Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Haziran '07

 
Kategori
Günübirlik Turlar
 

Kızılağaç (Pağnık)

Kızılağaç (Pağnık)
 

Mevsim kıştı. Ocak ayının sonlarıydı. Elimdeki portakal diliminden süzülen bir damla su, “Ben Seyhan’ın bir damlasıyım” dedi. “Ama ben bu muyum, ben su muyum sadece? Doğduğum yerleri görseydin anlardın beni, Seyhan’ı”…

Toroslar’ın karlı zirvelerinden ve daha ötelerden doğup Akdeniz’e dökülen 560 kilometrelik bir akarsudur Seyhan. Çukurova’nın başlıca akarsularından biridir. Okul kitaplarında, ansiklopedilerde, elektronik veya basılı haritalarda üstüne altı harflik “Seyhan” sözcüğü iliştirilmiş bir ırmaktır. Yer yer düz, yer yer kıvrımlı akan; tıpkı ağaç gibi kolları, dalları olan mavi bir çizgidir coğrafya kaynaklarında. Bilgi Çağı’nın çocuklarına göre Google Earth’de, kahverengi Toros Dağları’ndan başlayan ve yeşil renkli Çukurova’yı geçip Tarsus sahillerinde mavi Akdeniz’le buluşan bir ırmaktır. Onu en çok Adanalılar tanır. Ama ne kadar? Seyhan, Adana kentinin kuzeyinde, Adnan Menderes Bulvarı boyunca uzanan ve kenarındaki yeşil alanlarda piknik yapılan bir gölün adıdır. Sonra, gölün güneyinde kentin doğusunu ve batısını birleştiren bir trafik yolu, “set” diye bilinen baraj duvarının altından geçerek elektrik üreten santral; kent içinde sağa ve sola giden sulama kanalları; Girne Köprüsü’nün, Taş Köprü’nün ve Regülatör Köprü’nün altından süzülüp kenti terk ederek ovaya doğru akıp giden bir ırmaktır. Hepsi bu! Ne çoğu kimse nerede başladığını bilir, ne de nerede denize ulaştığını? Yıllarca Adana’daydım ve yediğim portakal diliminden damlayan su, içime keşif arzusu düşüren soruyu bugün soruyordu. Portakal dilimindeki suyun davetine uydum. Seyhan’ın doğduğu bir yerleri görmeye karar verdim.

Kozan’dan sonra Horzum Yaylası’nı, Çulluuşağı’nı geçip Feke’ye varmak üzereyken anlamaya başladım Seyhan’ın ne demek istediğini. Adana’nın kendi halinde ilçelerinden biri olan Feke’de, Saimbeyli Çayı ve Feke Çayı denilen iki Seyhan kolunun coşkulu birleşmesine tanık oldum. Saimbeyli Çayı denen kolunu izlemeye devam ederek Saimbeyli-Tufanbeyli yolunda Tirtat’a ulaştığımızda Kızıldağ 19 km yazılı tabelanın gösterdiği yöne, sola ve kuzeye dönüp ilerledik.

Bol dönemeçli yollarda fosil yakıtların atık gazının kısırlaştırdığı cılız bir dere boyunca, kıvrılarak sürekli yükselen yol boyunca kızılçam ağaçlarının her şeklini, her biçimini seyretmekten yorulup kulaklarımız uğuldamaya başladığı anda 1358 metrelik bir geçide ulaşmıştık. İnsanı kartal yapıp uçurtacak gibi bir manzaraydı bu.

Başkaları da vardı orada. Dadaloğlu’nu iplik iplik süt beyazı sevgilisiyle iri bir kızılçamın altında sohbet ederken gördük. Kır atını birkaç dakikalığına ödünç istemek geçti içimizden. Öyle yaptık ta… Aladağlar’ın karlı doruklarına doğru ilerlerken bir köy kahvehanesinde sazı kucağında, gözü Elif’in gözünde çalıp söylüyordu Karacaoğlan:

Çukurova bayramlığın giyerken
Çıplaklığın üzerinden soyarken
Şubat ayı kış yelini kovarken
Cennet desem sana yakışır, dağlar

Dağ beyazının bir ay sonra suya; suyun yeşile, ala, sarıya, mora, kızıla dönüşeceğini biliyordu besbelli. Kış yelinin bahar meltemine döndüğü o vakitte Çukurova’nın böceğe, çiçeğe, ekmeğe, şölene dönüşeceğini müjdeliyordu. Karacaoğlan’ı dinlerken dakikalar geçmişti bile. Dadaloğlu “Atımı getirin! Seferim vardır padişahın fermanını getirenlere” deyince onlara veda edip portakal suyunun doğduğu yere ulaşmak üzere devam ettik yolumuza.

Yarım saat kadar sonra mavi pastasını beyaz krema köpüklerle süsleyip akan dere ve yol kenarındaki birkaç köy evi hedefe yaklaştığımızı söylüyordu. Birkaç yüz metre sonra karşı yamaçlarda beyaz badanalı, çinko saç damlı, ahşap karkaslı, taş dolgu duvarlı evleriyle Kızılağaç’ı gördük. Yaşlı bir köy değirmeni ve yanı başında genç bir alabalık çiftliği karşıladı bizi. Rehber mühendis arkadaşımız “Bu Feke Çayı’na akan Pağnık Deresi’dir. Bu dere, Seyhan’ı besleyen en önemli su kaynaklarından biri olup debisi binikiyüz litredir” diye coğrafya dersine başlayınca dersi kırıp kaçtım.

Önce dereye, derenin yukarısında köye ve oradan Toroslar’ın karlı yamaçlarında gezindirmeye başladım gözlerimi. Köy evlerinin etrafında kalem gibi uzanan kavak ağaçlarının çıplak beyaz gövdeleri ve incecik dalları kış güneşinin fersiz ışığında tüyden yapılmış iri süpürgeler gibi görünüyordu. Köyün hemen yukarısındaki kızılçam ormanı, daha yukarılarda sadece karlar ve kayalıklar kaplı beyaz zirveleriyle yol vermez gözüken dağlar uzanıyordu. Sırtlarındaki göknar veya sedir şekilli siluetler bulutlara dokunuyor gibi gözüküyorlardı. Dağların seyri doyumsuzdu ama ben buraya portakalın daveti üzerine gelmiştim. Bir an önce Seyhan’ın kaynaklarından birini görmek sabırsızlığındaydım.

Ayaklarıma uydum, suyun kaynağına gitmek için Kuzeydoğu yönünde yürümeye başladım. Gölgelik yerlerde ince kar tabakasıyla örtülü toprak yol boyunca ilerleyip Pağnık’ın kenarına indim. Suyun her iki yanına dizilmiş çınar ağaçları ve onların aralarına serpilmiş kızılağaçların kardeşliği insanlığa mesaj veriyordu sanki. Ve Pağnık’a neden kızılağaç dendiğini de anladım. Karadeniz’in hemen deniz kenarındaki sahillerinden başlayıp iğne yapraklı ormanların başladığı yerlere kadar yetişir bu ağaçlar. Kıyı şeridinin bu arsız ağaçlarını iyi tanırım çocukluğumdan beri. Ama burada, neredeyse bin kilometre güneyde, Toros’lardaki bu vadiye göçmüş kızılağaçları görünce memleket özlemim depreşti biraz.

İlerledikçe, Pağnık kâh durgun, kâh coşkulu akıyordu. Kimi yerde muzipleşip ikiye bölünüyor, sağa ve sola ayrılan kolları yirmi, otuz metre sonra tekrar birleşiyorlardı. Bir kilometre ilerideki dönemeçten sonra köy görünmez olunca sesi, neşesi daha da artmaya başladı Pağnık’ın. Ve nihayet her iki yandan irili ufaklı onlarca kaynağın fışkırıp beş, on metrelik bir yükseklikten minik çağlayanlar oluşturdukları bir cennetteydim. Ne güzel, ne görsel bir gösteriydi! Sanki yeşil yosunlarla örtülü kayaların derinliklerinden köpükler fışkırıyordu. Taş ve toprak su olup akıyor; kül-kahve dallarıyla mavi göğe uzanan çınarlar arasından çağlayarak coşuyorlardı. İşte burası yediğim portakala can taşıyan Seyhan’ın doğduğu yerlerden biri, Atöldüyü Pınarı’ydı.

- Atöldüyü mü?
- Evet!
- Neden? Atlar mı ölmüş burada?
-…


Bir şeyler olmalıydı burada. Ama bilen kimse yoktu. Belki, Avşar elleri göç edip ağır ağır ilerlerken, uzakları yakın eden, yüce dağlardan yollar aşıran Arap atlarından biri son adımlarını burada atmıştı. Belki de, göçmekten yorulmuş dağ sevdalısı bir Avşar’ın bedeni “su” deyip kana kana içtikten sonra son nefesini solumuştu dağlar arasındaki bu pınarın başında. Adı ister atöldüyü olsun ister atın şahlanışı, ne fark eder? O temizlik ve saydamlığın, coşkunun ve bolluğun simgesi yapılabilecek bir güzellikti.

Daracık bir vadi boyunca yürümeye devam ediyorum. Ağaçlar kış uykusunda, bir pınar coşkulu bir de ben. Bir de yukarılardan Atöldüyü Pınarı’yla buluşmak üzere akan başka bir dere… Yürümek, onun da adsız kaynağına ulaşmak geçiyor içimden. Keçi sürülerinin ayak izleri harita gibi yol gösteriyor bana. Ancak, hava soğuyor ve güneş batmak üzere olduğundan geriye dönmek zorundayım.

Dönüş yolunda bir sağımda akan Pağnık’a, bir solumda yükselen vadi yamaçlarına göz atıyorum. Yamaçlardaki çok dallı dev ceviz ağaçları, yabani armutlar, bodur meşe ve alıçların yalnızlığı ile küçük tarlaların çınarlar, kızılağaçlar ve kavaklarla çevrili çıplak toprağının sessizliği varlıklaşıyor sanki. Pağnık vadisinin dar tabanı boyunca uzanan bu küçücük tarlaların hemen ardındaki kayaların yarıkları arasından boyveren ardıç ağaçlarına dokunuyor, yalçın kayalıkları taçlandıran kartal gagası biçimli taşlara ve yükseklerdeki çamlara bakınıyorum.

Köy girişinde, yıkık dökük taş duvarlarına yaşlılık sinmiş su değirmeni hüzünlü bir yorgunlukla karşılıyor gelenleri. Hala ayakta kalmaya çalışsa da artık su görmeyen bozuk çarkları, dönmeyen taşları modern çağa yenilginin izlerini taşıyor. Kendini yapan ustayı ve kim bilir kaç sahibini başka diyarlara uğurladığı gibi bir son bekliyordu kendisini de. Sonunu bilmesine karşın mutlu yine de. Un tozlarıyla bulaşık tahta kapısını araladığımda “Neler gördüm? Neler yaşadım ben? Ah bilsen!” der gibi gıcırdadı. Yıllarca dönmeye alışmış, buğdayın esmer harını beyaz una dönüştüren öğütme taşları tavandan süzülen loş ışığın altında kocamışlık uykusuna dalmışçasına hareketsiz duruyorlardı. Bir şeyler konuşmaya çalışsalar da tek bir sözcük bile çıkaramayacak kadar halsizdiler. Kapı kenarındaki şöminenin taşlarına yapışmış anıların her bir sözcüğü, her bir anı katranlaşmış islerle örtülüydü.

Kızılağaç’ı ve Pağnık’ını gerilerde bırakıp Adana’ya dönüş yolculuğuna başladığımızda ırmakların da ruhu olduğunu düşünüyordum. Seyhan’ın renklerinin üzerinden aktığı taşlara, üstünden düştüğü kayalara, kenarındaki ağaçlara, arasından geçtiği dağlara, suyuna düşen ışığın saatine ve dahi bakan insanın gözüne ve duygularına göre değiştiğini keşfetmiştik. Seyhan’ı diğer Adanalılardan daha fazla tanıyorduk artık. Adana kentinden geçerken parlayan sularının Pağnık’tan gelenlerini seçebilecek kadar. Portakal suyunun suyudur Seyhan. Her gördüğümüzde sevinci ve mutluluğu paylaşıyoruz Seyhan’la.

Esen kalın.

Not: Kızılağaç'ı gezinmek isterseniz, galerilerimden Kızılağaç (Pağnık)'a ulaşabilirsiniz.

 
Toplam blog
: 32
: 2489
Kayıt tarihi
: 23.05.07
 
 

çevre ve ekosisteme gönül vermiş, doğada dolaşan, doğayı seven ve doğanın dilini öğrenen ..