Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Şubat '15

 
Kategori
Deneme
 

Kore Savaşımız

KORE SAVAŞI'NDAN DÜNYA KUPASINA      

Yaşar AKÇAL                    

04. 02. 2015

2002 yılında oynanan 17.Dünya Kupası, tesislerinin çok modern ve standartlarının da bazı ülkeler seviyesinin çok çok üstünde olması nedeniyle, dünya kupasının Güney Kore ile Japonya’nın farklı şehirlerinde oynanacağını öğrendiğimde gözlerim dolu dolu oldu. İnanın hayretimi gizleyemedim. Hey gidi günler, hey dedim! Japonya'yı bir tarafa bırakırsak, Güney Kore’nin nereden, nereye gelmiş olduğunu, bu dünya kupası vasıtasiyle, televizyonlarımızdan hep birlikte izledik. Komşularımız, Güney Kore’yi ve Kunuri’deki savaş anıları ile durumun vahametini bize anlattıkları zaman, tüylerim diken diken olmuştu. Burada, kore savaşının geçtiği o yıllarda, yaşanan bir aile dramından  söz edeceğim sizlere !

Yıl, 17 Ekim 1950. Birleşmiş MilletlerTeşkilatı Kararı uyarınca, Türk Birliği bu teşkilatın bir üyesi olarak, Kore’ye savaşmaya gidiyordu. Bu durum Cumhuriyet kurulduktan bu yana ilk defa oluyordu. İnsan düşünmeden edemiyordu. Türkiye nere, G.Kore nere? Ülkemizden yaklaşık 7100 Km.uzaklıktaki bir yer. Olacak iş değildi ama olmuştu bir kere. Türk birliklerinin okyanuslar ötesi bir savaşa ilk defa gidiyor olması, bütün milletçe oldukça düşündürücü olmuştu! İstemiyerek de olsa, kendini savaşın hemen içinde bulan birliklerimiz, vakit geçirmeksizin savaşın havasına kendini motive etmeye çalışıyorlardı. Ama, savaşın patlak verdiği günler geçeli bu gün, tam tamına yaklaşık 64 - 65 yıl kadar olmuştu. G.Kore’de savaşan komşumuz Murat’ın, gazi olarak evine dönen yakın bir arkadaşı olan Vural, bakın o anılarını bize nasıl anlatmıştı. Şöyle diyordu Vural ;

- Koreye vardığımızda, doğru dürüst bir yol dahi yoktu. Su sıkıntısı ve yiyecek sorunu, had safhadaydı. Sokaklar zifiri karanlık içerisinde ve bataklık. Batmadan yürümek çok zor. Bu bölgelerde sivrisinek ve haşarattan geçilmiyor. Dün gaz lambaları ile aydınlatılan bir ülke. lambasına koyacak ne gazı var, ne de evinde tuzu ? Halkı, geçim sıkıntısı ile başbaşa. Oldukça fakir ve bitkin. Düşman, ülkesini istila etmek için her yönden sıkıştırıyor. Halkı ise bu durumdan oldukça rahatsız ve bir çıkış yolu arıyor. Hür dünya ülkelerinden yardım bekler durumdalar. Zaruri ihtiyaçlarını temin edecek ne parası var, ne de pulu. Halkın refah ve kültür seviyesi oldukça düşük. Üzerlerinde doğru dürüst giysileri bile yok. Ürün olarakta her tarafta sakız kabağı ve pirinç. Görünen başka bir yiyecek ürünleri dahi yok. Belki vardı da savaşın telaşından ben görememiş olabilirim. Daha ne kadar sayalım bilmem ki? Benim gözlemlerim bu idi.. Ama bir kez de şimdi bir bakalım. İşte o ülke gitmiş. Yerine bizim görebildiğimiz kadarı ile “Sanayii Devrimi” yapmış kudretli bir ülke gelmiş. Tv’den, Bilgisayara, Laptop ve her boyuttaki Tablet’den her türlü elktronik eşya ve cihaza, oto sanayii’nde uçak yan sanayii’ne kadar ve daha nice sayamıyacağımız bir çok eşya üretir hale gelmiş. Ayrıca polis teşkilatımızın kullandığı biber gazıda son gazete haberlerine göre, G.Kore’den imiş. Yani harap ve bitap bir ülke gitmiş, yerine modern ve çağdaş dünyaya, bangır. bangır seslenen, bu günkü G. Kore gelmiş. Şimdi ise teknolojinin bütün imkânlarından fazlasiyle faydalanıyorlar. Gayri safi milli hasılası üzgünüm ama, bize göre çok daha fazla bir durum arzetmiş. Peki ama bu ülke nasıl bu hale geldi ?.Ve bunu nasıl becerdiler, sihirli bir el mi değdi yoksa (!) ne oldu da bu hale geldiler inanılacak gibi değil. Birbirlerine inanmışlar, yaşadıkları acı günlerin bir daha geri gelmemesi için kenetlenmişler. Çalışmışlar çabalamışlar.ve işte böyle başarmışlar, Komşumuzun oğlunu çalıştığı firması, bir iş için G.Kore’ye göndermiş. Çocuğumuz dönüşünde adeta sarhoş gibi geldi. Ne var ne yok oralar da Emrah biraz anlatırmısın ? dediğimizde, Emrah bir süre konuşamadı. Daha ne olsun ki amca dedi ! Tek kelimeyle  yediden yetmişe, köylüsünden, kentlisine hepsi el ele verip, çalışmışlar ülkelerini dünyanın sayılı devleti haline getirmişler. Hala da büyük bir hızla bu çalışma temposu devam ettirmekteler. Düşünün bir kere, Kunuri savaşı’nın o acı günlerinden, milyarlarca insana, işte biz buyuz diye hitap edip, 2002 Dünya kupasının organizasyonunu  bile üstlenmişler ! Şimdi de  her sektörde dünyaya meydan okuyorlar. Bu devlet daha yıklır mı ? İnsanları mutlumu mutlu, şehirleri çok çok modern ve temiz.! Sosyal aktiviteleri çok fazla. Hala o ülkeyi benimsemiş, savaş sonrası orada kalmış Türklere bile rastladık diyordu, Emrah. Bizde normaldir dedik. Bu bilgilerin ışığında G.Kore’nin yadırganacak bir durumunu da görmedik.

Aklım bir türlü şunu kabul etmiyor ! Aradan geçen, yarım asrı aşmış bir yılda, kim bilir daha neler olmuş, neler !

İşte bunu anlamak mümkün değil. Buradaki hikayemizde sevinç ve gözyaşı iç içe oluşmuştur ve gerçektir derken, G.Kore’nin, nereden nereye geldiğinden bahsetmezsek haksızlık etmiş olurduk.

Yıl 1953 resmen bir barış antlaşması olmamasına karşın, sağlanan bir ateşkeşle, savaş sona erdirilmişti. Hala da bir barış antlaşması imzalanıp imzalanmadığını duymuşta değilim ! Belki olmuş da olabilir, hata yapmış olmayayım. O günlerden kalma bir hikayeyi, bu yazıda kaleme aldığımızdan, bu günlere kadar, tam 65 yıl gibi uzun bir zaman dilimi geçmiş. Sizin hiç 65 yıldan bu yana yol gözleyeniniz veya gözlediğiniz oldu mu ? Pek sanmıyorum!.

Ama, ben gördüm ve onlarla birlikte yaşadım. Şimdiler de bu yolu gözleyenlerle ayrı şehirlerdeyiz ama, hala hayatta kalanları varsa ve hayatta iseler, bu konuda göz yaşı dökenlerine yine rastlayabileceğimi sanıyorum !

Mahalle komşumuz Murat’dan söz edeceğim. Bu savaşa katılan ve bir daha da ailesine geri dönemeyen bir kahramandan ! Ve bir kayıp ! Dört kız kardeşten en küçüğü. Daha doğmadan ismi verilen bir evlat.

Doğduğunda sevinçlerin en büyüğünün yaşandığı bir aile. Aileye mutluluk getiren, bir çocuk. Annesince kem nazarlardan sakınılan, yanakları al al olan bir delikanlı. Ne çabuk büyüdün, be Murat ? Türk Milleti’nin bir temsilcisi olarak, Kore Savaşına sende mi, katılacaktın ? Kunuri savaşında sizlerin başarısı Türkiye’ye ulaştıkça, hep atalarımızı yad ediyor, oralarda Türk’ün varlığını ve kahramanlığını, dillere destan bir şekilde temsil etmenizden dolayı gurur duyup, gözlerimiz yaşarıyordu. Savaş haberlerini günü gününe, ajanslardan dinliyorduk. Kunuri savaşı, o kadar şiddetle devam ediyordu ki, gazete ve ajanslar, artık ne savaş düzeninin kaldığını, ne de emir komuta tatbikinin pek te mümkün olmadığını duyuruyorlardı. Karşı tarafın ateş hattı mevzilerindeki, Kuzey Kore’li, Rus ve Çin askerleri sayısının tahmin edilemiyecek kadar fazla olması, savaşı daha da anlamsız kılıyordu. Cesetlerin birbiri üzerine yığılmış durumda olması ve yere akan kanların fazlalığı, biraz mübalağalı olacak ama, adeta bir dereyi andırıyordu ! Savaşın, devam ettiği en şiddetli anlarda, birden kulağımıza, etrafımızın düşman askerleri tarafından çembere alındığı haberi ulaşmıştı. Ne dereceye kadar doğru olduğunu ve ne yapacağımızı dahi doğrusu bilmiyorduk ? Çok geçmeden savaşı sevk ve idare eden komutanımız, telsizler vasıtasiyle bu haberi doğruladı. Buna göre “herkes başının çaresine bakacak ve bu çember mutlaka yarılacaktır, dedi. Şu andan itibaren de hedefiniz ateş mevzilerindeki düşmandır. Hücum, süngüler silaha takılı olarak başlayacaktır. Yani sizin anlayacağınız, göğüs göğüse bir süngü harbi ! Haydi gazanız mübarek olsun ! Zaferden sonra buluşmak üzere, diyen komutanımıza içimizden kısa ve öz olarak sadece, sağol komutanım ” diye cevap verebildik.

Sonra da gök gümbürtüsünü andıran bir şeyler oldu. Sanırsınız ki yer kabuğu sallanıyor. Bir de baktık ki, askerlerimiz Allah Allah nidaları ile Kunuri ovasına dalmış, ortalığı inletiyorlar. Savaş öyle bir noktaya gelmişti ki, ha koptu ha kopacak. Askerlerimiz, bir ölüm kalım savaşı yaptıklarını dahi unutmuşlardı. Nihayet çember yarılmış düşmana büyük zayiatlar verdirilmiş ve güç gibi görünen o muhteşem zafer, bütün dünyayı ayağa kaldırmıştı. Bu başarımıza diğer hür dünya ülkeleri de çok çok sevinmişlerdi. Bu ara da bizimle beraber savaşan müttefiklerimizle birlikte, biz de bir hayli zayiat vermiştik. Zira kışlasına dönemeyen birçok askerimizde olmuştu.

Savaş bu, kimsenin gözünün yaşına, bakmıyordu ki. Tek parola ise “yaşamak için, yaşatmayacaksın” şeklinde idi. Buradaki beşbin kişilik birliğimiz, Kore’ye gelmeden önce,” Amerika ile Standart birlik anlaşması”nı imzalamıştı. Bu nedenle eksiklerin ve yaralıların yerleri hemen dolduracaktı. Şart koşulan en önemli maddelerden biri de buydu. Ve bu uygulamanın tabii sonucu olarak da, askerlik süresini tamamlayanlar belirli aralıklarla terhis ediliyor, savaş psikolojisinden etkilenenlere de tebdili hava diye bahsedilen bu türdeki eratı, dinlendirmek ve bunları yeniden kazanıp faydalanmak için de bir nevi terapi uygulanıyordu.

Gemi değişiminde de ilk plânda yurdumuza bunların gönderileceği ve yurda dönüşlerin bir haftaya kadar başlayacağı haberi anons edilmişti. Herkes hazırlıklarını buna göre yapsın deniliyordu ! Ve artık gazilerimiz geliyordu !. Güle oynaya Kore’ye gönderdiğimiz Murat’dan ise arkadaşları bile bir türlü haber alamamıştı. Aslına bakarsanız, Murat, çok iri yapılı gözünü daldan budaktan esirgemeyen bitirim bir askerdi. ”Hep vatan için canımız feda” derdi. Onu savaş bile yıldıramazdı. Fakat ayni tertip arkadaşları Kore’den dönerlerken, o ortalıkta yoktu her nedense. Ne yazık ki onu, göremiyorduk ?

Annesi, babası, kardeşleri ve yakınları buna bir anlam verememişler ve durumu öğrenebilmek için hemen arkadaşlarına koşmuşlardı. Arkadaşlarıda pek bir şey bilmiyordu. İyi ama şimdi ne olacaktı? Kaç gündür Murat’a kavuşabileceği anları iple çeken, onun hayaliyle yatıp, onun hayaliyle kalkan, ortada bir aile vardı. Onların ağlamaklı gözlerle tekrar evlerinin yoluna tutmasını tanrım kimselere göstermesin. Buna yürek nasıl dayanır bilemem? Günler günleri takip etmiş ve bütün aile Murat’dan kesin bir haber alabilmek için her türlü girişimde bulunmuşlardı. Bu uğraşıları da sonuçsuz kalmıştı. Dönenlerin anlattığına bakılırsa, kimine göre kahramanca şehit olmuş, kimine göre ise de esir düşmüş olabileceği şeklinde idi. İyi ama şehit olanlarda, künye kontrolu yapıldığından, böyle bir durum olsa, kayıtlardan da anlaşılır demişlerdi. Fakat her ne hikmetse, Murat’ın ismine bir türlü ulaşılamıyordu. En çok esir düşmüş olabileceği ihtimali üzerinde durulmuştu. Aradan geçen bu uzun süre içerisinde de sevindirici bir haber elde edilemeyince, olay da beklemeye alınmıştı. Sonradan gelen haber bülteninde de ismi yoktu. Askerlik şubesi de konu üzerinde hassasiyetle duruyor ve önemli olacak bir bulguya da rastlayamıyordu. Nihayet son gelen kayıplar listesinde bu defa adını bu listede bulmuşlardı ve bu liste kesindi. Ailesine durum bildirilmiş, ailesi ise önce şok’e olmuş, sonrada Allah'tan ümit kesilmez diyerek, daha sonraki gelecek birliklerde belki çıkabilir umuduyla kendilerine teselli etmeye devam edecekti. Şartlar bu şekilde oluşmuştu. Yani sizin anlayacağınız,son gelen listede Murat kayıp gözüküyordu.!

Komşuları da onlara destek verip, hiç belli olmaz bir bakarsınız, barışa varıldığı günlerin birinde karşınıza çıkıp gelebilir, diye sabır ve itidal tavsiye ediyorlardı. Ama ateş düştüğü yeri öyle bir yakmıştı ki, onu ancak başına gelenler bilebilirdi. Olan da zaten ailesine olmuştu. Oğullarının yokluğundan sonra, ailede hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyor, zavallı annesi ile babası yemeden içmeden kesilmiş oğlum.! Oğlum ! diye dövünüp duruyorlardı. Oğullarının bir gün çıkıp gelebileceği umuduyla, yıllar yılı beklediler. Öyle ya yaşam için umut, en büyük beklenti değilmi idi ? Ama hepsi boşunaydı. Ablaları ise sokaktan geçen askerlerden Murat hakkında bilgi edinmeye çalıştılar. Kimlere, kimlere sormadılar ki !.Ama Muratın başına gelen olaylar Türkiye’de değil de,G.Kore’de olmuştu. Buradaki askerimiz bunu bilecek durumda da değildi ? Bu acı öyle bir acıydı ki Allah kimseye tattırmasın ! Bütün bu uğraşılara rağmen, ne yazık ki aileyi sevindirecek, hiçbir haber, dahi elde edilemedi. Annesi Hatice teyze ise, her önüne gelene oğlu Murat’ı soruyor, hele önünden giden bir asker oldu mu, hemen  döndürüp, bu oğlum Murat’dır diye onların yüzlerine, gözlerine bakıyor, sırtlarını sıvazlayıp, başlarını okşuyordu.

Pehlivan yapılı babası İsmail bey amca ise üzüntüsünden bir deri bir kemiğe dönmüştü. Ne yapalım,”kadere keder olmaz” diyordu. Biz Türkler, çocuklarını hep bu vatan için yetiştiririz. Bu böyle biline, diyerek, güya üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyordu. Bu ülke için seve seve bir değil, bin Murat feda olsun demişti demesine ya ! Acaba ? gerçek öyle mi idi. Siz bunu bir de, Murat’ın annesi ile ablalarına hatta yakın akrabalarına sorun ? O kalbi vatan sevgisi ile dolu olan baba, oğlundan gelecek en ufak bir sağlık haberini dahi alamadan ve çektiği acılara da daha fazla dayanamadan bu dünyadan göçüp gitti. Arkasından annesi de ayni akıbete uğradı. Ablaları ise, evlerinin hemen yanıbaşına, Murat’ın ruhu için yıllar yılı akacak bir çeşme yaptırıp gelen geçenin hizmetine sundular. Şimdi burada bu sebili görenler, buz gibi suyundan avuç avuç içmekte ve dileklerinin olması ve Murat’ın da geri dönmesi için dualar etmektedirler. Sokaktan geçenlerin “Murat suyu” adını verdikleri bu su, halen kendi halinde sessiz sedasız akmakta ve bu akışınıda, yıllardır sürdürmektedir. Murat için bol bol dua edenlerle de, dolup taşmaktadır !

Temennimiz, Murat’ın 65 yıl sonra da olsa bir mucize yaratmasıdır, amma (!) Murat sahiden evine dönebilecek mi dir ? İşte bu bilinmiyor. Bu kadar yıldır dönmediğine göre ? Ne dersiniz ?

 
Toplam blog
: 13
: 460
Kayıt tarihi
: 19.02.13
 
 

Ankara, Tekniker Yüksek Okulu Makine Bölümü mezunuyum. 1941 doğumlu olup, emekliyim. Günde mutlak..