Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ekim '13

 
Kategori
Mizah
 

KOÇ (Bir bayram hikayesi)

KOÇ (Bir bayram hikayesi)
 

                                   

                                                  

 

Karakış, kazma da yaktırır, kürek de. Kar yağdı mı, toprak damlı evlerin tepesine kadar yükseldiği  de olmuştur.  Kapı ve pencereler kapalı iken o tek gözlü evde insanlar ne yapar? Tandır çukuruna ayaklarını sallarlar yan yana oturarak. Birer halka olurlar tandırın çevresinde. Ellerinde bazlama, üzerinde kaymaklı yoğurt. Gözler endişe ile tavana dikilidir. Kar, ya bu deliği tıkarsa?! Kış gelende, Şemo ailesi hep böyle düşünürdü, herkesler gibi.

Tek gözlü evin damı, topraktı. Tavana bir delik açtın mı, gökyüzünü görürdünüz. İçeri, dam başından girer, içerdeki seyyar merdivenle de dışarı çakabilirdiniz. Tepedeki delik, hem baca, hem de aydınlanma içindi. Evin  ocağının, bacasız deliğiydi o aynı zamanda.

Havva kadın, tandırın başına çocuklarını sıralamış, dizlerine örtü yaymış ki, tandırın sıcaklığı uçup gitmesin diye. Ellerine de yoğurtlu bazlama vermiş. Kendisi de kara ocağın başına bir şilte sermiş, boyuna kirmanını döndürüyor, hırkası için yün eğiriyordu. Bu dağ başında, kocasıyle yaşlanıp, bu  günlere gelmişti. Yine de sarımsak sapı gibi dipdiri kadındı bu Havva kadın

Evin erkeği Şemo, gözlerini tavana dikmiş. Gözünü delikten ayıramıyordu. ‘ Ya burayı da aşarsa kar diye’ endişeli endişeli, tabakasındaki tütünü kağıda koyup, dili ile ıslata ıslata sarıyor, öksürüklü sesi ile de söyleniyordu: ‘ Bu kış, ocağımızı söndürecek Havva kadın!  Gara dağlar gar altında galanda, biz gülmezek’’ Karısı da tasdikliyordu: ‘ He ya, gülmezek!’

Tabi gülmezlerdi. Her şeyden önce yaşlılık ve de çekilen çile… İşte bu ikisi, yaşam yolunda banka hesabı gibidir. Yaşam yolunda yatırdıklarını, daha sonra çekersin. Aha şimdi çektikleri gibi. Umut fakirin ekmeğiydi sonunda. ’Ye Memet ye’ diye boşuna dememişlerdi.

Bu tek gözlü evin, sokak kapısından ayrı, bir kapısı daha vardı. İçeriden, bitişik ahıra açılırdı. Kapı hep açıktı. Hayvanların sıcaklığı, gübreleriyle  ısıtırdı odayı. Ahırın dışa açılan kapısı, kardan duvardı.

Kasabanın dağları arasına sıkışıp kalmış buranın insanları, birbirlerinin damlarını çiğneyerek, bu delikleri arar, ziyaretlerini buradan yaparlardı aile boyu. Her bir deliğin yanı başında, değneklerin ucunda, çuldan, çaputtan işaretler sallanırdı ki, kimin evidir, belli olsun diye. Posta kızaklarında, üzeri ‘Posta’ yazılı kırmızı bayraklar gibi.

‘Gara dağlar gar altında galanda, biz gülmezek!’Zaten kimse gülmezdi. Bütün kış, konuşulanlar bunlar olurdu. Düz, toprak damlı evlerin tavanındaki delik, göğe açılırdı camlı bir çerçeve kanadı ile. Oradan hava gelirdi. Oradan insanlar girer çıkardı, oradan gökyüzü seyredilirdi, oradan ışık alırlardı.Yanan ocağın, tandırın isi pası o delikten çıkar giderdi. O deliğe baka baka da  gözler tavana dikili, vaziyette uykuya dalınırdı.

Şemo’lar, bir koç yollamışlardı İstanbul’daki emmi’lerine. Onlar da, bu dağ kasabasından  kopmaydılar. Hayatlarını kurtarmışlardı bir bakıma. Seyyar postacısı evin deliğinden bir kağıt atıp gitmişti.: ‘Ula Şemo, İstanbul’dan hayırlı bir havadis var’ diyerek  Evin küçük oğlu Silo, koşup almıştı  telgrafı. İstanbul’dan, emmileri yazmış: ‘ ‘Kurbanlık koçunuzu aldık, sizleri  de bekleriz. ’ diyerek. İstanbul’ dakiler, yıllar var ki, köyden kopmuşlardı. Kaçakçılıktan  da köşeyi dönmüşlerdi. Ama, buradaki emmioğulları bunu bilmiyordu. Memleket hasreti giderip, biraz da hoş vakit geçirmekti onların maksatları. Hediye koçtan da  memnundular.

Aile, birbirine sarılmış, birlikte zıplayarak dönüyorlardı :

Ula bu emmimiz gibisi yohtur!’

‘ He ya, yohtur!’

‘ Ula bizi İstanbola çagirir hele bi bak!’

‘ Ula İstanbula getsek, gayboluruz, nasıl gavuşuruz onlara, hı?!

‘ Ula ula ne yapak, ne idek de gidek. Bak, goçumuzu almışlar çok memnun galmışlar.’

‘ Hey a!.. Onlarda bir de  Noel diye birisi varmış.

‘ Galabalık olacağız disenize!

‘He ya! Galaba olacağız.Havva Kadın, Şemo’ya sordu, çekine çekine:

‘ He gurban. Sen bu Noel begi tanir misen?

‘Yoh! Tanimirem.!

‘ Ona da bi hediye götürelim, ayıp olur, derim.

‘He ya, ayıp olur!

Şemo’lar;  hazırladıkları koçu, allayıp, pullayıp, kuyruğuna da kınalar yakıp postaneye götürmüş, telgraf memuru Naim’e teslim etmişlerdi. Nerden duymuşlarsa duymuşlar, tel havalesi ile koçlarının İstanbul’a yollanmasını istiyorlardı Adres de verip, ‘He ya gurban, bu goç, sana emanettir ha! Yerine arızasız  ulaştırasız ha!, Emmimiz çok sevinecektir ha! diye diye de sıkı tembih vurmuşlardı…

İyi de, postahaneden, tel havalesi ile koç mu gönderilirmiş! Nereden, kimden duymuşlardır? Kim işletmiş bu garibanları?  ‘Kaç para tutarsa, telin parasını veririz’ diye de işi ‘muhkem’ tutmuşlardı.

Postane telgrafçısı, kış geceleri makinelerinin başında çene çalmayı severler. Yoksa vakitler geçmez. Bu dağ başının Telgrafçısı Naim, yeni bir konu çıktı diye, İstanbul’daki telgrafçı arkadaşlarına, ‘Boyu posu şu boyda. Boynuzları iri iri, sürme gözlü, gaşları, gazan gulpu gibi gara  bir koç satın alıp, şu adrese teslim edin’ demişti önceden.

Merdiven altına bağladıkları Şemo’nun koçunu da satıp,  parasını da İstanbul’daki telgrafçı arkadaşına yollamıştı. İşte o para ile koç satın alınıp, emmilerinin adreslerine  ulaştırılmıştı.

Emmisinin, bu yüzden, ‘Kurbanlık koçunuzu aldık, sizleri de bekleriz İstanbul’a deyişleri de  bundandı. Şişe tıpayı, şarap kupayı, eşek sopayı nasıl severse, bunlar da böylesine sevinmişlerdi. Birlikte,

Eşek eşeği ‘Ödünç’ kaşıdığı şu çağımızda, özveri isteyen böylesi bir kurgunun zahmetine ‘Şamata olsun’ diye katlanmak, pes doğrusu! Ve böylesi şamatalar, o devirlerde böyle yürütülüyordu zahir… Kış günleri aylarca yol kapanır kalır. İn yok, cin yok ne işle uğraşacaksın? Bu tür hikayeler, kanı kaynatırdı. Günlerce her telgrafhaneden bir diğerine yayılır ha, yayılırdı...Anlatıla anlatıla bitirilemezdi.

Hepsi birer birer çıktılar evlerinin deliğinden. Şemo ailesi, dam başına dizildiler Nazilli destileri gibi. Karar verilmişti, gidilecekti İstanbul’a. Koskoca koç nasıl gitmişti tel havalesiyle? Onlarda aynı usulle, tel havalesiyle gideceklerdi elbet. Gidip bunu, o memura söyleyeceklerdi.  Onlar da gidecekti çaresiz. Başka lamı, cimi yoktu.  Şemo önde, karısı Havva arkada, daha sonra büyük oğlu Ahmo ve diğeri Silo  posta hanenin yolunu tuttular. Silo’nun elindeki heybede, Noel Beyin hediyesi de vardı. Gelip o memurun karşısına dikildiler.

Şemo, sözü aldı: ‘Emmilerim, goçumuzu almışlardır memur begim. Noel Beyle  bir olmuşlar, bizi de çagırirler. Elinize  sağlık. Goçumuzu sağ salim varmıştır yerlerine ‘Tel havalesiyle bizi de yollayın gurban’ dedi ve ekledi: Emmimiz İstanbul’dan, yolumuzu gözler, daha da bekletmeyek. Noel Beyimize de ayıp olmasın!

Memur içinden. ‘Şimdi işler çatallaştı’ diye düşündü, amma makul bir çare aradı. Bir müddet  gözleri tavanda gezindi. Onlar da başlarını kaldırıp, tavana bakmağa başladılar, ama bir şey göremediler.. Şemo’lar, bu kısa sessizlikten çok umutlandılar. İşleri olacaktı herhal. Baksana, ‘memur hâl çaresi arıyor’ diye içlerinden geçirdi her biri.

Sükuneti memur bozdu. Top gibi gürledi bir anda: ‘ Olmaz!’ diye. Şemo’nun yüzü, allak bullak oldu. Hiç ümidini kırmamıştı. Anlı şanlı koskoca  koç, nasıl  yollanmıştı?  ‘Tel havalesi ile değil miydi?  Bunun acelesi varsa, farkını da verirlerdi. Eeee, şimdi niçin olmazdı acep? Nitekim de sordu:

‘Niye olmaz? Koçu gönderdiniz ya, vardı gideceği yere üstelik!’

Bu sefer memur parladı: ‘Olmaz dedimse, olmaz! Laf dinleyin. Koçun boynuzları vardı sağlam mı sağlam. Tellere  sardık, sarmaladık. Postu vardı yollarda üşümez dedik, üşümedi. Sizi yollayamam. Yollarda donar kalırsınız! Mesuliyet alamam!’

Şemo girdi araya: ‘ Bizim de kulaklarımız var, sarıp sarmalayın tellerle. Bak hele bi bak. Paltomuzun içi de pösteki ile gaplıdır.  Valla üşümeyik, billa üşümeyik. Her bi şey bize ait. Böyle böyle diye de kâat  veririk! Gözünün yağıni yiyek.  He de, ossun bitsin bu iş!’

Memur dayattı yine: ‘ Olmaz!’

Şemo’nun da tepesi attı:  ‘Biz koç kadar olamaz mıyık yani.!’Memur dayanamadı. Masadaki telefonun kablolarını söktü. Tellerin   uçlarını Şemo’nun kulaklarına doladı.‘ Bir deneme yapalım bakalım, bana inanmıyorsunuz!’ diye sızlandı memur. Telefonun kolunu hafif çevirdi ki,  manyetonun etkisini ölçecekti. Yani ceryan veriyor mu, vermiyor mu diye. Nitekim  Şemo’cuk,  kolun ilk çevrilişinde, biraz yerinden zıpladı amma ‘ Ziyanı yok, yollarda dayanırım sen devam et’ demekten de geri kalmadı..

Memur bu sefer telefonun manyetosunu  kuvvetlice çevirince,  Şemo bir fırladı ki yerinden, varıp karşı duvara çarptı. Elleri yumulu, gözleri dışarı fırlamış vaziyette bas bas  bağırıyordu: ‘ Ben  gidemirem  begim, gidemirem! Yandım anam, yandım anam!’

Aceleyle yüzüne su serptiler, Şemo ayılır ayılmaz kapıya zor attı kendisini.

Şemo, kapının dibine yığılmış vaziyette inleye inleye,yine de memura  soruyordu:  ‘Başka mümkünatı yoh midir, gurbanin olim! Emmimize de ayıp olmiştir, Noel begimize de he gurban,!

Buluşmaları kursaklarda kalmıştı.

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 1616
: 918
Kayıt tarihi
: 13.08.06
 
 

Hayatın dikenli yollarından geçmenin  sırrı, aralarından çabuk geçmektir. Ümit, naylon çorap giyd..