Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ocak '13

 
Kategori
Kitap
 

Kızıl tehlike

Kızıl tehlike
 

Rus-Türk ilişkileri denilince ilk akla gelen isimlerden birisi, Nazım Hikmet.


''Amerika, beş asırlık hayatında hiçbir millete tecavüz etmemiş, hiçbir milletin hürriyetine göz koymamış, bir asır önce dahi birkaç haftada zaptedebileceği zengin gümüş ve petrol yatakları ile sayısız servetleri bulunan iki komşusu Meksika ve Kanada'ya el uzatmayı aklından geçirmemiş, ancak tecavüze uğradığı zaman buna mukabele etmiş bir devlettir. Amerikalı, dünyada hürriyetlerin yıkılmaması ve devamı için bugün her kıtada da seve seve evlatlarını feda etmeyi göze alan faziletli bir millettir.''

Buraya kadar okuduklarınıza rağmen hala yüzünüze müstehzi bir gülümseme oturmadıysa ya da beni kastederek ''Ne diyor bu adam?'' diye kendinize henüz bir soru yöneltmediyseniz gelin baştan anlaşalım, siz iyisi mi bu yazıyı hiç boşu boşuna okumayın.

Sanmıyorum günümüzde ilk paragrafı okuyup da bunlara inanan insanlar dünyamızda kalmış olsun ama, yarım asır kadar önce bu sözlerin bayağı bir 'mürid'i varmış.

Tekin Erer 1921 Artvin doğumlu. 1960 İhtilali'nin ardından 'Son Havadis' gazetesinde 'Günün Akisleri' köşesinde 27 Mayıs'a karşı fıkralar yazan 13. ve 14. Dönem TBMM'nde 'Kalkınmasız' Adalet Partisi'nden milletvekilliği de yapmış, sıkı bir antikomünist.

Gazetede yayınlanan fıkralarından oluşan ve 1966 basımı kitabı 'Kızıl Tehlike' hakkında yazmadan, bir de dip not vereyim: Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın ölüm cezalarının yerine getirilmesine dair kanuna o gün mecliste evet - kabul oyu veren 323 kişiden birisi de Tekin Erer'dir.

'Kızıl Tehlike' aslında beş yüz sayfalık bir kitap ama, tam bin üç yüz kırk altı kez, kitabın değişik yerlerine serpiştirilmiş ''Atatürk, komünistler görüldüğü her yerde ezilmelidir demişti'' ve Nazım Hikmet'in söylediği iddia edilen ''Benim asıl vatanım Rusya'dır, beni Allah değil Stalin yarattı'' cümlelerini çıkarttığınızdaysa otomatik olarak üç yüz yirmi dört sayfaya düşüyor.

Bu kitapta kendisine sıkça yer bulan ve Atatürk'ün sarfettiği iddia edilen '' Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde ezilmelidir.'' sözü ise zaten enbaşından tartışmalı bir konudur.

O yüzden, önce bu konuda bir açıklama yapıp ancak ondan sonra kitabı tanıtmaya başlamak daha doğru olur diye düşünüyorum.

Atatürk'e atfedilen bu cümleyi ilk kez 1964 yılında Adalet Partisi Senatörü Fethi Tevetoğlu, Toprak dergisinde kullanmıştır ancak Çetin Altan (Evet evet bildiğimiz Çetin Altan, 1965-1969 yılları arası İşçi Partisi'nden milletvekilliği de yapan gazeteci yazar) ''Bu işte başka bir iş var'' diyerek Atatürk'ün el yazısı olduğu öne sürülen yazıyı İsveç'teki kaligrafi uzmanlarına göndermiş ve yapılan inceleme sonucunda da yazının Atatürk'e ait olmadığı belirlenmiştir.

Bunun üzerine de Çetin Altan yazıyı yazan kişiyi mahkemeye vermiş ve mahkeme de Altan'ı haklı bulmuştur. Yine de yazının orjinalinin kendisinde olduğunu söyleyerek sözünden dönmeyen Münir Hayri Egeli ise konuyu Avrupa mahkemelerine taşımış ancak orada da boyunun ölçüsünü alınca, artık başka yol bulamayıp ''Evet cam üzerinden ben yazdım'' diyerek itirafta bulunmuştur.

İşte bu sözü kendisine 'motto' edinen Tekin Erer kitabının önsözünde, ''Türkiye'de komünizm ile ilk ciddi ve müsbet savaş bu kitaptaki yazılarla başlamıştır'' diyecek kadar da konusunda iddialıdır ama dayanağı, sahte olduğu defalarca kanıtlanmış bir belgeden öteye gidememektedir.

1960'lı yılların başlarında ve ortalarında Son Havadis'te Erer'in köşesinde yeralan fıkraların bulunduğu kitap, baştan sona deyim yerinde ise saplantılı bir ruh hali içerisinde komünizme, hadi onu geçtik Ruslar'a sövgülerle, Amerikalılara ise övgülerle doludur.

Yani insan komşusuna böyle sabah akşam küfür etse ve sonra da sokakta tesadüfen karşılaşsalar, kafasını kaldırıp da yüzüne bile bakamaz, o derece yani...

Tamam, tarihte adamlarla az savaş etmemişiz sonra da Stalin, Kruşçev falan bizi bayağı bir kafaya takıp, sıcak deniz, Kars, Ardahan derken topraklarımıza göz dikmişler. Rejim ihracı yapmak için, içeriden mümessiller ayarlamaya çalışıyor ve 'Bizim Radyo' da Şostakoviç çalıp, Dostoyevski'den 'arkası yarın' türü programlar için kurulmamış ama, küfürün de hakaretin de bir sınırı olmalı değil mi?

Bir de bu nasıl milliyetçiliktir? Bizim Radyo'yu dinleyen beş dakikada dinden imandan çıkacak durumda ise, keşke Ruslardan bu kadar korkacağımıza biraz Milli Eğitim'e önem verseymişiz. Bu kadar mı altyapısı çürük bir zemindeymiş ki vatandaşlarımız da hemen iki dakikalık bir sohbet neticesinde komünist olabileceklermiş?

Erer Ruslara o kadar düşmandır ki, İkinci Dünya Savaşı'nda Almanları perperişan edip yenmelerini bile Amerikalıların Alman Ordusunun arkasına bombalar yağdırıp ikmal yollarını sekteye uğratmasının bir sonucu olarak yazar bir çok kez.

Bu yazılanları okuyup da anlayabilen bir Rus, herhalde kendisine okkalı bir küfür savururdu. Adamlar yirmi milyon insanını kaybetmişler. Kimisi cephede kimisi de cephe gerisinde açlıktan ölmüş. Dört beş yıl sadece silah hem de ağır silah yapımına ömürlerini feda etmişler, o soğuklarda bazı şehirlerin savunmalarında açlıktan ölmüş çocuklarını yemişler ve tüm bunlara rağmen sırf 'Komünizm kötüdür, en büyük Amerikalılar'' diyebilmek için bir aklı evvel çıkıp tarihi kökünden değiştirmeye çalışacak...

Hezarfen Ahmet Çelebi'nin soyundan geldiğimiz için uçmaya meyilli insanlar olabiliriz ama tabi bunun da bir sınırı olmalı. Yani kalkar Galata Kulesi'nden Doğancılar'a uçmayı denersin de, kanat takıp haftasonu bir Bodrum yapayım demezsin, dememen gerekir.

''Biz yurtta sulh cihanda sulh diyoruz ama'' dedikten sonra devamında ''Olması muhtemel bulunmayan bir harp faraza zuhur etse, Türk ordularının Rus orduları karşısında zafer kazanacağından zerre kadar şüphem yoktur. Hem de hiç bir yerden yardım ve kuvvet almadan.''

Sizce de bu biraz fazla uçuk bir cümle gibi gelmiyor mu?

Nedense bu yazıyı yazan kişinin İstanbul'dan hem de iki dönem üstüste milletvekili seçildiğini öğrendikten sonra, 1950-1960 yılları arasında Galata Köprüsü de dahil bir çok yeri Anadolu'dan tarlasını, evini satıp İstanbul'a gelmiş garibanlara 'okutan' Sülün Osman'ın maceralarına artık o kadar da şaşırmıyorum.

Rusların bir sıkımlık canı olduğunu söyleyen birisini iki dönem milletvekili seçiyorsan, sadece uzaktan gördüğü Galata Köprüsü'nü ''Gişeni kurar gelene geçene de bilet kesersin'' diyen bir dolandırıcıdan satın alması da gayet doğalmış gibi gelmeye başlıyor.

Avrupa'nın tamamını eline geçirmiş, artık kimse durduramaz denen Almanların, zamanın son derece ileri teknolojisi ile donanımlı ordularını yoketmiş ve bir de uzay çalışmalarında da dünya çevresinde turlamaya başlayan bir ülkenin ordusunu hem de kimseden yardım almadan yenebilirmişiz...

Hayır madem uçuyorsun bari hemen ardından ''Yerli komünistler bizi Nato'dan çıkartmak için ellerinden geleni yapıyorlar, komünizm tehlikesinin olmadığına herkesi ikna etmeye çalışıyorlar, sakın inanmayın'' diyerek ne kadar korktuğunu belli etmesen de biraz inandırıcı olabilsen...

Bazen içinizden gelen gülme hissini, ''Bu yazıları kimbilir kimler okuyup da ne maceralara kalkışmışlardır acaba?'' diye düşündükçe bastırmak daha da zorlaşıyor. Ama yine de ''Türk ordusuna güveniniz. İçimizde nice Mehmet Paşalar vardır. Hem şimdiki Mehmet Paşalar, Katerina'nın entrikalarına aldanmayacak kadar tecrübelidir'' cümlesinin ardından ''Adam sende'' deyip makaraları koyvermemek de olmuyor.

''Şimdi Halk Partililer tarafından kırılmasına bakmayın, altı okun en uzununun adı Milliyetçilik'tir'' diye yazar.

Kısaltarak yazdığı partinin adı Cumhuriyet Halk Partisi ve altı okun birincisi ve en uzunu da aslında Cumhuriyetçilik'tir.

Milliyetçilik 13, Cumhuriyetçilik ise 15 harftir. Hayır gerçekten de çocukça ve saçma sapan şeyler ama, madem yazıyorsun kendini bu kadar kolay yakalatma bari değil mi?

İlk başlarda komünistleri ordu ile korkutmaya çalışan milliyetçiler; daha sonra ordu laiklikten yana tavrını açıkça ortaya koyunca, bu sefer de onları kolayca 'tu kaka' yapıverirler.

Erer kimi yazılarında da, bir de üstelik Atatürk sevgisini de sözde belirtmesine rağmen, Atatürk heykellerine yurdun çeşitli yerlerinde yapılan tecavüzleri küçük göstermeye çalışarak, ''Aman canım bir kaç delinin işi ne olacak?'' demeye getirir.

Atatürk'ün adını kullanıp düzmece ve sahtekarca hazırlanmış belgelerle komünistlere laf sokan, Atatürk'ün Bursa Nutku'nu reddedip sanki böyle bir olay olmamış gibi göstermek derken, işi iyiden iyice çarpıtmaya başlar.

Ne demek istediğimin daha iyi anlaşılabilmesi için şimdi Tekin Erer'in bir yazısını buraya aynen alıyorum. Birileri Atatürk heykellerine saldırmış ve kırmışlardır, bunun üzerine halk da ciddi tepki koyup sokaklara dökülüp faillerin bulunmasını isteyince, Erer bakın bunu neye benzetir:

''Bugün Türkiye'de Atatürk heykellerine yapılan tecavüzlere karşı duyulan reaksiyonla, iki bin yıl evvel kendi elleriyle yaptıkları putları Allah olarak görenlerin, bunlara yapılan bir tecavüz karşısında duydukları reaksiyon aynıdır.''

'Cahil Kimdir?' başlıklı makalesinde bu sefer de Lenin'e sövüp sayar. Ağabeyinin Çar'a yapılan suikast zanlısı olarak tutuklanıp yargılandıktan sonra idam edilmesinin Lenin'i kinle doldurduğunu ve bu yüzden de düşmanlığının arttığı Rus milletini birbirine kırdırmak için, kardeşi kardeşe vurdurmak ve içindeki intikam ateşini söndürmek istediğini yazar.

''Onda insanları öldürmek hem de kütle halinde öldürmek bir hastalık haline gelir'' der. ''Hedefi kendi milletini kana bulamak olan Lenin, Rus ihtilalinde bu arzusunu doya doya yerine getirmiş.''

O zamanki 'en meşhur' anti komünist olan ve herkesin başucu kitabı 7. Koğuş'un da yazarı Valeriy Yakovleviç Tarsis'in adı geçen kitabından bol alıntılarla, komünist sistemi kötülemeye devam eden Erer, Nazım Hikmet'in de kimi yerlerde şair tarafını övse bile Polonya vatandaşlığına geçişini ve Verzansky soyadını alışını öne sürerek memleketteki tüm komünistleri 'Verzanskiler' diyerek damgalamaya çalışır.

Direkt komünizm karşıtlığı ile kalsa ancak 'başarısız bir ideolog' olarak hatırlanabilecek Erer, işi Rus düşmanlığına da döker. Sürekli olarak Sovyetler Birliği'ndeki Türk kökenlilere yapılan zulmün Rusların işi olduğunu ve 'bizimkiler'in bu mezalimden kurtulur kurtulmaz anavatana koşacaklarını söylese de, komünizmin Rusya'da yıkılışından bugüne yirmi beş yıl geçmesine karşın dediklerinin hiçbirisi çıkmaz.

İngiliz'i, Fransız'ı, Amerikalıyı dost belleyen Erer, Rus'u Türk'ün tek ve gerçek düşmanı olarak gösterir. Ruslar 2. Dünya Savaşı'nda onca insanlarını kaybetmelerine rağmen Almanları değil de 'faşistleri' yendik derlerken, Erer'in bir sistem yerine, tarihi çok eskilere dayanan bir ulusa kafayı böylesine takmış olması da milliyetçilik falan değil alenen kafatasçılık olsa gerekir.

İkinci Dünya Savaşı'nda iki kutbu birden aynı anda idare eden bir politika ile ülkeyi savaşa sokmaktan ve böylece bir yıkımdan kurtaran İsmet İnönü'yü ise, o kadar açıktan açığa hakaretlerle anar ki, bugünkü mahkemeler olsa sanırım kendisinin verilen cezalardan belini doğrultamaması gerekirdi. Muhtemelen milletvekili dokunulmazlığı, bunda etkili olsa gerekir.

Uzun uzun komünistlere karşı nasıl savaşılması gerektiğini anlatır ama, onlar yapınca kötü olan her şeyi kendi yandaşlarına önererek de yine bir gülme krizi(!)'ne sokar okurları.

Öztürkçeciler'e de düşmandır. ''Dilimizi bozdular, ormanlarımıza dadanan zararlı dağ keçilerinden önce bunlardan kurtulmalıyız'' der. ''Geçenlerde bir genç -Benim kanım böyle değil- dedi. Birdenbire bir kan hastalığına uğradığını sandım, meğer kanaati başka türlüymüş şeklinde yazar, 17 Mart 1965 tarihli Son Havadis gazetesindeki köşesinde 'Dilimizi Katledenler' başlığı altında ama yine aynı köşede yaklaşık iki ay önce kendi yazdığı 23 Ocak 1965 tarihli 'Zenginin malını çalmak' başlıklı fıkrasında ''Eğer Anadolu müslümansa dinine bağlı ise böyle bir kanının olmaması lazım'' dediğini de unutur nedense.


Sonra, Türk komünistlerinin kendisine getirdiği, ''Ruslar aya gitmiş sen hala adamları beğenmiyorsun'' eleştirilerine karşılık ise, ''İsviçre, Hollanda, Belçika, İsveç gibi demokrasi ile idare edilen memleketlerde millet fezaya gitmek, aya gitmek gibi işlerle uğraşmıyor'' şeklinde yanıtlar verir.

Yani ''Bırakın teknoloji ile falan uğraşmayı, huzurlu, mutlu olun, kendinizi dine verin, atalarınızla övünün gerisi hikaye'' demeye getirir.

Israrlı bir şekilde Cumhuriyet Halk Partisi ya da CHP yerine, 'CH Partisi' diye yazarak günümüzdeki AK Parti mi, AKP mi? tartışmasının bir benzerinin de temellerini atar o günlerde.

Emekçilere komünizmi kötü göstermek için verdiği örneğe ise hayran olmamak olası değildir. ''Emekçi kardeş, şimdi sen istersen işinden arta kalan boş saatlerinde kudretine göre limon, portakal öteberi satabilirsin. Şansın yardım ederse işini büyütür, esnaf olur, tüccar olur, kazanır meslek sahibi de olabilirsin, ama komünizm öyle midir, orada bunların hiçbirini bulamazsın...''

Bana şimdi, bunca yıl komünizme ve Ruslara düşman olarak yetiştirilmiş bir toplumun yurttaşları olarak binlerce insanımızın eski Sovyet topraklarında iş güç sahibi olması ya da para kazanmaya çalışmaları çok ilginç geliyor.

Geçmişte karşılıklı olarak biriktirilmiş düşmanlığı, ekilmiş kin ve nefret tohumlarını kurutabilmek için acaba kaç yıl geçmesi ve neler yapılması gerekecek bunları düşünüyorum.

Son olarak da, ilginç bir 'öykü' ile kitap eleştirimi noktalayayım.

Erer'in 21 Nisan 1965 tarihli Son Havadis gazetesindeki köşesinde yayınlanmış 'Güventürk Paşa'nın Kitabı' makalesine bakalım.

27 Mayıs'tan sonra Kayseri'deki Doğu Menzil Komutanlığı görevinde de bulunan Orgeneral Faruk Güventürk, 'Komünizm ve Maskeler' isminde bir de kitap yazar. Son Havadis gazetesi yazarı Tekin Erer ile diyaloglarında da kendisinin komünist olduğu yönünde solcuların bir söylenti yaydıklarını ancak bu durumdan kendisinin çok rahatsız olduğunu belirtir.

Tekin Erer de askerleri komünizm karşısında en büyük 'silah' olarak gördüğünden, komutanları sürekli olarak kışkırtmakla meşguldür. Ordu mensubu subay ve astsubayların kendi yazılarını okuyup şahsi ziyaretlerinde tebrik ettiklerini, bazı üst düzey komutanların da mektuplar yazdıklarını anlatır.

Sözü epey bir dolaştırdıktan sonra da, ''Vakıa komünistler her tarafa sızdıkları gibi, güve misali ordu içine de girmeye çalışmışlardır. Hatta Kuleli Askeri Lisesi gibi okullarda öğretmenler elde ederek müstakbel subaylarımızı zehirlemekle vazifeli Yüzbaşı Abdülkadir Demirkan gibi uşaklar bulmuşlardır. Fakat topyekün Türk Ordusu demek, kale gibi komünizmin karşısında olmak demektir.'' diye yazar.

13 Mayıs 1919 doğumlu Abdülkadir Demirkan, 1951 yılında siyasi eylemleri nedeniyle tutuklanmış ve 9 yıl ceza almış ancak, yedinci yılın sonunda koşullu olarak serbest bırakılmıştır. 1950'li yılların sonunda hapishaneden çıktıktan sonra da mahkeme kararı ile ismini Abdülkadir Pirhasan olarak değiştirmiştir.

Bu kişi oyuncu Deniz Türkali ve yönetmen Barış Pirhasan'ın babası, şarkıcı Zeynep Casalini'nin de dedesi olan edebiyatçı, senarist ve yönetmen Vedat Türkali'dir.

 

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..