Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Aralık '08

 
Kategori
Deneme
 

Kızıl Savaş: Kıyafetler ve çıplaklık

Kızıl Savaş: Kıyafetler ve çıplaklık
 

,,,


Kıyafet dolaplarımız, boş olması fikrine bile tahammül edemeyeceğimiz, dolu olduğu zaman dahi gönlümüzü alamayan, tıklım tıklım olsa da yine de içine bir şeyler koymaktan asla vazgeçmeyeceğimiz, onlardan yana mürüvvetimizi asla göremeyecek bahtsız dolaplardır. Kıyafetler de öyle, daha aldığın an yok olurlar, üstüne giydiğin an eskirler. Giyilmek için alınırlar, giyildikleri için tekrar giyilmezler. Kıyafetlerle varsındır hayatın çokta çokunda.

Kıyafetine bakarak birçok şey olup olmadığın sorgulanır. Birçok yerde rahat hissetmen için güzel ya da doğru giyinmen şarttır, birçok insanın dikkatini hemen çekebilmek için kıyafet iyi bir anahtardır. Giyinirsin kral, giyinirsin kraliçe, giyinirsin işçi, giyinirsin memur, giyinirsin zengin, giyinirsin kaçık, giyinirsin zarif, giyinirsin ağır, giyinirsin hafif olursun. Kıyafetler kalıplarındır, istediğine dökülürsün. Pahalısı vardır, ucuzu vardır, kalını, incesi, uzunu kısası, düğmelisi fermuarlısı vardır. Ve hangisini seçeceğini bilemediğinde, istediğini alamadığında, ya da eve dönüp aldığına pişman olduğunda; kim olduğunu bilmediğin, kendin olmadığın gibi garip bir hisse kapılır, giyinme silahını kullanamamak gibi bir beceriksizlik yaptığın için alnına şapşal yazmaları gerektiğini düşünürsün. Kıyafetler önemlidir, haddinden fazla önemlidir.

Çıplaklık. İnsan çıplakken hayatının çokta çokundan uzaktır. Kimi işler hariç, işinden, okulundan, insanlardan.

İnsan, örtünme ihtiyacı var olup moda gibi vahşi bir sektör doğurduğundan beri nasıl örtündüğüyle yormaya başladı kafasını, çıplaklığını suya ve yatak odasına bıraktı. Çıplaklık; ayıplanması, utanılması, yasaklanması gereken bir şey, çıplaklar ahlaksız, değilse deli oldu. Ama kimse bir çıplağa daha çok bakmaktan, bir diğerinin çıplakken nasıl olduğunu merak etmekten alıkoyamadı kendini. Bir kadının bluzunun altındaki görüntüyü merak ederken, bir adamın omuzlarının çıplakken ne kadar heybetli olacağını düşlerken kimse kendini cezalandırmadı. Tersine, bir insanın çıplaklığını hayal etmek, giyinikleri soyunmak için can atmaya iten başka bir iki kisveye –aşka, tutkuya, şehvete sebep oldu. O güzelim kıyafetler bir an önce kurtulunması gereken fazlalıklar olarak bir kenara savruldu çıplaklık uykusundan uyandığında. Sanat kucakladı çıplaklığı, Şiirler, şarkılar yazıldı çıplak kadınların tenlerini bin bir türlü tasvirlere bulayan, dolgun göğüslü kadınların, heybetli adamların resimleri heykelleri yapıldı ve sanat da aforoz edildi bu yüzden sanatçılarıyla beraber. Ama teninden hangi kıyafetin altında olursa olsun kaçamıyor ya insan, papazlar da rahibeler de koştu tenlerinin çektiği yere.

Yani kıyafet meydanda kazandığı bütün zaferleri, kapalı kapılar arkasında misliyle kaptırdı çıplaklığa.

Bu yüzden ne kadar güzel kıyafeti olursa olsun, çıplakken nasıl olduğunu bildiğinden mutsuz oldu insan. Ve bu yüzden kıyafete harcanandan çok daha fazlası derinin gerdirilmesine, beyazlatılmasına, karartılmasına, yağının alınmasına, şişirilmesine harcanıyor bugün, kıyafetten büyük çıplaklık var çünkü. Çıplaklığın sesi daha tizdi her zaman. Çul altındayken bile daha çok duyulurdu onun sesi ve birilerine hep ölüm gibi geldi çul içinde olsa bile birilerinin daha çok istenmesi. Ve birilerine, çıplaklığın doyumsuzluğu korkutucu geldi hep. O da kıyafetler gibi çeşitliydi çünkü. Birinin çıplaklığı gül, diğerininki zambak, diğerininki papatya, elmas, zümrüt, yakut.. ve kıyafetlerinkinden daha kızıl bir kıyametti çıplaklık savaşları. Devlerin savaşı büyüktü pek tabii. Yenilgi kaldırmaz bir mücadele verdi çıplaklar birbiriyle. Sonunda yok oluş vardı, zırhlar kalkmışken alacağın bir darbe yeterdi yığılıp kalmana.

Böyle bakınca, insan ilişkilerin özünü çabucak kavrayıveriyor. Kıyafetler gibi çıplaklık beğeniyoruz kendimize. Çıplak olduğumuz için dünyadan, ahlaktan ve bir yandan Tanrının gözlerinden uzaklaşabiliyoruz, sanatla en çok çıplakken kucak kucağa olup zihnimizin günah ve yasak addedilenlerden beslenip bulanıklık addedilen netliğe ulaşmasıyla görüyoruz görünmemesi birilerinin dileği olan her şeyi, neden öyle dilendiğini. Korkutuculuğunu ve yakıcılığını çıplaklığın. Sevgilisinin çıplaklığını diğerlerine haram kılmak için birilerinin neler yapabileceğini görüp bir bulmacayı çözüyoruz, çıplaklığın haramlığının, günahlığının, ayıplığının, tadı beğenilen bir yemeği diğerleriyle paylaşmamak için “berbat” diyerek çöpe atma numarasıyla saklayan birinin bencilliğinde saklı olduğunu görüp o birisini çıplaklar mahkemesinde aforoz ediyoruz. Ve tadını çıkarmak için çıplaklığın koşar adım kapalı gözlerle alıyoruz tüm mesafeleri. Sonra başka bir bulmaca çıkıp geliyor önümüze, paylaşmak. Çıplaklık ayıp, sevişmek günah değil diye bağıraduralım, paylaşmak ve paylaşılmak istemediğimiz bir an geliyor ki o an, kat kat oluyoruz bu düşüncenin sancısından. Ve bizi Tanrıdan uzaklaştırdığını düşündüğümüz çıplaklık onun tam önüne yerlere kapanmış bir halde bırakıveriyor. Örtün diyor bize, -ya da biz öyle dediğini duyar gibi oluyoruz- ve ört yanındakini de, zira ancak bu kadarı gelir elinden ırak tutmak için onu elalemden.

O bizi kendimizden geçiren sanatın anlattığı öyküler karabasan olup basıyor üstümüze sivri topuklu pabuçlarıyla, boncuk boncuk terliyoruz. İtip onları bir kenara eskisi kadar şevkle okuyup dinlemiyor, bakmıyor, sözünü etmiyoruz. Ve çıplaklar mahkemesinde zavallı olmakla suçladığımız bencillerin öykülerine çevirip yüzümüzü, ne çok benzediğini fark ediyoruz hislerimizin ve öykülerin sonunun vardığı yerler ölümden beter geliyor. Ve kıyafetler kollarını kucağında kavuşturmuş bir ayağıyla yere vurup durarak “seni bekliyordum” der gibi karşılıyor seni dolabında. Yine onlar teskin ediyor seni, giyinecek olma fikri az da olsa iyi geliyor ve özellikle kadının ne giydiği daha çok ilgilendiriyor erkeği kendisinin ne giydiğinden çok. Uzunluğu eteğin, darlığı pantolonun, açıklığı yakanın..

Kendinden bildiği için emin oluyor insan etrafın kem gözlerle, uğursuz ve ahlaksızlarla dolu olduğundan. Ve elinden geldiği kadarını örtüyor çıplaklığıyla ülkeler fetheden, akıllar alan, destanlar yazdıran bedeni, kıyafetler de; güzel örtünüyoruz hiç olmazsa diye avunalım diye bu kadar çok ve çeşitli. Bir gün gelir de başka bir çıplaklık arzular karşımdaki diye korkuyoruz, başka bir çıplaklıkla göz göze gelmesi bile kalbe bıçak demekken ne büyük bir korku hem de taşıdığımız. Tanrı da biliyor ya, örtü bastırmaz çıplaklığın sesini ama bir ton aşağı çeker hiç olmazsa..

Yahut kendi canımız çekiyor bir gün başka bir çıplaklığı. Eskiyor diğeri, sıkıyor artık, küçük geliyor bir beden, rengi açılıyor. Şöyle söylemek daha doğru olacak belki, kendi çıplaklığımıza sıfırdan başlamak istiyoruz yeni bir çıplaklıkla, eskiyen tenler değil de sevişmeler oluyor, dokunmalar ve kokular. Çıplaklığımıza başka bir aynadan bakmak, bir başka çıplağın tenine dokundurmak onu ve başka bir renk almak istiyoruz. Bu defa yine koşuyoruz tanrının gözlerinden uzağa olduğunu sandığımız yerlere yanımıza bir tutam sanat biraz da cesaret alıp. Başka bir tenle karşılaşıp yine tereddütsüz soyunup aldığımız tada hayran kalarak yüceltiyoruz teni ve onu canı ne çekiyorsa onunla doyurma gereğinin normalliğini. Gerçekten normalliğini. İnsan nasıl istiyorsa öyle giyinmeli, ne isterse onu çekinmeden söylemeli, tenini de karnı gibi canı bir şey çektiği zaman onunla doyurabilmeli. Tabi ki. Ama ilki için para, ikinci için özgürlüğü sözde olmayan ve sözlerin eylemlere gebe olmasıyla ilgilenmeyen bir yerlerin, birilerinin, sonuncusu için de, insana özgü o ateşten bencilliğin yerinde sonsuz bir hoşgörünün olması gerek ki, canının çektiği her kimse tepsiye koyuversin kendini sen istiyorsun diye, zorlamana gerek kalmasın, zinciri olmasın ayağında ve olmasın seni de bağlayan, istendiğinde kim olduğuna bile bakmadan koşup gidebil. Ya birileri daha arzu ediyorsa karşındakini seninle aynı anda? Sıraya girmesi, sıranın neye göre olacağı da belli olmalı değil mi, ortada bu kadar hoşgörü varken herkes birbirine öncelik verirse önce kim alır istediğini? Peki ya arzu ettiğin insan o anda başkasını arzu ediyorsa? Belki de sınırları biraz daraltıp arzu kısmı karşılıklı konumda olan insanları konu edinmeliyiz sadece. Sorun o zaman çözülür belki, ne dersiniz? Sınırlar daraldığında daha kolay olur yönetmek ne de olsa. Yani insan, ütopyaları olmaya mahkum bir yaratık. Kalın bir kalasın içinde sesi çok çıkan, sınır tanımayan bir hayal ve arzu gücünün oyununa gelmek onu yalnızca kırılma noktasına daha çok yaklaştırır, bunu bir kere anlaması da asla yetmez, o kadar da aptal insanoğlu.
 
Toplam blog
: 12
: 425
Kayıt tarihi
: 04.12.08
 
 

Yazdıklarımın yarısı kadar yaşayabilmek. O kadar da iyi yazmam halbu ki değil ki yaşamak sanat olsun..