Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Kasım '18

 
Kategori
Tarih
 

Krallık Nedir? Krallıkların Ortaya Çıkışı, Krallıkların ve İmparatorlukların Kökeni

Krallık Nedir? Krallıkların Ortaya Çıkışı, Krallıkların ve İmparatorlukların Kökeni
 

Çizim: Yücel Evren


Kral nedir? Krallıklar nasıl oluşmuştur? Kime imparator denir? İmparatorluklar nasıl kurulmuştur? Bu kavramlar ilk nasıl ortaya çıkmıştır? İnsanlar neden bir tek kişiye tabi olmayı kabul etmişlerdir? Bu işin başlangıcı neresidir? Merak etmeyen yoktur sanırım. En baştan anlatmaya çalışalım.

Her şey insanlığın doğuşuyla başladı.

Nasıl oluştuğuna dair rivayetler muhtelif. Kimi der Tanrı yarattı, kimi der maymundan evrildi. Kimi der uzaydan geldi, kimi der okyanuslardan karaya çıktı…  Karar veremediler, halen tartışır dururlar.

Nasıl olduysa oldu.

Oldu ya, bir kere... Şimdi insan artık yaşamını sürdürmeliydi.

Etrafına bakındı.

Yalnız değildi. Başka canlılar da vardı.

Zamanla isimlendirdi. Kimine “hayvan”, kimisine “bitki” dedi.

Bitkilerin neyle beslendiğini o an göremedi.

Ama hayvanlardan bazıları bitkileri yiyor, başka bazıları birbirlerini yiyordu…

O birbirini yiyen hayvanlardan bazıları insan da yiyordu.

Güvenli bir barınak bulmak gerekirdi. Bu bir ağaç kovuğu, bir mağara olabilirdi.

Buldu bir yer, sığındı.

Ve acıktı.

Beslenmek için diğer canlılardan gördüğünü taklit etti.

Hayvan da yedi, bitki de… Kurt gibi kuzu da yakaladı, ayının yaptığı gibi nehirlerden, göllerden balık da tuttu.

Maymun gibi meyve de yedi, inek gibi otlardan da…

Bu arada çiftleşiyordu da… Yavruluyordu. Çoğalıyorlardı.

Yavru tüm yavru canlıların en naçarıydı. Anne emzirirse yaşayabiliyordu. Ve etraftaki bin bir tehlike karşısında korunması gerekiyordu.

İş bölümü yaptılar kendiliğinden.

Kadın anne olmuştu. Mağarada, kovukta bebeği doyurup koruyacaktı.

Erkek, çiftleşmek istiyorsa kadının bu yönelimine katlanacak, bu durumu kabullenecekti. Ve kadınla yaşamak istiyorsa çaresiz, avladıklarından, topladıklarından barınağına getirecekti.

Avladı, yediklerinden arta kalanı mağarasına, kovuğuna götürdü.

Topladı, yediklerinden artanı  mağarasına götürdü…

Ve bu faaliyetler esnasında fark etmeye başladı.

Mağarasının zemininde, dışarıdan toplayıp getirdiği bitkilerin aynından bitiyordu. O bitkileri yerken bazı tanelerin döküldüğü yerlerde…

Ve mağarasının etrafına atmaya başladı bunlardan… Yüzeyde kalanın değil, toprağın yarıklarına düşenin büyüdüğünü  görüp tohumu toprağa gömmeyi akıl etti. Eşelenmek gerekiyordu. Bunu elle yapmak zordu. Bir dal parçası, sivri bir taş bu işe yarayabilirdi…

Yanılmamıştı.

Attığı tohumlar büyüyor, çoğalıyordu. Avlarken, toplarken, aynı zamanda ekmeyi keşfetmişti…

Avlanırken de bir şey dikkatini çekiyordu.

Bazı hayvanlar hızlı hareket edemiyorlardı.

Genellikle ot yiyen bu hayvanlar kolay av oluyordu.

İnek, koyun, keçi, tavuk… gibi.

Aslan, kaplan, ayı, kurt sırtlan gibi hayvanlar da bunları avlıyordu, insanlar da.

Ve bu kolay avlar avlandıkça azalıyorlardı.

Yiyecek az, müşterisi çoktu. Bu kolay avlanabilen hayvanları diğer avcılardan korumak gerekebilirdi.

Vahşi hayvanlarla mücadele zordu. Sopa, taş gibi şeylerden yararlanmaya başladılar. Sopayı sivrilttiler, mızrak yaptılar. Sopanın ucuna taş bağladılar alet yaptılar, birlikte hareket ederek ve bu aletlerle vahşi hayvanları savuşturdular.

Vahşi hayvanlarla boğuşmalardan sağ çıkmak kolay değildi. Başarabilen, gözüpek ve güçlü olanın etrafında toplanılıyordu. Onun yanına sığınmak, ona destek vermek, arka çıkmak, kendi güvenlikleri bakımından da gerekliydi.

Hayvanlar zaten böyle yapıyordu. Onlardan görmüşlerdi. Sürü halinde ve önden giden birinin etrafında toplanarak avlanmanın ödülünü alıyorlardı. Kurtlar öyleydi mesela. Güçlü olan liderdi. Ve ona uymak geride kalanların menfaatleri icabıydı.

Onları taklit ediyor olmalıydılar…

Tehlikeler karşısında çıkardıkları seslerle birbirlerini uyarıyorlardı bu arada. Yaklaşan tehlikeli hayvanın türünden, selden, şimşekten ve benzer tehlikelerden birbirlerini  haberdar etmek için onlarla aynı sesleri çıkarmaya, taklit etmeye başlamış olmalıydılar.  Bu işi ilerleterek konuşup anlaşmayı da becermeye başlıyorlardı öte yandan.

Yırtıcı hayvanların saldırılarından ot yiyen ve kolay avlanabilen inek, koyun, keçi, tavuk gibi  hayvanları korumaya başladılar. Ve insan yemeyen, yani kendileri için tehlike yaratmayan bu hayvanlarla  yakınlaştılar.

Biribirlerini sahiplenmeye başladılar.

Ekip biçmenin yanında hayvan evcilleştirmeyi de keşfetmişlerdi artık.

Şimdi artık konuşabiliyorlar, toprakta eşelenerek ekip biçiyorlar, geniş otlaklarda göz kulak oldukları hayvanların etini sütünü yiyorlar, balık avlıyorlardı. Ve bu işler için taştan, ağaçtan elde ettikleri gereçleri kullanabiliyorlardı.

Ve durmadan çoğalıyorlardı.

Mağaraları, ağaç kovukları yetmez olmuştu. Edinmeye başladıkları becerileriyle etrafa bakınmaya, iptidai barınaklarından yavaş, yavaş uzaklaşmaya, yeni uygun yerlerde yaşamlarını sürdürmeye açıldılar.

Kimi ırmak boylarında, deniz kenarlarında balık avlayarak, kimi sahip olmaya başladıkları hayvanlarını otlatabilecekleri çayırlık alanlarda, kimi avlayıcılık toplayıcılık yapabilecekleri ormanlık dağlık bölgelere dağılıp yerleşmeye yöneldiler.

Buralarda vahşi hayvanlardan, hava olaylarından korunabilmek için ağaçlardan, otlardan, sazlardan, çamurdan, taştan, kerpiçten barınaklar yaptılar.

Nüfus çoğaldıkça barınakların sayıları artmaya, muhit genişlemeye başlıyordu.

Tüm bunlar olup biterken “doğa” boş durmuyordu.

Bazen sel, bazen kuraklık, bazen bir salgın hastalık, bir anda tüm yiyecekleri ortadan kaldırabiliyordu.

Bu duruma pek çok kez şahit olunca, ürettiklerini ileride bir dar günde kullanabilmek için biriktirmeye başlıyorlardı.

Biriktirdiklerinden değiş tokuş yapmaya başlıyorlardı.

Üretimle birlikte şimdi artık ticareti keşfediyorlardı.

Bunları herkes yapmıyordu. Veya yapamıyordu. Bazılarının bulunduğu ortamlar bu faaliyetler için elverişli değildi, bazılarına da bu faaliyetler zor geliyordu.

Kimi üretip biriktirmeye çalışırken kimi de bunlara göz dikiyor, çalışıp üretenlerin biriktirdiklerini çalarak, yağmalayarak, gasp ederek yaşamlarını sürdürme yolunu seçiyordu.

İnsan savaşı keşfediyordu.

İnsan en büyük düşmanıyla tanışıyordu.

Bu düşman da insandı. Öteki insan…

Üretenin düşmanı gaspçı, gaspçının düşmanı üretendi. İkisi de insandı.

Bundan böyle her iki taraf da birbirine acımayacaktı.

Gücü yeten diğerinin canına okuyacaktı. Böyle anlarda acıma, merhamet gibi duyguların ve kavramların yeri yoktu.

Taraflardan her birinin yaşamlarını sürdürebilmeleri, bu savaşta üstün gelmelerine ve karşı tarafı acımadan yok etmelerine bağlıydı.

Üretip biriktirenler ürünlerini korumak için barınaklarının etrafına taştan duvarlar örmeye başladı. Çoğaldıkça daha dışarıdan yeni duvarlar gerekiyordu. Bu şekilde kentler kuruyorlardı.

Üretilene göz diken diğerleri ise bu duvarları aşmanın yeni yollarını arıyor, buluyorlardı.

Kavgalar hiç bitmedi.

Bu savaşlarda ilk andan itibaren güçlü, hızlı, yetenekli, hırslı, cesur, atak dayanıklı savaşçılar, savaştaki yararlılıkları ölçüsünde saygınlık kazanıyorlardı.

Yaşlılar, çocuklar ve kadınlar gibi güçsüz kesimler başta olmak üzere tüm diğerleri  bu üstün nitelikli insanların etrafında kümeleniyorlardı.

Kendilerini güvende hissedebilme ihtiyaçları bunu gerektiriyordu.

Ve  benzer tehlikelere her maruz kaldıklarında böylelerinin kanatları altına sığınıp hayatta kalabilmek için onların isteklerine, tavsiyelerine, yönlendirmelerine  uymaktan başka çareleri kalmıyordu.

Bu  kişiler sayesinde yaşamlarını sürdürebildiklerini düşünen ve bunu önemseyen insanların,  kurtarıcılarına bir şükran borçları doğuyordu.

Zora düştüklerinde hayatlarını kurtaran bu büyük insanları kutsal mertebelere oturtuyor, kutsal insanlar olarak görmeye başlıyor, bunların, Tanrı’nın bir lütfu, Tanrı’nın kendilerine koruyucu olarak tayin ettiği temsilcisi olduğunu kabul ediyor, hatta kimi zaman firavunlaştırıyor, adeta tanrılaştırıyorlardı.

Kurtarıcılar da bu durumun sunduğu fırsatların ve olanakların farkındaydı. Onlar, bu güvenli ortamın devam edebilmesi için yapılması gerekenleri ilan edebiliyor, isteklerini dikte edebiliyor, güven arayanlar, geleceklerini bu tavsiyelere ve direktiflere uymakla garantileyebileceklerini öngörüyorlardı.

Git gide yerleşen bu otorite artık kalıcılaşıyordu.

Topluluk, kurtarıcılarının isteklerinin yerine getirilmesinin zorunluluğunu kabul ediyordu.

Otoriteye itiraz edenlerin, diğer herkesin güvenliğini tehlikeye attığı düşünülerek böylelerinin cezalandırılmaları gerektiği  fikri benimseniyor ve bu cezalandırma yetkisi kurtarıcı lidere veriliyordu.

İstekleri aksatılmadan yerine getirilen ve itirazı olanları cezalandırma hakkı olan liderin, kendisinden sonra yerine oğlunun geçmesine ilişkin arzusunun gerçekleşmesi bu gidişin doğal sonucu oluyordu.

Bu işleyiş, üretip zenginleşen, surların içindeki kentlerinde güven arayan topluluklarda da, bunların üretimlerini gasp etmeye çalışan topluluklarda da aşağı yukarı böyle tecelli etmiş olmalıydı.

55 yıllık ömrüm boyunca öğrendiğim her şeyin üstüne, yeni okuduğum Yuval Noah Harari’nin Sapiens, Friedrich Engels’in, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni ve Samir Amin’in, Avrupa Merkezcilik isimli kitaplarından aklımda kalanları ilave edip harmanlayınca, krallıkların nasıl vücut buldukları sorusuna kafamda oluşan cevabın ezberimden ifade edebildiğim halidir.

İstedim ki, bu konu en basit, en anlaşılabilir şekilde nasıl anlatılabilir, bunu deneyeyim ve başarayım.

Kenan IŞIK

 

 
Toplam blog
: 432
: 2964
Kayıt tarihi
: 16.05.07
 
 

Mülkiye mezunuyum. Emekli müfettişim. Ankara'da yaşıyorum. S'oligarşi isimli kitabı yazdım. Kitap..