Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ocak '11

 
Kategori
Öykü
 

Kör Zewe

Kör Zewe
 

KÖR ZEWE


Adım Zewe Heci. Tahminen bin dokuz yüz otuz yedi yılı doğumlu olduğumu söylediler. Ama hangi ay veya mevsimde doğmuşum bilemiyorum. Çocukluğum, genç kızlığım bin bir türlü sıkıntı ile geçti. Annemi hiç tanımadım, ben daha bebekken ölmüş. Bir tek resmini dahi görmedim. Nasıl bir kadındı, güzel miydi, çirkin miydi? Hoş bir şey fark etmezdi ama, hiç bir şey bilmiyorum. Saçlarımı bir kez olsun ıslatıp, taramadı. Kafamda hiç bit aramadı. Oynarken kazara yere düşüp, yuvarlandığımda; telaşa kapılıp, beni kaldırarak kanayan dizimi silmedi. Bir gün olsun karşısına alıp, kızım benim diyerek, bağrına bastırmadı. Gözlerimin derinine bir anne şefkatıyla bakamadı. Elimden tutup, hiç bir yere götürmedi. 

Gözlerimden biri yaklaşık yirmi yıldır görmüyor. O nedenle bu köyde bazıları bana Kör Zewe de der. Kör de olsam her zamanki gibi Allah´ın bu günününde de sabahın köründe uyandım. Acele ile abdest alıp namaza durdum. Laf aramızda dünyada en çabuk namaz kılanlardanım. Çabuk namaz kılma müsabakası düzenlenecek olsa, birinci geleceğimden eminim. En çok iki dakikamı alır. İbadetimi olabildiğince tez elden yaparım. Yıllardır anlamını dahi bilmediğim bir kaç duayı bir çırpıda art arda okurum. Öyle fazla dua falan bilmem. Bildiğim duaların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. “Tepetyede hebil nebil” gibi karışık kuruşuk dualarla falan da işim yoktur. Camili Köyü nere Tepetye denilen yernere. Ne işim gücüm var “Tepetye” gibi adını şanını bilmediğim yerlerde “hebil hebil” olmaya. 

Yarım yamalak da olsa çocuk dualarını bilirim. “Süphaneke – kul u vellahu ehed ve elhem sureleri”. Bu duaları ardımdan atlı koşturuyormuş gibi çabuk okur, en sonunda da “elhem – fatiha” suresini de okuyarak o vaktin namazını böylelikle kılmış olurum. Önemli olan niyet olsa gerek. Kanaatimce kalbin temiz olduktan sonra ha on dua okumuşsun ha bir dua. Çağımız iletişim çağı. Herhalde vermek istediğim mesaj yerine ulaşıyordur. Hoş bunun dokümanını da yapmıyorum. Zaten okumam da, yazmam da yok, hâk getire. Allah’ın emrinde bu işlere bakan bir sürü kanatlı memurunun olduğunu söylüyorlar. Bu görev onların, o nedenle onlar yazıp çizsinler. 

Dizlerim, aah dizlerimdeki ağrılar dayanılır gibi değil. Yıllardır diz kapaklarımın eklemlerinde kemik erimesi var. Yaşlılık diyeceğim ama yaş her ne kadar “kemale de erse”suç yalnızca ilerleyen yaşın değil elbet. Suçun büyük bir kısmının da bende olduğunu inkar etmiyorum. Bu kiloları taşıyan ayaklar değil kemik, demirden de olsa erirler. Ayaklarımdaki bu topallıktan dolayı bana topal Zewe de diyenler var. Varsın desinler! 

Ben de ideal bayan ölçüleri olduğu söylenen 90 – 60 – 90 olmayı çok isterdim. Bu ölçülere hiç sahip olmadım. Gün boyunca ellerimle hep dizlerimi ovuşturuyorum. Belki fayda eder umudunu içimde taşıdığımdan, bunu bıkıp usanmadan, her zaman yapıyorum. Fakat bu da fazla bir fayda getirmiyor. Gözlerimden birinin görmemesine razıyım, fakat bu dizlerimdeki ağrılar yok mu, dayanılır gibi değil. Düşmanım yok ama olsa da; Allah onun başına da vermesin, yazık! Ne ilacı, ne Lokmanı, ne de hekimi derman oldu. Ağrılar hayatımın bir parçası oldular. 

Dışarıda insanın iliklerine işleyen sımsıcak bir güneş var. Sıcak dizlerimdeki ağrılara iyi geliyor. O nedenle sık sık dışarı çıkıp, güneşten yararlanmaya çalışıyorum. Fakat güneşte de fazla kalmamalıyım, o zaman da tansiyonum yükseliyor. Anlayacağınız bir dokun bin dinle. 

Bahar olanca muhteşem güzelliği ile iyiden iyiye sökün etti. Üç hafta önce kapımızın önündeki küçük bahçemize yeşil soğan, tere, maydanoz, salatalık ve domates ekmiştim. Diğerleri değil de, yeşil soğanlar boy göstermeye başladılar. Yeşil soğanı oldum olası çok severim. İyisi mi bir parça yufka ekmeği ve tuzumu da alıp, bahçeden ilk siftahımı yapayım. Zaten karnımda iyice acıkmıştı. Ağrılar içindeki dizlerimin gücüyle yuvarlanırcasına bahçeye geldim. Aman Allah’ ım hava ne kadar güzel. Korkunç bir sessizlik hakim. Kuşlar dahi uçuşup, ötmüyorlar. Sadece çirkin bir baykuş tandır damına tünemiş ve pis pis düşünüyor. Hayırdır inşallah! Gökyüzü alabildiğine masmavi, berrak ve geniş. Etrafta çıt çıkmıyor. Tüm komşular evlerine çekilmişler. Derken sessizliğin ortasına Bitlis’li cami hocamızın yanık sesiyle ve çok sevdiğim Kürtçe aksanıyla okuduğu ezan sesi sımsıcak düşüyor. “Ellhu ekberrr.. Elllahu ekber…” Tandır damına tünemiş olan baykuş ezan sesini duyar duymaz kanatlarını isteksizce çırpıp uzaklaştı. Ben de ardından hiç bir anlam vermeden baktım. Birazdan erkekler acele adımlarla camiye doğru koştururlar. Cami avlusu artık az da olsa yeşil gözüküyor. Evlerin önünde de son yıllarda tek tük de olsa ağaçlar türedi. Çok yavaş da olsa köyün çehresi değişiyor, insanlar değişiyor. Değişim çok şükür iyilikten, güzellikten yana. 

Çok yükseklerden büyükçe bir uçağın ardında hafif bir iz bırakarak geçtiğini tek gözüm olsa da görüyorum. Kimbilir kimler bu uçağın içindedir. Bu uçak da kimleri sevdiklerinden ayırıp, kimleri sevdiklerine kavuşturacaktır. Ne garip ayrılanlar ve kavuşanların aynı uçakta yer alması. Sevinç ve burukluğun aynı ortamda soluması ne kadar tuhaf. Kavuşanların gözü aydın olsun, ayrılanlara da Allah sabır versin. 

Bu uçaklardan biri yıllar önce büyük oğlumu da bizlerden ayırıp, çok uzaklara götürdü. Onun yanımızda olmayışına hep ağlayıp durdum. Yılar yılı göz yaşlarım ipinden kopmuş boncuk taneleri gibi yüzüme dağılıp durdular. Gözlerimden birinin o yüzden kör olduğunu sanıyorum. Fakat oğlum bunu kabullenmiyor. Benim gözümün körelmesinin çok tuzlu yemek yememden kaynaklandığını söylüyor. Hatta ağlamanın tam tersine sağlıklı olduğunu iddia ediyor. Ne bileyim belki de öyledir. Fakat bir anne için evlatlarından ayrı kalmak çok zor. Bir anneye verilebilecek en büyük ceza. Şu üç günlük dünyada, bin bir türlü zahmetle onları büyütüyor, sıkıntılarına katlanıyor, iyi birer insan olmaları için elinden geleni yapıyorsun ve bir de bakmışsın ki bir kuş misali elinden “pııırrr” diye uçup gitmişler. Gittikleri gibi gelmesini de bilseler, insan gam yemez. Onların da elinde değil tabii. Yaşam oldukça zorlaştı. Dünya da küçüldü. İnsanın karnı nerede doyarsa, artık orası vatanı oluyor. Burada yanımda olmasını bir bilseniz ne çok isterdim. Allah’tan az çok hayırlı bir evlat, bizleri ara sıra arayıp soruyor. Gerçi Almancı olmasına rağmen, bana çok da hayrı dokunmadı sayılır. Bugüne kadar dünyaya bir gözle baktığım halde hiç oralı olmadı. İsteseydi elbette şimdiye kadar bir şeyler yapardı. Yapmadı, yapamadı belki de. Canı sağ olsun. İnsan evlatlarına kızamıyor. Bana bir göz de yeter. “Besi bé bı miri”. Fakat dünyaya bir gözle bakmak, her şeyi ve herkesi bir gözle görmek yorucu oluyor. Tek pencereden bakmanın aynı zamanda bir tadı da olmuyor. Ne yapalım buna da şükür. Derler ya beterin beteri var. Allah beterinden saklasın. 

Büyük oğlum yetmiyormuş gibi “Law laaaww, çiyayi reşi be dumano ” diye çağırdığım oğlum Bilo da bizleri terk etti. O da aynı uzakların yolunu tuttu. Burada kalanlar da evlendiler. Çoluk çocuk sahibi oldular. Kocamla “bir kör, bir Ayvaz” kalakaldık yek başımıza. 

Kocam Heyder kırk yaşından beri artık yaşlandığını, işlerden elini eteğini çekmesi gerektiğini, (Allah başımızdan eksik etmesin, geçinden versin ama) şunun şurasında hep üç gününün kaldığını söyleyip durdu. Aslında serde tembelliğin bini bir para. Büyük oğlumuz da bu konu da her ne kadar babasına benzese de, o yine iş başa düşünce yapmadan edemiyor. 

Bilirsiniz bizim Kürtçede bir deyim vardır: “Bı fısa hemam germ na bı – Yellenmeyle hamam ısınmaz”. Aynen öyle çalışıp, çabalamadan bir yerlere gelinmediği gibi, insanca yaşama olanağını da elinden ne yazık ki kaçırmış oluyorsun. O nedenle çalışmak kaçınılmaz hale geliyor, tabii iş bulursan. 

Bahçemizdeki yeşil soğanlar dipdiri ve yeşil. İnsan koparmaya kıyamıyor. Avuç dolusu yeşil soğanı koparıp, ekmeğimin içine koydum, her zaman olduğu gibi bolca tuz serptim ve dürdüm. Kafam gölgede kalacak şekilde yere oturuyorum. Tahmin ettiğiniz gibi keyfime diyecek yok. Taze soğanın tadı da bir başka, kebabı aratmıyor. Lakin bu ayrılıklar, hasretler olmasaydı, ne kadar da iyi ve insani olacaktı. 

Biraz önce gökyüzünde uçan uçağın benzerine ben de bir kaç kez bindim. İlk defa Hac ziyareti için gittiğimde bindim. Hani elimiz ayağımız daha tutarken, bu vazifemizi de yerine getirelim dedik. Fakat bu iş bir hayli yorucu ve sıkıntılı tabii. Hele de şeytanı taşlamak, sormayın gitsin. Ortada şeytan falan yok tabii. Şeytan diye büyükçe bir taş var ortada. Bu büyük taşı, Araplardan parayla aldığın küçük taşlarla taşlıyorsun. Yahudilerin adı çıkmış, çölün Arabı sana taşını dahi para karşılığında veriyor. Taş ticareti. Olay bundan ibaret. Fakat orada yaşanan izdiham anlatılır gibi değil. Herkes atabildiğince çok taş atıp, Allah nezdinde puan toplamaya çalışıyor. 

Kesin bilmiyorum ama attığın taşın büyüklüğüne göre de alacağın puan değişiyordur sanırım. Toplam yedi taş atmak gerekiyor. Ama çok daha fazla taş atanlar da var. Ne kadar çok taş atarsan; o kadar çok sevaba girmiş oluyorsun. O nedenle orada sevaba girmek bir hayli kolay. Benim attığım taşların hiç biri değmedi. Tek gözle nişan almak kolay olduğu halde ben yapamadım. Bilseydim köyde büyükçe bir taşı hedef alarak biraz talim yapardım. Bu arada ayaklar altında ezilip, canından olanların hattı hesabı yok. Bu akıbete ben de az daha uğruyordum. Orada her an bir ölüm kalım meselesi. İnsanın gözünün yaşına dahi bakmıyorlar. Hiç acımadan seni ezip, geçiyorlar. Biraz önce kocama haksızlık ettim. Her ne kadar hamamı ısıtamadığını söyledimse de, onca insanın ayaklarının altından beni kolumdan tuttuğu gibi kaldırıp, hayatımı kurtardı. Az daha ben de şeytanın gazabına uğrayacaktım. Belki de kazara attığım taşlardan biri isabet etseydi şimdi hayatta olmayacaktım. Allah kocama o an büyük bir güç, kuvvet ihsan eyledi de, ezilmekten kurtuldum. 

Suudi Arabistan’dan sonra da üç kez Hollanda’ya gittim. Biraz hava atıyormuşum gibi oluyor ama, inanın maksadım o değil. Avrupa görülmeye değer, çok güzel. Kötü yönleri de var elbet. Bizim buradaki gibi bir insan yüz kişi için çalışıp, onlardan sorumlu olmuyor. Kişinin ayıbı da, günahı da, sevabı da kendisine ait. Herkes kendisi için yaşıyor. İnsanlar, özellikle yaşlılar yapayalnız. Yalnızlıklarını evlerinde besledikleri kedi ve köpekleri ile gideriyorlar. Sağ olsunlar oğullarım, topal ayaklarım ve tek gözümle de olsa gelmişken; Almaya ve Belçika’yı da gezdirdiler. Hollanda alabildiğine dümdüz, ovalık ve her tarafı meralarla dolu bir ülke. Buradaki yeşil bir başka yeşil. İnsan oğlunun elinin değmediği bir karış toprak kalmamış. Her taraf santim santim işlenmiş ve oldukça bakımlı bir şekilde de korunuyor. Doğrusu büyük emek verilmiş. Amca oğlum Hüsso da bir ara Hollanda’ya gelmiş ve buradaki otlaklara, meralara bayılmıştı. Kendi kendisine iç geçirip, buralarda ne kadar iyi koyun otlatılacağını dile getirmeden edememişti. Aynen öyle; buralarda “saldım çayıra, mevlam kayıra” demene gerek yok, çünkü korkulacak, kayırılacak bir durum yok. 

Almanya dev gibi bir ülke. Çok gelişmiş, o yollar, demir yolları ve milyonlarca köprü. Köln şehrindeki Dom Kilisesi aklımı başımdan almıştı. Öylesine ihtişamlı bir yer ki; başını kaldırıp baktığında, insanın başı dönüyor. Orası da Allah’ın evi deyip, orada da bildiğim meşhur dualarımı okumuştum. 

Bizimkiler Avrupalıların teknikteki başarılarını ve hayatın her alanındaki dürüstlüklerini överlerken, bir yandan da karalarlar. “Dinine lanet ama adamlardaki teknik ve ciddiyet bambaşka.” Diye devam edegelen yermeli övgüler. Adamların dinini lanetlemeye gerek yok, o da onların inanışı; sana bana bir zararı olmadıktan sonra neye inanırsa inansın. Her inanca saygılı olmak lazım. 

Dalmışım; tandır damımızın gölgesi iyice uzamaya başladı. Ayaklarım güneş almıyor. Biraz daha ileri gitmeliyim. Tamam böyle iyi. Yine başım gölgede ayaklarım ise güneşin altında. Isı bayağı iyi geldi. Aslına bakarsanız benim acı da yememem gerekir. Çünkü midemde ülser var. Midem de başımın belası. Yıllarca önce ameliyatla safra kesemi aldırtmıştım. Hastalığın bini bir para. Hangisi ile başa çıkacağımı doğrusu bende şaşırdım. Turşu küpü gibi, ben de hastalık küpü oldum. Tüm bu hastalık ve ağrılara rağmen elimden geldiğince ağrılarımı çocuklarıma belli etmemeye çalışıyorum. Onların yüreğine acılar dolmasın, üzülsünler istemiyorum. Bir anne olarak duyulan acı ve sıkıntıyı bence insan içine gömmeli ve bunları evlatlarına hissettirmemeye çalışmalı. Tabii bazen insanın elinde olmuyor. Acılara da zamanla alışılıyor, fakat evlat ayrılığına alışılmıyor. Onlar sürekli gözünde tütüyor. Hayalleri bir gidip, bir geliyor. O hayallerle avunuyorsunuz. Gerçi ayrılık deyince akla hemen sevgililerin ayrılığı geliyor. Türkülerin, şarkıların büyük bir kısmı bu ayrılıkla ilgili. Bunu tatmadığım için ne denli zordur bilemeyeceğim. Ama yine de güç olsa gerek. Fakat dedim ya evlada olan özlem tarif edilir gibi değil. Gözlerin hep yolda. Bir izine geleceklerini duymaya gör, artık dakikaları saniyeleri sayar durursun. Aman Allahım ne kadar garip bir duygu. Zaman ve dünya durur. Geçecek olan her saniye seni onlara yaklaştırır. Kalbin hızla atmaya başlar. O an hiç gelmeyecekmiş gibi bir hisse kapılır, kendi kendini yer bitirirsin. 

Hiç unutmam bir gün büyük oğlum tahminen on beş yaşlarındaydı. Okulda herkesin duvarlara yazı yazdığını görmüş; Ankara’da o kadar duvar yazısı olmasına rağmen, bizim köyde neden hiç bir şey yok diye düşünmüş kendi kendisine. O gün komşuya gitmiştim. Hava iyice kararmıştı. Eve geldim. Aman Allahım bir de ne göreyim; bizim oğlan eline bir bez parçası almış, onu tenekede bulunan yanık yağa batıra batıra duvara bir şeyler yazmaya çalışıyor. Bunu görür görmez aklım başımdan gitmiş. Korkumdan bayılıp, olduğum yerde yığılmışım. Beni zor bela uyandırmışlar. Ben bayıldığımdan dolayı da herkes çok kormuştu. Sonradan öğrendiğime göre. Duvara bir şeylerin “kahrolması” için, o da bir şeyler yazmış. Allahtan kimse görmedi. Ailecek elimize birer taş aldık ve gece geç saatlere kadar, sanki kahrolmasını istemiyormuşuz gibi toprak sıvaya derinlemesine işleyen yanık yağlı yazıları sildik. Yorgunluktan ve birileri görecek korkusundan belamızı bulmuştuk. O gün yaşadığım korku hala aklımdan çıkmaz. 

O zamanlar sağ sol çatışmalarının olduğu bu dönemde büyük sıkıntılar yaşanıyordu. Hemen herkesi sorgusuz sualsiz, yakalayıp, yıllarca hapse atıyorlardı. Büyük oğlum daha sonra bana anlatmaya çalışmıştı. O kahrolsun dediği kahrolasıca şey, kahrolası düşünce Almaya, İtalya ve İspanya’da milyonlarca insanın ölümüne neden olmuş. Bu düşüncenin sahipleri insanlar (insan demeye dilim varmıyor), insanları diri diri fırınlarda yakmışlar, renklerinin, inançlarının, ırklarının, dillerinin ve değer değerlerinin farklı olmasından dolayı. Onlara göre en iyi ırk onların mensubu oldukları ırkmış. Ne kadar saçma ve ayıp. Ben bile bu halimle onları çok ayıplıyorum. Olur mu öyle şey “İnsan insandır”. Bunun ayrısı gayrısı olmamalı. Yaşadığınız topraklarda da böylesi bir gidişat vardı. Gençler duyarlılık gösterip, bu tür düşüncelerin kök salmamasını istiyorlardı. Her şey insana yakışır onurlu bir hayat için diyorlardı. 

Bu köyde herkes birbiriyle akraba sayılır. Adeta büyük bir aile gibiyiz. Dileğim bunun daha da iyiye gitmesidir. Acılarımızı paylaşarak hafifletmeli, sevinçlerimizi de paylaşarak arttırmalıyız. Akrabalık ve dostluk bunu gerektirir. Dar günlerimizde birbirimize koşalım. Herkes iyi ve mutlu olsun. Hayat koşulları ise dayanılır gibi değil. Allah herkesin yardımcısı olsun. İnsanlarımızı darda koyup, fakirlikle cezalandırmasın. Zaman bir hayli yol aldı. Ben de artık kalkıp, içeri gideyim. Kocam balkonda sedire uzanmıştı, şimdiye uyanmıştır. Belki hamam da ısınmıştır. 

Birazdan belki bir komşumuz gelip, hal ve hatırımızı sorar.Şöyle tavşan kanı bir çay koysam iyi olur. Yeşil soğanın ve bunca hasretliğin getirmiş olduğu üzüntülerin üstüne de demlice bir tavşan kanı çay iyi gider. Bolca demliyeyim, kısmeti olan gelip, içsin. 

Aah evlatlarım şimdi burada olsalardı. Büyük oğlumun aklında kalmıştı. Aha şu duvara o lanet şey “kahrolsun”diye yazamamıştı. Burda olsaydı, değil yanık yağla, gider kırk kuruş fazla verir, kırmızı bir yağlı boya alır, onun eline fırçayı tutuşturur, boya tenekesini de ben tutardım. Ne olacaktı yazsındı her tarafa “Kahrolsun… Kahrolsun… Kötü şeyler kahrolsun.” 

Ayrılık ölümden, körlükten, topallıktan, ülserden, tansiyon yüksekliğinden, yaşlılıktan ve diğer tüm sıkıntılardan beter. Ayrılıklar kısa sürse! Özellikle de biz analar, miadımızı evlatlarımızın yolunu gözleyerek doldurmasak! 

“İç Anadolu’daki Kumkent’ten öyküler” 

Aydın Yılmaz aydinhecibi@yahoo.com 

Amsterdam, 15 Nisan 2007 aydin1960@live.nl 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..