Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Şubat '07

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Kosova neden lanetlidir?

Kosovalı dostum, Kosova ovasının enginliklerine doğru bakıp “Kosova lanetlidir!” dediği zaman ben de hayret etmiştim böylesi iddialı bir ifadeye, ama küçücük ve henüz ülke dahi olmayan bu topraklarda Osmanlı tarihinin daha dünmüşçesine canlı ve hayatta olduğunu bu ifadenin açıklanmasıyla anladım.

Bir iş için kısa bir süre kaldığım Priştine’nin yirmi kilometre kadar yakınındaki Obiliç köyüne gittiğimizde birden kendimi bir zaman tüneline girmiş gibi hissettim. Bundan tam altı yüz on dört yıl önce bir 22 Haziran günü ordularının başında Sırpları mağlup etmiş ve son Gazi ünvanlı Osmanlı padişahı olan Birinci Murat Hüdavendigâr, muharebe meydanında kendine yaralı görünümü vermiş bir Sırp soylusu olan Miloş Obiliç tarafından bıçaklanarak şehit edilmişti. Altı yüz yıldan fazla bir aradan sonra dahî, soluduğunuz havanın her zerresinde tarihi hissettiğiniz bu diyarda Türkler, şehit olan ilk padişahımızın canını alan bu kişiye Kopiliç diye hitap etmekte ısrar ediyorlar. (Kopil = yerel dil olan arnavutçada “babası belli olmayan”) Ama, yerel Sırplar (sayıları iç harpten sonra hayli azalmış dahi olsa) hala savaş alanının hemen yanıbaşındaki köyü–çok kısa zaman önce kimsenin kullanmadığı arnavutça bir isim verilmiş de olsa- Obiliç diye anmakta. Kosova’nın laneti de üçüncü Osmanlı padişahının canının kalleşçe alınmış olmasına bağlanıyor ve bu asırlardır çözülemeyen lanet, Kosova’nın bugün yaşamakta olduklarının altı yüz yıldır ödenemeyen bir ihanet faturası olarak görülmekte.

Savaşın yapıldığı ovanın bir kıyısında ulu bir dut ağacının serin gölgesine sığınmış olan Sultan Murat türbesi Kosovalı Türklerin “Türbe” diye andıkları bir ziyaret yeri. “Türbedar” soyadı taşıyan ve nesilden nesile bu türbenin bakımı ve korumasını kendilerine tarihi bir ödev ve miras olarak almış olan bir ailenin fertleri bu tarihi mirasımızın iyice yokolmasını bir nebze önleyebiliyorlar. Karşılaştığımız en son nesil olan bir genç kız türbe bahçesindeki sadece bir göz odacıktan ibaret evlerinden çıkarak son derece temiz bir türkçeyle bizi buyur etti, koca anahtarı şakırdatarak açtığı türbenin kapısından. Bu cefakar ve asil insanlar, arada bir çıkıp gelen bizim gibi ziyaretçilerin bıraktığı bağışlarla geçiniyor ve hiç şikayet etmiyor. Üzerinde Türk bayrağı ile donatılmış olan tabut aslında Sultan Murat’ın sadece iç organlarının konduğu bir mezarın yerini belirliyor. (Zira, Murat Han’ın cesedinin kalanı mumyalanmış ve öylece Bursa’ya getirilip gömülmüştü.)

Türbenin durumu içler acısı!...Onca bakan, onca belediye başkanı (Buna Ali Müfit Gürtuna da dahil) ve hatta Süleyman Demirel Cumhurbaşkanlığı sırasında gelmiş, türbede dua etmiş ve durumun düzeltilmesi için gerekenin yapılacağını belirtmiş ama çatlamış duvarlarıyla, sökülmekte olan taşlarıyla ve zaman zaman hırsızların elinde avizesiz kalan bu tarihi anıt, vefakâr birkaç insanın korumasıyla bu güne kadar önlenmesi için birşey yapılmayan kaderine karşı direniyor. Direniyor ve verilen o sözlerin ne zaman tutulacağını merak ediyor. Ama, siz türbenin etrafında dolaştıkça tarihin yüküne dayanamayan dut ağacının dallarının çatırtısını ve çatlayan duvarların sızıltısını duyabiliyorsunuz. Siz duyabiliyorsunuz ama, Kosovalıların sayısız dilekçesine ve hatta Prizren’deki Türk taburunun yazılı müracaatına rağmen tüm işlerinden bir türlü vakit bulup buraya zaman ayıramayan Anıtlar Yüksek Kurulu’nun bu sesi duyamadığı iddiası tüm Kosovalı Türklerin dilinde. Sorulan soru hep, “Atanızı ne çabuk unuttunuz?”

Evet bu soruyu haykırarak sormak gerekiyor. Sormak gerekiyor, çünkü bir tarafta Sırpların ovaya hakim bir tepeye diktikleri muhteşem kule şeklindeki bir anıtla ölümsüzleştirdikleri ve ancak arkadan bıçakla saldırabilen bir kalleş “kahraman”, öte tarafta ise birkaç misli kuvvetteki bir orduyu yenip Osmanlıya Avrupa’nın kapılarını açmış ve düşmanı da olsa yaralıya yardım eli uzatan bir şehit kahraman. Birinin arkasında Türkiye gibi, bir dünya ülkesi olma iddiasında ve hırsızlarına milyarlarca dolar bağışlayan bir ülke, diğerinin arkasında ise henüz daha toplu mezarların ve Gjakova’da kaybolan bin üç yüz kişinin hesabını verememiş bir Sırbistan. Birini cılız bir genç kız ve annesi koruyor; diğerini ise KFOR diye anılan Birleşmiş Milletler askerleri, hem de özel jeneratörleri ile donatılmış nöbetçi odalarında. Biri ovada çürümeye terkedilmiş şimdiki anavatandaki evlatları tarafından, diğeri ise granit taşın onca azametiyle, yenilgiyi ve bir katli de kutluyor da olsa, Murat’ın ovasına hükmederek bakıyor tepeden.

Balkanların ortasındaki bu küçük toprak parçası çok kritik günler yaşıyor. Çünkü bu toprakların kaderi tayin edilmek üzere: Bağımsız bir ülke mi olacak, Sırbistana mı bağlanacak yoksa Arnavutluk’a mı bağlanacak belli değil. Ama Türkiye her konuda olduğu gibi belli ki burada da reaktif davranmayı proaktif davranmaya tercih ediyor. Bekleyelim, Sırbistan’a bağlasınlar ondan sonra bağırıp çağırır, sağa sola derdimizi anlatmaya çalışırız havası, birkez daha hakim buralara. Çünkü Türkiye inisiyatifle öne çıkıp sorumluluk alan, yönetebilen ve yönlendirebilen kadrolardan yoksun olduğunu birkez daha burada gösteriyor. Türkiye yine hizmeti buraya gönderdiği çakı gibi bir tabur askerden ve Türkiye’de kimsenin bilmediği 170 tane pırıl pırıl, dört dörtlük eğitimli polisten bekliyor. Ama Türkiye’nin Balkan politikasına karar verip onu yürütenler, buralara sosyolog, nüfus bilimci, eğitimci, ekonomist, siyaset bilimci gönderemiyorlar. Burada asker ve polisimiz dışında sadece Efes birası, Ülker şekerlemesi ve Mavi blucinleri var. Oysa, kaldığım otelin odaları düzine ile gıda bilimci, kooperatifci, sosyolog vs gibi temel ihtiyaçları tesbit eden Amerikalılarla doluydu. Türkiye’de boğaz tokluğuna çalışmak isteyen onca genç ziraat mühendisi varken, Kosova’nın ovaları ekilmemiş bekliyor (Sanki Türkiye’nin ovaları pek bir verimli ekiliyor diyenleriniz çıkarsa, onlar da haklı olur.) Türkiye’de onca genç çevre mühendisi ne iş olsa yaparız derken, Kosova’nın tek enerji santrali bu münbit arazilere yaktığı kömürün zehirli dumanını arşa yükselen bir sarı bulutla her an kusuyor.

Yok mu bu ülkede Dünya Bankası kredisi alıp desülfirizasyon tesisi yapacak Gama’lar, Enka’lar? Nerede bu topraklardan gelen iş adamlarımız? Ali Şen ve daha niceleri. Çok mu zor Kosova’ya Türk elini uzatmak? Priştineli Hakan Şükür için takım arkadaşlarını oraya götürüp bir turnuva yapmak imkansız mı? Prizrenli Ali Şen getiremez mi Fenerbahçeyi? Türkiye yine şekere, una sahipken helva yapmayı beceremiyor.

Kosovalı Türklerin tüm ümidi doğudan doğacak güneşte ama o güneş hep aymazlık ve vurdumduymazlık bulutlarının arkasına saklanmayı tercih ediyor.

 
Toplam blog
: 14
: 3754
Kayıt tarihi
: 29.06.06
 
 

1953 Trabzon doğumluyum. TED Ankara Koleji (1971), ODTÜ Makina Müh (1976) lisans, University of New ..