Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Mart '12

 
Kategori
Eğitim
 

Köy Enstitüleri üzerine

‘Köy Enstitüleri’ Cumhuriyetin zorunlu ve mantıklı sonucu olarak girişilen, bu eğitim seferberliği karşısında okuryazarların serbestçe vaziyet alışları, ileri geri birçok anlayışları, düşünceleri, alışkanlıkları ortaya koydu. O kadar ki, insanın rast geldiğinde; ‘‘Köy Enstitüleri hakkında ne düşündüğünü söyle, kim olduğunu söyleyeyim’’ diyeceği geliyor. Aşağıya yazacağım sözler okuryazarların söylediği sözlerdir.

‘‘Daha şehir çocuklarını doğru dürüst okutamıyoruz, kalkmışız köylüleri okutmaya… İnsanın yorganına göre bacağını uzatması gerekir. Para yok, öğretmen yok, kitap yok, binlerce çocuğu toplayıp yarım yamalak yetiştirmenin manası var mı?’’

‘‘Bence bu iş böyle olmaz. Milletin parasını böyle fantezilere harcamaya hakkımız yok. Önce köylümüzü sefaletten, hastalıklardan kurtarmak gerek.’’

‘‘Köylü çocuklarını şımartıyoruz. Enstitüde okuduk diye çalımlarından geçilmiyor. Göreceksiniz sonunda bunlar bize kafa tutacaklar. Besle kargayı oysun gözünü.’’

‘‘Kendim görmesem inanmazdım. Ankara Halkevi’nde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri Faust’u görmeye gelmişlerdi. İlkin asker zannettim. Kaba kaba elbiseler, kapkara yüzler, korkunç bir ter kokusu. Bir facia. Bunlar öğretmen olacak da…’’

‘‘Bunlar Shakspeare’in, Goethe’nin, Gogol’un, Balzac’ın eserlerini okuyorlarmış. Güler misin, ağlar mısın? Bu eserleri biz bile okuyup anlamıyoruz.’’

‘‘Canım bu çocuklar öğrenci mi, işçi mi? Zavallılar akşama kadar boğaz tokluğuna çalıştırılıyorlarmış. Gıdasızlıktan verem olanlar varmış. Yazık, günah değil mi? Zaten bir insana hem kültür hem sanat kazandırmak olacak iş midir?

Bütün bu tenkitlerde ortak olan özellik, meseleye uzaktan ve dışarıdan bakmaktır. Köy Enstitüleri az çok hepimizin ortak davası olduğu halde birçok okuryazar başkalarının giriştiği bir denemeden bahseder gibi davranıyorlar.

Aslında bu sözler tenkit değil kötüleme, yadırgama, küçümsemedir. Bunları söyleyen veya benimseyerek nakledenler bilerek bilmeyerek devletin bir yenilik teşebbüsüne sorumsuzca karşı koymuş oluyorlar.

Biz henüz eski devletli okuryazarların alışkanlıklarından kurtulmuş, köylülerin okuryazarlığa bizim çocuklarımız kadar hakkı olduğuna gerçekten inanmış değiliz. Okuryazarlarımızın birçoğu ve özellikle hallerinden memnun olanlar, devletin ilk önce onların isteklerine cevap vermesini, onların beğenisine göre aş pişirmesini istiyorlar. Çabasını ve dikkatini büyük kütleye çeviren devlet adamlarını beğenmiyorlar, köylüye sayısı ölçüsünde önem verilmesine bir türlü katlanamıyorlar. Devletin kendilerini okutmuş, yerleştirmiş, ayağına otobüs, uçak, tramvay getirmiş, çocuklarına ilk, orta ve yüksekokullar hazırlamış olması fedakârlık sayılmaz. Bunları düşünmek devletin tarihi, tabii, apaçık ödevidir, ama köylüler için harcanan paranın ve emeğin adı, en uyanıklarımızın ağzında bile fedakârlıktır. Sanki devlet bizim kadar onların da devleti değilmiş gibi.

Kendi çocuklarının nice kusurlarına göz yuman aydınlar arasında bile enstitü gençlerinin en olağan aşırılıklarını, acemiliklerini zifiri karanlık bir öfkeyle karşılayanlar oldu. İnsan şeftali ağacına düşman olur mu? Enstitülerin diktiği şeftali ağacına düşman aydın kişiler çıktı. Hacının hocanın elleri öpülmeye değer de yediğimiz ekmeği taştan çıkaranların elleri değmez mi? Köy Enstitülerine en çok niçin çamur atıldı, bilir misiniz? Bu kurumlarda iş ilkesi öne sürüldü, iş eğitimi yapıldı, öğrenciler duvar ördü, ağaç dikti, işçilere benzedi diye. Ne demekmiş okulda işçilik? Okul efendi yetiştirirmiş, ter kokulu, eli nasırlı işçi değil. İşçiyi köle sayan düşünüşün tepkisiydi bu. Okulun üretici değil tüketici olmasını istiyordu. Ağaç dikme, aşı yapma karatahtada öğretilebilirdi yalnız öğretmen olacak efendiye. Hasanoğlan gençlerinin su çıkmaz denen kıraç dağlarda su bulup kendi döktükleri borularla bu suyu köye ve enstitülerine getirmeleri, bu sudan elektrik çıkarmaları sevinç yaratacak yerde kuşku yarattı. Aynı gençlerin elleriyle yaptıkları tohum atan köylü heykeli bir umacıya benzetilip yıktırıldı.

Köy Enstitüleri en geniş milli kaynağımızdan, yeni bir memleket ve dünya görüşüyle, çağdaş eğitim metotlarıyla katıksız bir cumhuriyet okuryazarlığı türetiyor. Kısa bir zamanda kendi duvarlarını kendi elleriyle yaparak devrimi gerçek anlamıyla benimsemiş, hayatta tek mürşidin ilim olduğuna inanmış, okuryazarlıkla alın terini karıştırmış köy öncülerinin tenkit edilecek tarafları mı yok? Var elbette; fakat bunlar zaruretlerin kendi yağıyla kavrulmanın, duvarını kendi yapmanın doğurduğu eksiklikler değil midir? Yardım edemeyen veya etmek istemeyen okuryazarlar bu muhteşem çabayı birer kültür dostu olarak merakla seyredebilseler, oturdukları yerden karakuş yargıları vereceklerine Avrupalı gazeteciler gibi enstitüleri gidip gezseler, vatan ve millet sevgilerinden bile şüphe ettikleri bu kazanılmış vatandaşların vatana ve millete hangi koşullar içinde nasıl hizmet ettiklerini kendi gözleriyle görseler. Anlasalar ki, tenkitleri peşin yargılardan, kuruntulardan, dedikodulardan başka bir şeye dayanmıyor.

İsraf dedikleri yerde millet ölçüsünde kanaat, pis dedikleri yerde millet ölçüsünde temizlik, geri dedikleri yerde millet ölçüsünde ilerilik vardır. Şımarık ve saygısız dedikleri enstitülü, devrimin ve yasaların kendisine verdiği hakları aramaktan başka bir şey yapmıyor. Ter kokusuna gelince, çoğunluğun işe karıştığı her yerde şimdilik bu koku olacak. Herkesin bol suya kavuşacağı günlere daha çok zaman var. Milyonların temizliğe doğru bir adım atması, birkaç yüz kişinin mis sabunuyla yıkanmasından çok daha güzeldir.

Köy Enstitülerinin getirdiği fikirleri ele alalım. Belki de bu fikirlerin bilinmemesi, yeterince kavranmaması birçoklarını Enstitülere düşman etmiştir.

Bu fikirlerden biri, öğretimle eğitimin ayrılmazlığı ilkesiydi. Bu demekti ki, okul insanı bir bütün olarak ele alacak, ahlakını bilgisinden, kafasını gönlünden ayrı düşünmeyecek, ders öğütün, öğüt dersin içine girecek, daha doğrusu biri ötekinin ta kendisi olacaktı.

İkinci bir fikir, öğretim ve eğitimin işle birleştirilmesi, bilginin hayat savaşı içinde kazandırılması fikriydi. Ders ev yapmanın, ağaç dikmenin, hastalıklarla savaşın, toprağını tanımanın, hayvanı, makineyi kullanmanın, kooperatifi idare etmenin ta kendisi olacak, hayat ve kültür bir arada kazanılacaktı.

Köy Enstitüsü kurucularının bir başka ilkesi, her türlü eğitim ve öğretim işine, çevrenin en kötü şartları içinde başlamaktı. Sulak, uğrak, yumuşak yerlerden mahsus kaçıp enstitüleri en olmayacak sayılan yerlerde kuruyorlardı. Böylece iş artıyor, zaman kaybediliyor ama öğrencinin gideceği yeri yadırgamaması, her çeşit zorluğu yenmeye alışması gibi paha biçilmez bir insan değeri, bir öncülük gücü kazanılmış oluyordu. Üstelik okul, hazıra konan, verilenle yetinen bir kurum olmaktan çıkıp yaratıcı, yeşertici bir çehre kazanıyordu. Köy Enstitülerinin en fazla yadırganmış, çatılmış olan kaba sabalığı, ter kokusu, tozu toprağı arkasında işte bu asil düşünce saklıydı. Kaldı ki bugün Köy Enstitülerini gezenler, ilk durumlarını bilmedikleri için, hepsinin en güzel yerlerde kurulmuş olduğunu sanabilirler.

Köy Enstitüleri Cumhuriyet eğitim tarihinin en başarılı kurumu olmalarını, bir Türk buluşu olarak Batı’da yankılar uyandırıp Doğu’da örnek tutulmalarını, geriliğimizin bamteline bastıkları için gördükleri sert tepkiye 15 yıllık kötülemelere, budamalara karşı hala aydınlarca savunulmalarını, bilimsel ilkelere, gözlem ve deneylere dayanılarak kurulmuş olmalarına borçludurlar.

Mustafa Kemal bir bilim adamı değildi; ama en büyük isteği sözde bilimin yerine gerçek bilimi getirmek oldu. ‘‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’’ sözünü süs diye yazılmak için değil, bütün hayatını, zaferlerini ve devrimlerini bu gerçekle yoğurduğu için söyledi. Ne yaptıysa bu inançla yaptı.

Atatürk İstiklal Savaşından beri köylünün aydınlanmasını, çağdaş bir dünya görüşüne ermesini istiyor. Bakıyor ki sözde bilim adamlarının, İstanbul’un birkaç kilometre ötesine bile çıkıp bakmadan, Fransa’da, İsviçre’de gördükleri, görebildikleri okul sistemleriyle Anadolu köylerinde dikiş tutturmak mümkün değil. Bakıyor ki Batı okullarının sadece biçimlerini, dış görünüşlerini görmüş aydınlarımızın kurdukları okul havanda su dövüyor. Okul köyü aydınlatacak yerde, köy okulu karartıyor. Bunu gören Atatürk ilkin Batılı bilginlere başvuruyor. John Dewey de ona, kuracağı okulların Batı okullarına benzemesi değil, Türkiye’nin gerçeklerine uyması gerektiğini söylüyor. Bunun üzerine Atatürk çevresindeki eğitimcileri köy gerçeklerini inceleyip bir rapor hazırlamak üzere köylere yolluyor. Köyleri gezenler 3 gözlemle dönüyorlar:

Batı taklidi öğretmen okullarından köylere gidenler ya dayanamayıp gitmiş ya da kalıp köyün karanlığında erimiş, ağanın, imamın yoluna girmiş.

  • Köy okulunda sadece okuma yazma öğrenmiş köylü 4-5 yıl sonra okuma yazmayı bile unutmuş.
  • Ordudan dönüp tarlasını işleyen işleyen bazı çavuşlar köylü çocuklarına kendiliklerinden okuma yazma öğrettikten başka, cumhuriyetin padişahsız bir düzen olduğunu, şimşekle elektrik ışığının bir anadan doğduğunu, sıtmanın sivrisinekten geldiğini, otomobilin benzinle, trenin buğuyla işlediğini anlatmışlardır.

Atatürk ve İnönü’nün bu gözlemleri ilgiyle karşılamaları, Köy Enstitülerine varacak olan denemelerin, önce Eskişehir’deki eğitmen kurslarının ve Kızılçullu’daki (İzmir) ilk Köy Enstitüsü’nün dayanağı oluyor. Kısacası Köy Enstitüleri, sözde bilimcilerin Batılı okul görünüşlerini taklit etme yolundan çıkıp, gerçeklere ve gözlemlere dayanan yerli bir okul kurmak isteğinden, tam anlamıyla Batılı bir bilim gerekçesinden doğuyor.

Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimlerin dayandığı inanç, Türkiye halkının, büyük çoğunluğu köylü olan Türkiye halkının kendini yönetecek bağımsız bir devlet kurabileceği inancıydı. Bu inanç olmasa bugün bizim dediğimiz Anadolu bizden başka herkesin olurdu. Halka dayanan, halka güvenen bir devletin yapacağı ilk iş, halkın yaşadığı her yerde ve en çok köylerde bir tek sözcüsünü olsun bulundurmak, barındırmak, destelemekti. Köy Enstitüleri bu sözcüyü memleket ölçüsünde yetiştirmek amacıyla kuruldu.

Yeni Türkiye sözcüsünün köyde kalabilmesi için en az imam kadar köylü olması, köyün geçimine, yaşamına karışması, çifti çubuğu, çoluğu çocuğuyla köylünün kaderini paylaşması ve değiştirebileceği kadar değiştirmesi gerekiyordu. Köy Enstitüleri onun için yeni bir öğretmen tipi yaratmaya çalıştılar, içine kapanık okul ve karatahta geleneklerini kırdılar, işe dayanan bir eğitim ve öğretim yolu aradılar ve buldular. Hiçbir eğitim kurumumuz Köy Enstitüleri kadar kendi gerçeklerimizden, sosyal, ekonomik koşullarımızdan doğma, dolayısıyla onlar kadar özden, verimli ve yapıcı olmamıştır.

İsmail Hakkı Tonguç tarafından düşünülen ve bir 1940 yasasında yer alan Köy Enstitüsü yalnız bir okul değil aynı zamanda modern bir çiftlik ve öğrencilerin kendi binalarını bizzat kendileri yapmayı, toprağı işlemeyi öğrendikleri, başlangıçta lise derslerinden çok farklı olmayan derslerini bir yandan izlerken, bir yandan da yaşantılarını düzenledikleri bir yatılı kurumdur. Öğretim elden geldiğince yeni bir dünyanın kuruluşuna yardım etmeliydi. Ortak ve üretici çalışma bu yetiştirmenin temel ilkesiydi ve Anadolu köylüsü bunu binlerce yıldan beri imece adı altında bildiği için bu çalışmaya çok kolay ayak uyduruyordu.

Ne var ki, bu deneme ilk meyvelerini vermeye başlamışken, bir gericilik hareketi hortlayıp birdenbire bu atılımı durdurdu. Ama fikir yine bütün canlılığıyla ayakta durmaktadır ve denilebilir ki Türkiye öğretmen yetiştirme ve kullanmada şimdiye dek böylesine özgün, böylesine etkili bir yol bulamamıştır henüz. Bir kişiyi ancak doğup büyüdüğü bir köye yerleştirmek amacıyla okuyup yetiştirdiğimiz tek kurumumuz bu Köy Enstitüleridir.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..