Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Temmuz '10

 
Kategori
Öykü
 

Köpek telefonu aldı kaçtı

İçimden nice uçaklar havalandı hiçbiri menzile varamadı… 

Kimileri dağa çarptı kimileri kayboldu… 

Yıllar yılı bu hep böyle… 

Konglomeralarla sımsıcak, bal tadında bir görüşmeden sonra karıncalarla yarenlik ettim… 

Gıpta ile baktım evini sırtında taşıyan salyangozlara, yer altı dünyasının konargöçeri kaplumbağalara... 

Ürkek bir ceylanın özgürlük tutkusu aklımı başımdan aldı… 

Bir farenin azmi, yılmazlığı; katırın inadı, bir tilkinin kurnazlığı, karganın aptallığı ve hepsinin vazgeçilemez amansız hayat savaşı. 

... 

Bir gün önce seninle konuşuyorum. İnsan sıcağını yaşamak, çoğaltmak istiyorum… 

Öyle, lay lay lom, laf ola beri gele bir söyleşi değil... 

İnsanlığı duymak, sana da insanlığı hissettirmek istiyorum biraz daha... 

Garip bir şekilde duvarlarına çarpıyorum, orada sıkışıp kalıyorum öylece… 

Bir de var ki, senin isteğin dışında içine karanlık sokmak istemiş birileri… 

Yüreğinin, beyninin ışığını yok etmek istemişler… 

Yapamamışlar, bütün bütün içine karanlık girememiş ama az biraz isi pası bulaşmış sana… 

İstedim ki, içindeki dumanın rengini değiştirelim; yüreğin, beynin eski renkli, ışıklı, hak ettiği parlaklığı yakalasın yeniden... 

Ne yaptıysam senin için yaptım, ne düşündüysem senin için düşündüm... 

Çok mu kötü seni bunca düşünmem?... 

Bilmiyorum bu sorunun karşılığını... 

Peki, senin beni onca düşünmene ne demeli?... 

Bilmiyorsun ama sen beni onca düşününce, ben daha bir sıkı sarılıyorum hayata… 

Sımsıcak ağustos güneşinde ısınmış bir çakıl taşı beyaz bir güvercinin kanatlarında gelip yüreğimi ısıtıyor her nasıl oluyorsa. Ama iyi oluyor. Bir de var ki bunu sen yapıyorsun. İyi yapıyorsun, eksik olma… 

Bir yabancıyım bu semtte, bu kentte, bu dünyada... 

Daha ilk geldiğim günlerde acılarla, ayrılıklarla, kimsesizliklerle tanıştım bu topraklarda... 

Bu kasabanın toprağı, havası, suyu, hele o zalim insanları hep acılar verdi bana, bir de taşınması güç ayrılıklar... 

Bu sınırları belirsiz coğrafyada seni yakın hissettim kendime, nedeni, niçini yok bunun… 

Öyle olduğu için öyle… 

Tanımsız, tasarısız, öncesiz, sonrasız. Bir memleket türküsünü gurbette dinler de seversin hani. 

Oysa onu kendi köyünde çok da sevmemişsindir onu. İşte öyle bir şey... 

Konuğum olup olmamakta zorlanıyorsun. Kim bilir neden sonra, “Gelirim…” diyorsun. 

Ardından, “Özür dilerim, gelmiycem…” 

İnanmakta zorluk çekiyorum... 

Bunca dalgalanmana şaşırıyorum. 

Ne yapacağımı bilemiyorum. 

Bir adım ötede kilitleniyorum… 

Bir de var ki, sana öyle susamışım ki… 

Gözlerini özlemişim, beyninin ışıltısını, yüreğindeki sıcacık duyguları… 

Annem gibi seviyorsun kimi beni... 

Kızım oluyorsun kimi, ben seni kolluyorum, sevgimi veriyorum sana yalansız, doğal, içimden geldiği gibi. 

Sen beni anlayınca, uçuyorum göklerin bin birinci katında... 

Ben seni anlayınca, sen minicik bir çocuk oluyorsun, yıllar öncesine, memnun mutlu, salya sümük bebeklik günlerine dönüyorsun... 

Aradaki acılarla dolu dönemler siliniyor... 

O anda gözlerinde yıldızların sonsuz ışıltısı, yüreğinde mutluluğun çiçekli resmi... Mona Lisa misali… 

Neden sonra gelmeye karar veriyorsun, tut ki saatler sonra geliyorsun… 

Ben, Leyla’sını bekleyen Mecnun’a dönmüyorum, egemen duygum şaşırmak oluyor elbette... 

Hem de, artık hiçbir şey beni şaşırtamaz, dediğim günlerde oluyor bu... 

Çocukluğumun uzak dünlerinin birinde devasa bir ceviz ağacından düştüm… 

Bir gün sonra da dut ağacından düşünce mahalleli alabildiğine şaşırmış, okuyup üflemişlerdi beni… 

Nedense bunu kurşun döktürme izlemişti... 

Ben onların boş bakışlarına ayna olmaktan başka bir şey yapamadım o gün. … 

Çok katlı konutlar beni boğduğu, böyle yerlerde oturamadığım için çoğu işini kendim üstlenerek mağaramsı bir barınak yaptım. Mağaram dört mevsim sıcak mı sıcak... 

Şu var ki, ben hiç kış uykusuna yatmadım… 

Ayılardan çok domuzlar şaşırıyor buna nedense… Tilkiler dilsiz bakıyor, şaşkın. 

… 

İnsan sıcağını yaşıyoruz seninle, ürkek çekingen... 

Fotoğraflar, tablolar, duvar resimleri, tavan resmi tasarımları, şiirler, şarkılar, türküler neye uğradığını şaşırıyor. 

Ağaçlar, kuşlar, böcekler, kurbağalar da... 

İnsan sıcağı çabuk soğurmuş… 

Çıkıp gidecektin sen, zeytin karası gözlerinle bana minik bakışlar bırakarak… 

Ayrıldıktan sonra, bana mesajlar geçecektin... 

“Uzun zamandır ilk kez tutukluğum olsa da, kendim kadar kendim olabiliyorum yanınızda. Yanlış anlaşılırım kaygım azaldı. Bu benim için çok önemli. Üç yıl boyunca, kimseyle tokalaşamadım bile. Toplu taşım araçlarına binemedim. Rastlantı dokunmalarda dahi kusuyordum. Size, birkaç kişiye rahatım artık…” 

Son otobüsü kaçırdığımız için seni evine bırakmıştım... 

Dönüşte arabanın yan camını biraz aralamış, sevdiğim şarkıları dinleyerek kendi içimdeki o müthiş yalnızlığımı çoğaltmaya çalıştığım sırada cep telefonuma bir mesaj gelmişti... 

Sen sandım, senden mesaj diye düşündüm… 

Senin mesajın ayaküstü okunamazdı, onlar ansiklopedinin fasikülleri gibidir... 

Atını hızlandıran sürücüler gibi bir şeyler yaptım, araba hızlandı… 

Eve gelince ilk işim mesaja bakmak oldu… 

“Yirmi yaş fark ama hep sana değer veriyor ve seviyor evlenir miydi o masaldaki kız”. 

Senden değil, biliyorum… 

Kimden bu mesaj?... 

Şundan, bundan; yanlışlıkla mı geldi?... 

Hayır, ikimiz de biliyoruz… 

Ondan, evet ondan geliyor… 

Şaşkınlık, korku, öfke… 

Adını koyamıyorum… 

İçimde dinmez fırtınalar... 

Sanki dünya tersine dönüyor; öylesine alt üst oluyorum… 

Evlenmek sözcüğü ilk dikkatimi çekiyor. 

Ama cümleyi bütün bütün anlamakta zorlanıyorum… 

Çok geçmeden bir arkadaşımın yardımıyla mesajı düzenliyoruz... 

“Sizinle aramızda yirmi yaş fark var ama size hep değer veriyorum ve seviyorum. O masaldaki kız olsam benimle evlenir miydiniz?...” 

Hayır, hayır, hayır; ben bunu hak etmiyorum!… 

Zorun zoru bir soru… 

Olabilir karşılıkları düşünüyoruz ister istemez… 

-Benim yaşamımda masala ve evliliğe yer yok ki. 

… 

-Hangi masal o? … 

-Sen kendi masalını kendin yazabilirsin. Benim masalım yok. … 

-Masallarda kızlar genellikle evlenirler. 

… 

Şaşkınlığın esiri oldum… 

Bir süre sonra yeni mesaj geliyor… 

“Senin üzülmeni incinmeni asla istemem diyenler incitti bilmezler bir de bu gece çok sevdikleri unutamadıklarını sandıkları Renk Ahenk Alaca nefret ediyor tüm insanlardan sevgiden kalmama gücü yetmedi hiçbirinin var mı masalın masalcı amca bunun benim üzerime gerçekler bu uyan uyan uyan...” 

Ben bu mesajı çözmeye, ona yardım etmeye çalışırken, ondan bir mesaj daha geliyor. 

“Sorunun zamanımı olur masalcı amca soru kipi olur hepsi o korkunun tadı bu kaçak neyse adam dövmeye gidiyorum kanı severim kaplan gibi ben kedi değilim…” 

Ona yardım etmeye çalışıyorum… 

Olmuyor… 

Tespih böceği gibi kapanmış içine… 

Antenlerini kırmış… 

Kapısını kilitlemiş anahtarları dipsiz kuyuya atmış… 

Tedirgin oluyorum… 

Kendine, çevresine, yarınlarına zarar vermesinden korkuyorum… 

Heba olsun istemiyorum… 

Bir de var ki, onun tükenişine seyirci kalmak öldürüyor beni… 

Hatırladığım, saat üç buçuktu ve ben sandalyemde ona yardıma hazır bekliyordum… 

Nöbetçi kurtarıcı!... 

Bunun için hiçbir donanım da yok iyi mi?... 

Uyumuşum olduğum yerde… 

Gözlerimi açtığımda saat 06.30’du... 

Birkaç yudum süt içtim… 

Kâğıdı-kalemi, sigarayı-çakmağı bilerek almadım. 

Bir elimde anahtarım diğerinde telefonum, kırlara gittim, tepelere tırmandım… 

Nefes nefese kalana değin koştum… 

Çiçek toplamak istedim bir ara, vazgeçtim… 

Çok yoruldum, oturdum… 

Hıı, yerimde duramadım, yeniden kalktım... 

Rast gele sağa sola, aşağı yukarı koştum… 

Yürürken bir fotoğrafçı gibi çevreye bakmak, güzellikleri, çirkinlikleri ayırmak istedim… 

Olmadı, buna da gücüm yetmedi... 

İçimden bir şeyler uçup gitmiş sanki… 

Duygularım, yüreğim, enerjim, kaslarım, yaşama coşkum?... 

Bir şeyler eksilmiş... 

Kim bilir nereye gittiler... 

Ayaksız kalmış kırkayak gibiyim... 

Zehirsiz yılan, balsız arı... Islık çalmak istedim, yapamadım… 

Bir türkü mırıldanamadım... 

Sanki dilimi, belleğimi, yüreğimi yitirmiştim... 

Kim bilir nelerimi yitirmiştim nelerimi… 

Bir köpek havlayarak bana doğru koşuyor… 

Çok da iyi niyetliye benzemiyor… 

Bu tehlikeden kurtulmanın bir yolu olmalı… 

Sağ elimi havaya kaldırdım, fırlattım telefonu köpeğe… 

O da bunu mu beklermiş ne?... 

Köpek telefonu aldı ağzına, geriye döndü, tazı gibi koşarak gitti... 

Ama ne gidiş… 

Mesajlar, iyisi-kötüsü, güzeli-çirkini, yazılı mesajların hepsi, bir sokak köpeğinin dişleri arasında şimdi... 

Bir arkadaşımın mesajları da oradaydı... 

Hep, “Oku ve sil!” diye sıkı sıkı tembihlediği, birilerinin okumasını istemediği o pek kıymetli mesajlar da oradaydı… 

Onun mesajları hayli karmaşık… 

Okuyunca köpeğin yüzü ne hale gelecek çok merak ediyorum doğrusu... 

Üstümden yük kalktı, hafifledim sanki… 

Biraz şaşkın, anahtarlarım elimde mi diye baktım... 

Evet!... Avucumu kapattım… 

En iyisi eve gitmek… 

Evim, limanım, sığınağım benim… 

Gemin geliyor kollarını aç, kucakla beni, olur mu?... 

Ben burada, limanlarda yalnız dolaşan bir gemi oluyorum, gerçekte gemi de liman da tek. … 

Ayrılıklardan bıktım artık. 

Yalnız kalmalıyım hep, gökteki yıldız gibi, suya uzak toprak gibi.. 

Yalnızlığım güçlü bir kale… 

Bu kaleyi korumalıyım… 

Bu acı çekmemenin tek yolu… 

Tanrım bir depremde, evim yıkılır da, içeride değilsem, ben dışarıda kalırsam n’olur benim halim?... 

Deprem, yangın, lav fışkırması, su baskını, enerjinin korunumu yasasının iflası, tükeniş… 

Yaşasın kurtulduk işte... 

Bir güvercin uçağa çarptı. Uçak düştü... 

Üstüne uçak düşen trendeki çok sayıda yolcu yaşamını yitirdi. 

Güvercin dönüp bakmadı bile… 

Sen neredeydin o sıralar?... 

Sanmıştım ki… 

Ölürken yanımda olursun... 

Son soluğumu sana veririm sanmıştım… 

 
Toplam blog
: 54
: 877
Kayıt tarihi
: 30.06.10
 
 

Kamu yönetimi alanında yüksek lisans yaptım. İletişim, medya sektöründe çalışıyorum... Yazmayı se..