Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Temmuz '12

 
Kategori
Deneme
 

Körün Aynayla İmtihanı

Körün Aynayla İmtihanı
 

“Bütün bu zaman yanılgısının ortasında, omuzlarında birikenler artık yer bulamamaya ve sağdan soldan taşıp aşağıya düşmeye başladılar. Sezgilerin güçlü olmasına rağmen tam olarak nereden geldiğini kestiremediğin basınçlı bir hava kaplamış yüreğinin semalarını… Eksi yüklü bulutlar, senin gökyüzünün egemenliğini sarsmaya, diğer bulutların genetiğini değiştirmeye başlamış. İyi haber, bak hala hayattasın. Ama bir şeylere, birilerine peyk olmuş halde yaşamaya çalışıyorsun, o yüzden kırmızı düzeltmelerle dolu yüksek lisans tezi gibisin. Yüreğin, her gelenin aradığı veya ihtiyaç duyduğu şeyi yazıp astığı bir panoya dönmüş. Eğer girdiğin bu mücadeleden pırıl pırıl, tertemiz çıkmak istiyorsan beni dinle. Unutma, bendeki suretin, sen göremesen de hayatındaki her şeyi çıkarıp attığında geriye kalanın bir yansımasıdır.” dedi ayna ona, her gün yaptıkları konuşmaların sonuncusunda.

Ve devam etti: “Popüler kültürün asit yağmurları altında bütün değerlerin sırasıyla havlu attığı bir zaman aralığından geçiyorsun. Piyanonun tuşları arasından gelen muhteşem sesin, incecik bir belin kıvrımlarında kaybolduğu, aşkın billur sesinin kakofoninin içinde duyulmaz hale geldiği algıların dünyasına geçiş sancısı bir bakıma.. Etrafındaki her şey, zorlaya zorlaya sabrının sigortalarını attırabilmek üzere dizayn edilmiş gibi görünüyor. Senin bireysel çaban, tek başına hiçbir şeyi değiştirmeye yetmiyor gibi. Ama sen kendin için bir şeyler yapabilirsin. İçine düştüğün bu kodesten dışarıya doğru kazılan her tünel mubah… Reşat Nuri’nin Homongolos, Beckett’in Godot tüneli gibi… Bakma öyle saf saf. Sen ne demek istediğimi çok iyi anladın” dedi.

“Kaçanın meşrulaştığı, kovalayanın üveyleştirildiği düzenin kıymıkları gönlüne batarken, hayat senin üzerine bir etiket yapıştırabilmek için fırsat bekliyor olacak. Fare olup olmamaya, senin önyargılar karşısındaki direncin karar verecek. Peynire takılıp kalma sakın. O, sana yapacağın tercihin tepkisi ya da hediyesi olur anca. Sen, yine o piyanodan dökülen notaların sesine hasretmeye devam et bütün algılarını…“

“Her felsefe, onu oluşturan düşünce şeklinin dünyada yaptığı hataların bir toplamıdır. O toplamdan üretilen, türetilen, devşirilen ders notlarıdır belki. Kendinde olmayana sui-generis bir öykünme şeklidir. Bu yüzden sevgi üzerine, dostluk, arkadaşlık üzerine, vefa üzerine, hatta ve hatta aşk üzerine konuşurken iki kere düşünmeli… Sözcüklerin boyunun yetmediği dallardan toplamaya kalkmamalı o meyveleri” dedi ayna ona. “En üstteki meyveler, en iyileridir ve oraya erişebilmek için daha boyun çok kısa. Sana yere düşenleri topla demiyorum; çünkü dalıyla bağlantısını koparıp yere düşen artık herkesindir. Eğer sana ait bir şeyler olsun istiyorsan, hayatın sana verdiği seviyeden doyum çıkarmayı öğrenmek zorundasın. Aksi ya mutsuzluk, ya kontrolsüz hırs olur. Ve şunu hep hatırla; kendisine birkaç beden büyük gelen bir sevgiyi, açgözlülükle kendi üzerinde denemeye kalkan, onun içinde kaybolan, bu kaybolmuşluğunun verdiği hafiflikle kabahati hep terzide, hatta benim gibilerde arayan insanların ortasında yaşıyorsun” dedi ayna, o gözlerini ovuştururken.

“Ve güneşi çok sev” dedi. “Onu sevmekten asla vazgeçme. Güneşe kapını her zaman açık bırak. O hayatından içeriye doldukça, gözlerin değilse bile yüreğin, sözcüklerin ısınacak. Ve o güneş, canı sıkılınca (ben oynamıyorum) diyerek çekip gitmeyi erdem sayan, ne yarattığına ya da neyi bozduğuna bakma tenezzülünü, belki de cesaretini göstermeyen, duyarlılık fişlerinden birisi çekilmiş nesil uzantılarının ortalarda cirit attığı bir dünyada, yapayalnız kalakalmışlığın hikayesine yeni sayfalar açarken senin en yakın yoldaşın olacak. Bu, Tanrı’nın gözlerinden aldığını ruhuna üflerken kapına bıraktığı küçük bir teselli hediyesi olacak. Sen güneşle, güneşe yolculuk yaparken, onlar tablonun diğer ucunda, asırlık önyargılarını yanlarına alıp Titanic’te süper lüks kamaralarında okyanusun güzelliğini ve dalgaların valsini seyrediyor olacaklar. Sen sadece ışığa yürümeye devam et.”

Bir şeyler anlatacak oldu. Gözleri dolmuştu. Ama ayna hemen araya girdi: “Bir şeyler anlatabilmek asla bir duruş, bir meydan okuma olmamalı senin için. İnsan konuşmaya, anlatmaya zaman bulamadığı sürece hayatı dolu dolu yaşıyordur, mutludur bir bakıma. Çok konuşanlar, anlatacak çok şeyi olanlar demek değildir her zaman. Bazıları, yapacak başka bir şey bulamadıklarında, bu kara deliği sözcüklerle yamamaya çalışırlar. Ve genellikle hiçbir şey anlatmazlar. Çevrelerine mevzilenenler de sadece dinliyor görünürler. Seni ve varlığını önemseyen, sendeki kesif sessizlikten bile sana dair bin ifade süzebilir. Bunu hatırla hep. Dinlemek çoğulluğun, konuşmak ise tek başınalığın ifadesidir. Yani konuşmak kendi yalnızlığına yaptığın farklı bir itiraf, bir sunum şeklidir. Aslında şeytanın paralojik oyunlarından birisidir. Dinleyen en az iki kişilik bir iş çıkarır, konuşan tek… O yüzden şimdi ‘ben’ konuşuyorum, sen dinliyorsun.

“İnsan, içine sığmayan mutluluklar veya hüzünler yaşadığı zamanlarda üretemez, çünkü bunları yaşamakla, sindirmekle meşguldür. Başka bir etkinin araya girmesine izin vermez. Hatta kendisinin bile. Kavram kargaşası yaşadıysan şimdi, çok sevdiğin bestecileri düşün bir dakika. O büyük müzisyenler, en güzel bestelerini yalnız başlarına bir yere kapandıkları zamanlarda yapmışlardır. İnsanların arasına karışmışken, konuşurken, bir sonraki yalnızlık ayinlerinde kullanacakları malzemeleri biriktirirler. Beethoven mesela… Hiçbir zaman çok mutluyken ya da tersine acı duyuyorken oturmadı piyanonun başına. O sırada sadece dinledi. Kendisini, yüreğini dinledi. Sonra bir aralık, o ses kartelasından aklında kalanların piyano tuşları üzerinde özetini çıkardı, o kadar.”

“Sana dostluklarını, arkadaşlıklarını, vefalarını, paylaşım becerilerini anlatanlara da pek kulak asma. Bunlar kulakların için özel olarak seçilmiş ve soslanmış ifadelerdir. O yüzden ilk bakışta albeni seviyeleri ziyadesiyle yüksektir. Zaafından yararlanıp seni kendine çekerler. Halbuki sana ne verecekleri değil, senden ne koparıp kendine ekleyeceklerinin hesabına dalmışlardır. Evet dostum, bu saydıklarım, konuşulup anlatıldığında değil, yaşatıldığında, kendinden sonra gelenlere miras bırakıldığında gerçek elbiselerini giymiş olurlar, gerçek kimliklerine bürünürler. Çokeşli ruha sahip duygulardır bunlar.”

“Nefes alamamaya başladığını görüyorum, o yüzden bitireyim. Yaşanan, olan, biten, her şey senin kara kutunda birikiyor nasılsa. Kendine veya bir başkasına ait bütün sırlar da. Sen uçarken, bulutların, yağmurların sesini dinlemeye devam et. Ve serbest bırak kara kutuyu, istediğini kaydetsin. O kayıtların, sırların kapağı, ancak uçak düştüğünde ve içinden sağ çıkan kimse olmadığında açılacak. Sen o kutunun, sırların sütrelerinde yirmi dört saat nöbetlerinde değil, yaşayarak hayatı yorumlayacaksın. Ve sadece yaşayacaksın. İstinkaf etmeyerek, güneşe yürüyerek… Kanadyenlerinden birisinin adı ‘umut’, diğerininki ‘gerçek’ olacak.”

“Şimdi gözlerini kapat bir süre. O anda kirpiklerinden doğan küçücük hava esintisi, büyüyerek çoğalacak ve dünyanın dört bir köşesini dolaşarak bulduğu her mutluluk öyküsünü önüne katacak. Gökkuşağının yedi rengiyle yıkanmış bembeyaz bir armağan olarak, en ihtiyaç duyduğun anda sana geri dönecek. Yüreğini de, kollarını da açık tut.” dedi ayna.

Dedi ve sustu ayna, konuşurken kenarlarında oluşan küçük çatlaklarını onun göremiyor oluşunun iç yakan rahatlığıyla…

 

 
Toplam blog
: 16
: 4272
Kayıt tarihi
: 16.09.08
 
 

Fotoğraf makinesiyle, gazetelerle, dergilerle içiçe yaşıyorum. Takım elbise ve kravatlı camiadanı..