlatan bir öyküdür. Bu öykü aynı zamanda, o ülkede yaşayan on milyonlarca insanın serüvenidir. Bu okuyacağınız ve dinleyeceğiniz onların destanıdır. İçinde kavga, sevda, öfke, barış, güven, mert ve dostluk taşıyan bir betimleme. Dostluk sapına kadar, düşmanlıkta mertçedir. Onlar çokça ihanet, haksızlık ve şiddet görmüşlerdi. Yenilgiye uğramışlardı. Hiçbir zaman öç alma peşinde değillerdi. Yaşananlardan olumlu dersler çıkarmak istiyorlardı. Onlar böyle çok zengin, zıtlıklarla dolu bir yerde doğmuşlardı. Öylede talim ve terbiye almışlardı. Kaynağı ve kökü Anadolu dan , evrenselleşerek zenginleşen bir kültür geleneğine sahiptiler. Burada yazılan, yetmiş iki milleti bir eşit, sayan anlayışın anlatımıdır. “Kıblem insandır.” Diyenlerin yurdunda yaşamışlardı. Kendi güzel değerlerini koruyarak, başkasının değerlerine saygı duyarak, var olan insanların öyküsüdür. Bu öykü Hacı Bektaş tan, Halacı Mansur’a, Yunus Emre ye, Mevlana’ya, Pir Sultana, Bedrettin’e, Köroğlu dan, Ahmede Xane den, Yılmaz Güney den, yağız esmer büyük ozan Ahmet Arif’in, Ciğer Xun’un Nazım Hikmetin Yaşar Kemal’in Apé Musa dan...daha nice isimsizlerden günümüze dek uzanan gelenlerin hikayesidir.

Kamber oğlu Mehmet! Yani O. Onların diyarında, çocukluğunda yüksekçe bir yere çıkar, akan suları birleşen çayları gözlerdi. Çocukluğunda masallar dinler, hayaller kurardı. Çayları, ırmakları hep kocaman dev gümüş yılana benzetirdi. O yılan onları koruyordu. Onları hayalinde canlandırıp, çoğu kez de güzel kızlara benzetirdi. Delikanlılar güzel kızlara sevdalanırlardı. Köyleri Doğu Anadolu’nun en batısında, engebeli bir coğrafyada yer alıyordu. Çocukluğu o çetin, amansız geçit vermez, kuş uçmaz, yol geçmez ve bir o kadar da, çekici vahşi, arınık bir güzelliğe sahipti.  Her varlık doğaldı. Doğal besleniyorlardı. Suları berrak soğuk, havası temiz ve toprakları bereketliydi. Yayladaki arazilerin yukarısında, yüksekçe sarp kayalıklar yer alırdı. Kayalıklarda mağaralar vardı. Son yıllarda o mağaralara rahmet yerine kimyasal bombalar yağdırmışlardı. Bil umum canlılar yok edilmişti. Hareket halinde olan her varlık hedefti. “Yok edilecekler!”  Bu mantıksız ferman doğaya, hayata da karşıydı.

Önceleri, o yalçın kayalarda dağ keçileri ve kartallar yaşardı. Kimse dağ keçilerine ve kartallara dokunmazdı. Onlar kutsal hayvanlardı. Bu iki hayvan türü geçit vermez, aşılmaz yalçın kayaların sahipleriydi. Onlardan başkası, oralarda tutunamazdı. Göklerin hükümdarı Kızıl Kartalı, dağların hâkimi Ala Yaban Keçileri yöre çocuklarını büyüleyen varlıklardı. O iki hayvan, kutsal değerleri sayılırdı. Ora insanı, onlara saygıda kusur etmezdi. Onlara kimse dokunmazdı. Dokunulmazlıkları binlerce yıldan gelen, doğaya olan saygıya dayanıyordu.

Kamber oğlu Mehmet! Ve ora çocukları için bu iki hayvan özgürlük, umut, güzellik ve güç sembolleriydi.  Kartalların dalışı, keçilerin vuruşu onları büyülerdi.  Hayvanları,  kendilerinden birileri sayarlardı. Hayvanları çok seviyorlardı. Çoğu zaman onları kendileriyle özdeş tutarlardı. Doğal kaynakları hayvanlarla paylaşmasını, Büyük Doğa Anadan öğrenmişlerdi. Bazen ora çocukları, kendi aralarında Kızıl Kartal ve Ala Dağ Keçisi olur, oyun oynarlardı. Kamber Oğlu Mehmet Kızıl Kartal olurdu. Kayaların en sivri ucuna konardı. Bazen de ağaçların en yükseğinde durur etrafı gözlerdi. Onlar kayalardan atlarken, uçar gibi oluyordu. Diğer arkadaşları teke olur, vuruşurlardı. Yiuvv! Yiuvv!... Kartal sesi. Meee, meeer..! Deyip teke seslerini çıkarırlardı....devam edecek.

 

 
Toplam blog
: 17
: 178
Kayıt tarihi
: 24.03.15
 
 

Sivas ın Kangal İlçesi Külekli köyünde dünyaya merhaba dedim. İlkokulu köyde, ortaokulu Sivas'ta,..