Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Kasım '06

 
Kategori
Eğitim
 

Kötü eğitim -2

Kötü eğitim -2
 

Dünyaya, nerede, hangi şartlarda ve kimin çocuğu olarak gelmişsen aşağı yukarı ona göre bir hayat yaşarsın. Oturacağın ev, yaşayacağın semt, gideceğin okullar, karşılaşacağın insanlar, arkadaşların, sevgililerin, evleneceğin kişi ve hatta fiziksel görünümün hep ona göre olacaktır. İstisnalar mutlaka vardır ama kuralı bozmaz. Olağanüstü bir yeteneğe, akıl almaz bir hırsa ve baş edilmez bir iradeye sahipsen belki kader çizginle birazcık oynayabilirsin, ancak bunların hepsinin bir kişide bir arada toplanma ihtimali de herhalde milyonda bir falandır.

Ayrıca ve ek olarak; hangi sınıftansan ona göre eğitim görürsün (ya da hiç göremezsin); hangi okullarda eğitim görürsen ona göre sınıfın olur. Şimdi "sınıf" değil, "gelir grubu" deniyor kibarca ama aslında ikisi de aynı şey…

Okumayı hep çok sevmişimdir. Okuma - yazmayı ilkokula başlamadan kendi kendime öğrenmiştim. Abime çevremde gördüğüm tabelalarda ne yazdığını sorardım ısrarla. Nasıl öğrendiğimi hatırlamıyorum, ama bir harfleri tanıdığımı ve yazıları okuyabildiğimi fark ettim. Dükkan tabelalarını ve önceleri sadece resimlerine baktığım gazetelerin manşetlerini falan okuyabiliyordum. Artık elime ne geçerse okuyordum. Yolda yürürken başım hep yerde gazete parçaları arardım alıp okumak için. Kimse beni okumaya teşvik etmemişti. Kalemim, defterim falan da yoktu.

Bu arada ilkokula başlama yaşım gelmiş ama başlayamamıştım. Çünkü ailenin tek çalışanı ve gelir sağlayanı durumundaki babam ağır bir hastalığa yakalanıp hastaneye yatmıştı. Kimsenin benim okulumu düşünecek hali yoktu o sırada. Abim okulunu dördüncü sınıftayken bırakıp işe girmek zorunda kalmıştı. Ben de onunla birlikte işe başlamıştım. Küçük bir lokantada servis elemanı olmuştum. Tepsileri taşımakta güçlük çekerdim ama alıştım sonraları. Çalışma bana önceleri oyun gibi gelmişti de sonradan bugüne kadar sürecek bir zorunluluk halini aldı.

O yüzden ilkokula bir yıl geç başladım. Açıkçası, yedi yaşındaki çocukların çalışmasını zorunlu kılacak derecede yoksulduk, ama o zamanlar bu hiç de göze çarpacak bir hal değildi. O zamanlar bizim yaşadığımız çevrelerde çocuğun çalışması değil, çalışmaması, çalıştırılmaması ayıplanırdı. Bir işe girsin, şimdiden meslek öğrensin denirdi. Çevremizdeki herkesin durumu bizim gibiydi. Hatta babam iyileşip çalışmaya başlayınca neredeyse "orta halli" bir aile olmuştuk. Kendi evimiz vardı; az da olsa köyden bir gelirimiz vardı.

Sonraki yıl ilkokula başladım ama çalışmaya da devam etmek zorundaydım. Sabahçıysam öğlenden sonra, öğlenciysem sabahleyin işe giderdim. Bütün okul hayatım boyunca da öyle oldu. O yüzden okul bana hep bir dinlenme fırsatı, bir tatil gibi gelmiştir. Herkes Cuma günleri, tatil başlıyor diye sevinirken ben bunalıma girerdim. Pazartesi günleri okula giderken benden mutlusu yoktu.

Neyse okula başladık. Elimizi kaleme alıştırmak için eğik çizgi falan çiziyoruz. Hatırlarsınız, öğretmenler öğrencilere harfleri tanıtırken önceleri doğrudan adını söylemez, işte E harfine "tarak", Y’ye "çatal" falan derler. Bizimki de öyle başlamıştı. Çizgilerden harflere, harflerden hecelere, oradan kelimelere doğru giden bir öğretme yöntemi... Harflere geçtiğimizde, öğretmenimiz tahtaya bir H harfi çizip "bunu bilen var mı?" diye sormuştu. Ben hemen atılıp "H" dedim. Ancak öğretmenimiz kızgınca, "hayır, bu bir merdiven; otur yerine" diye azarladı beni. Herşey aşama aşama öğrenilecekmiş. Benim bildiğim H bir merdiven olmuştu okulda. Nasıl olurdu bu? Ondan sonraları öğretmenimiz bir soru sorduğunda ne zaman parmağımı kaldırsam "sen indir" derdi. Arkadaşlarım harfleri heceleri ezberlemeyi yeni yeni öğrenirken ben dışarda çatır çatır Tommiks, Teksas okuyordum ama kimsenin aklına beni alıp bir üst sınıfa yollamak gelmiyordu.

Okul hayatım boyunca evde hemen hemen hiç ders çalışmadım. Daha öğrenim yılı başlarken kitaplarımı alır, bir hikaye kitabı okur gibi hepsini merakla baştan sona okurdum. Bir de öğretmen ders anlatırken iyi dinleyince ders çalışmama zaten gerek kalmazdı. Sadece zorunlu yazılı ödevleri, onları da hep son dakikaya bırakarak yapardım. Notlarım güzeldi, ilkokul karnelerime nadir sayıda "iyi" düşmüştür.

Ondan önceki öğretmenlerim de iyilerdi ama dördüncü ve beşinci sınıftaki öğretmenim Ayşegül hanım gerçekten bir öğrencinin okul hayatı boyunca görüp görebileceği en mükemmel öğretmendi. İnsanlığı, öğretmenliği, güzelliği, hoşgörüsü, bilgisi, öğrenciye davranışı, kısaca herşeyiyle kusursuzdu. Kulakları çınlasın; şimdi ellili yaşların ortalarında olmalı. İlkokuldan üniversiteye kadar, bütün okullarda öğrendiğimin yarıdan fazlasını ondan öğrendim diyebilirim. Bazen sınıfa ödev verip beni özel olarak ortaokulda göreceğim derslere çalıştırırdı. Harika bir insandı. Onun teşvikiyle Anadolu Lisesi sınavlarına girip kazanmış ancak o lise ilimizde olmadığından ve yanı sıra maddi imkânsızlıklar yüzünden gidememiştim.

"Kötü eğitim" derken bu nitelemenin dışında tutabileceğim tek okulum ilkokulumdur. Okulumuz fiziksel donanım yönünden fena değildi; şans eseri iyi öğretmenlere rastlamıştım. Okumayı zaten seviyordum. Sonuçta da oradan çok şey öğrenerek ve okuma hevesim daha da artarak mezun olmuştum. Ancak sonrasında okul yönünden şans hiç yanımda olmadı ne yazık ki. Birinci ve ikinci bölümde ancak birazını anlatabildiğim ortaokul, lise ve mecburen sonraki yazıya kalan fakülte bu kötü şans ve kötü eğitime iyi bir örnekti.

Okul anılarım da pehlivan tefrikasına döndü maaşallah! Ben şöyle bir değinip geçeyim diye başlamıştım ama üç bölüm oldu hâlâ bitiremedim. Üstelik herşeyin üzerinden atlaya atlaya gittiğim halde. Kısmet olursa, aynı atlamalı, patlamalı yöntemle üniversiteyi de anlatıp bitireceğim.

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..