Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Kasım '06

 
Kategori
Eğitim
 

Kötü eğitim -4

Kötü eğitim -4
 

Sorun, okul binasını görünce yaşadığım büyük şoktu. Elimdeki kayıt rehberinden adresi bulup yıpranmış bir tabelanın siyah zemini üzerine sarı harflerle yazılmış "TC ..... Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu" ibaresini görünce biraz endişelendim ama bir yandan da oranın okulun sadece kayıt işlemlerinin yapıldığı bir bölümü olduğunu düşündüm. Tabelayı görmeme rağmen o endişe ve umutla çevrede binanın kapısında duran birine kağıdı gösterip, "bu adres burası mı?" diye sordum. Saçma bir soruydu ama benim yerimde kim olsa sorardı. Yüzüme acır gibi bakarak "evet, burası" dedi. Okulun öğrencilerinden biriymiş. Kayıt yaptıracağımı söyledim, sağolsun başvuracağım yeri tarif etti.

Kayıt işlemlerimi bitirip dışarı çıktım. Binanın tamamını görebilecek bir noktaya kadar geri çekilip yeni okuluma tekrar baktım. Apartmanla fabrika binası arası bir şeydi. Dik bir yokuşta, cephesi gri boyalı, bahçesiz sıradan bir bina. Kapıdaki öğrencileri ve tabelayı dikkate almadan önünden bin defa geçseniz oranın bir okul, hem de üstelik bir yüksekokul binası olduğunu asla anlayamazdınız. Zaten bir tekstil fabrikasının en üstteki üç katı kiralanıp okul binası olarak kullanıma açılmıştı. Alt katlardaki fabrika harıl harıl çalışıyordu. Girerken adres sorduğum öğrenci hâlâ oradaydı. "Okulun esas binası burası mı, burada mı ders göreceğiz" diye sordum bu kez. "Evet" dedi bıkkın biçimde. Aynı soruyu benden önce birçok kişi sormuş olmalıydı. Net bir "cehenneme hoş geldiniz" edası vardı cevabında.

Zamanında o oranın öğrencisi olup da bu yazıyı okuyanlar hangi okul olduğunu hemen tahmin edeceklerdir ama bu diziye başlarken kişi ve kurum ismi vermemek gibi bir kararım vardı. O yüzden ismini vermeyeceğim. Zaten şimdi eski yerinde değil.

Taşra kentlerinden sınava girip İstanbul’daki üniversitelerden birini kazanan hemen her öğrencinin kafasında İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt’taki merkez kampüsünün tarihi ana giriş kapısı canlanır. Hani paraların üzerinde bile resmi olan kapı... Kazandığı okulun İstanbul Üniversitesi olmadığını bildiği halde en azından kendi okulunun da benzer çapta bir üniversite kampüsü olabileceğini ümit eder. Elbette ben de bu konuda herkes gibi düşünüyordum. Lakin şimdi karşısında inanmaz gözlerle baktığım bina, üniversite kampüsü zenginliği ve gösterişi bir yana, normal bir yapı olarak bile hiçbir mimari orijinaliteye ve estetiğe sahip değildi. Karton bir kutuya pencere yerine delikler açıp oraya öylece bırakmışlar gibiydi.

Sanki lisedeki okul konusundaki kötü talihimin kâbusu kaldığı yerden yeniden başlamıştı. Hayal kırıklığım öylesine büyüktü ki, o okulu orada öylece bırakıp hemen Antep’e dönmek istedim. Hatta otobüse falan bile binmeden, ta memleketime kadar koşa koşa geri dönmek!.. Ama yapamazdım. O kadar hengâmeden sonra tekrar yıl kaybedemezdim. Kaderime razı oldum.

Tabii okulla ilgili sorunlar sadece binasının yetersizliğiyle, benim sorunlarım da sadece okulla sınırlı değildi. İstanbul’da bir an önce barınabileceğim bir yer bulmak ve aynı zamanda hemen okul dışında çalışıp para kazanabileceğim bir iş aramak zorundaydım. Geçici olarak bir akrabamın kaldığı bekar evine yerleştim. Bu arada okul açıldı, dersler başladı. Ancak bütün öğrencilerin okul binasını ve sınıfları görmeleriyle başlayan hayal kırıklığı okulu tanıdıkça daha da artıyordu. Üst sınıflardaki öğrencilerin bıkkın ve ümitsiz hali hemen bize de yansımıştı. Dersler tatmin edici değildi. Uygulamalı ders hem hiç yoktu. Oradan mezun olsan bile işe girme ihtimalin bahçende altın madeni bulma ihtimaliyle aynıydı. Derslere devam zorunluluğu sadece kâğıt üstündeydi. Gazeteciliğe heveslenip orayı tercih eden hali vakti yerinde kolej mezunu bazı arkadaşlarımız sabah okula diye geliyor, tam içeri girecekken kapıdan geri dönüp hemen yandaki kafeye giriyorlardı. Akşama kadar çay, kahve, tavla ve eve dönüş. "Ay, okul çok banaal" nidaları duyardık bu arkadaşlarımızdan sık sık! Haksız da değillerdi...

Hal böyle olunca öğrencilerin çoğu da derse girmek yerine direkt alt kattaki kantine yöneliyor. Orada bir bölümü manita muhabbetlerine bir bölümü de siyasi çalışmalara yöneliyordu. Malum, "boş duran dimağlara zararlı fikirler üşüşür"! Evet, “politize okul laneti” yine peşimdeydi. Onca fakülte arasında bula bula yine dönemin en politize okulunu bulmuştum. Oysa ÖYS sınavında aldığım puan ODTÜ’nün bazı bölümlerini kazanmama yetiyordu. Okulda asıl faaliyet kantindeydi. Birçok öğrenci o kantinden mezun olma yolundaydı. Boykotlar, gösteriler, YÖK’ü kınama eylemleri, gruplar arası kavgalar yerli yerindeydi. Sanki benim lisem, binası ve öğrencileriyle birlikte Antep’ten kalkıp İstanbul’a taşınmıştı. Burada bir parantez açıp bir öğrenci olarak o siyasi eylemlerde dile getirilen taleplerin çoğuna katıldığımı belirtmek istiyorum. Çoğu haklı taleplerdi. Onları o fikirleri savunuyorlar diye kesinlikle suçlamıyorum. Benim derdim bu tür eylemlerin öğrenimin temel amacını ve özgürlüğünü engellemeyecek bir tarzda yapılmasıydı. Yani "önce öğrenci, sonra eylemci" olmak gerekiyordu. Ama tam tersi oluyordu hep ne yazık ki...

Bütün bu olumsuzluklar birçok öğrenci gibi benim de okuldan soğumamı beraberinde getirdi. Bir yandan da müzmin parasızlığım devam ediyordu. Oysa oraya ne heveslerle gelmiştim... O tablo karşısında, hem devam zorunluluğu olmadığı hem de geçinmek için çalışmak zorunda olduğumdan ben de okulu boş verip inşaatçılık mesleğime geri döndüm. Bir kenar semtte tek odalı bir gecekondu kiralayıp yerleştim. Yine de fırsat buldukça derslere ve tabii mecburen vizelere giriyordum. Öyle böyle derken sonunda okulu bitirdim. Orada ne öğrendim? Çok az şey…

Okul bitti. Peki çile bitti mi? Maalesef... Bir iletişim fakültesi mezunu olarak iş aramak dünyadaki en umutsuz çabalardan biridir. Hele bir de erkekseniz; yaşınız otuzlara yaklaşmışsa; kara kuru bir Anadolu çocuğuysanız ve güçlü bir ekip içinde yer almıyorsanız Allah yardımcınız olsun. Düşünün, ülkede bu okullardan mezun olan öğrencilerin çalışabileceği gazete, dergi, televizyon, radyo vs sayısı belli. Bunların kadroları zaten dolu. Üstelik buralarda çalışacakların iletişim fakültesi mezunu olması gibi bir koşul yok. Her gün yeni elemanda alınmıyor. Buna karşılık yirmiye yakın iletişim fakültesinden her yıl en az iki-üç bin kişi mezun olup iş aramaya başlıyor. Nerede, nasıl bulacaklar? Yazık değil mi bu okullar için harcanan kaynağa, toplumsal enerjiye?

Bana gelince: Valla yine büyük bir tesadüf sonucu ve okuldan mezun olduktan epey bir süre sonra bir işe girdim. Maddi sorunları bir nebzecik aşabildim. Şimdilik öğrenim gördüğü alanda çalışabilen "şanslı" azınlıktan biriyim. Ama bu işte ne zaman ne olacağınız hiç belli olmaz. O yüzden “şimdilik” kaydını koyuyorum. Bu da bize bir kumar makinası gibi çalışan eğitim sisteminin armağanı işte. Artık ne çıkarsa bahtına...

Bittiii. Aslında bitecek gibi de değil de daha fazla yormayayım sizleri..

Yav hazır başlamışken bir de şu gazeteciliğin sorunlarına mı el atsam acaba!!! Şaka şaka!...

Tek blog niyetiyle başlayıp sonradan diziye dönüşen yazımı tahammülle okuyan bütün okur-yazar arkadaşlarıma sonsuz sabırları için çok teşekkür ederim.

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..