Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ocak '08

 
Kategori
Güncel
 

Kronik örtü sendromu

Kronik örtü sendromu
 

Örütülü ve açık; iki insan.


Yasalar önünde aynı görülmesi gereken kadınlar, örtülü ve örtüsüz olarak ikiye ayrılıyor. Ardından örtülülere ayrımcılık uygulanıyor, bu uygulamanın suçu da gene onlara yükleniyor. Örtülüler, devletin temel nizamıyla sorunlu kimselermiş gibi yansıtılıyor.

Meseleyi çözmeye çalışanlar, yasalarla tehdit edilerek sindiriliyor. Sonra da, "bunlar türban meselesini çözmezler, çünkü bu onların rant kapısıdır" diye, resmen alay ediliyor. İşte her şeyin bittiği, çıldırmanın (bila kaydü-şşart, ) şart olduğu nokta burasıdır.

Bu girişten sonra konuyu açıyorum. Vatandaşlar:

a- Şahsı ve ilgi alanı dışındaki olaylara aldırmayanlar,
b- Aldıranlar ve dinleyenler,
c- Dinleyenler ve okuyanlar,
d- Hem dinleyen, hem okuyan, hem de yazanlar,
e- Okuyup/duyduklarını anlatarak, yazarak para kazananlar,
f- Entellektüel birikimin üst noktasında olanlar, yani akademisyenler,
g- Devlet kurumlarında çeşitli görevler alanlar,
h- Siyasetçiler, olarak kısımlara ayrılabilirler.

Burada c'ye kadar olan üç grubu geçiyorum. Onların anlayışları, varsa fikirleri, daha çok kendilerini ilgilendirir. En sona aldığım siyasetçilerin de üstünü çiziyorum. Çünkü bir politikacıdan tarafsız olması beklenemez. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Onların, doğrularını da yanlışlarını da; yaptıklarını da yapamadıklarını da savunmaları gerekir. Çünkü siyaset ikna yöntemidir ve bunu gerektirir.

İyi/kötü ayrımı yapmadan, iktidarın her tasarrufunu eleştirmek, dürüst siyasetin ilkeleri arasında yer almasa da bu, muhalefetin vazgeçilmezidir. Hakkını yememek, için Sn. Bahçeli'yi, şimdilik kaydıyla, bundan ayrı tutuyorum.

Siyasetçiler kazanamayacaklarını bilseler bile, "bu seçimleri alırız" demek ve buna inanmak zorundadırlar. Çünkü başka türlü siyaset yapma şansları yoktur.

Grup d'ye giren bizim gibiler ise birikimlerini e, f, g ve h lerden alırlar. Bu nedenle onlara, biraz daha insaflı bakmamız gerekiyor. Her ne kadar birbirlerinden farklı görüşlere sahip iseler de onların objektivitesini bozan ideolojileri değil, idol gördükleri kişilerin yazıp söyledikleridir.

Geriye e, f ve g kalıyor. Bunlar, belli bir entellektüel birikimi olan araştırmacılar, yazarlar, çizerler ve fikir adamları... akademik kariyer yapmış bilim insanları... hukukçular, askerler, kurumlardaki üst düzey bürokratlardır.

Eğer adil, tarafsız, herkese aynı uzaklıkta olan bir yönetim; sonuçları nesnel olan bir bilim ihtiyacındaysak, bu kategorideki insanlar kesinlikle nötr olmalıdırlar. Olaylara, kendi değerleri açısından değil, sosyal gerçeklik, gereklilik ve olgular açısından bakmalıdırlar.

Bir akademisyenden, bir hakim veya savcıdan, bir düşünürden adamına veya durumuna göre değerlendirme yapması beklenemez, beklenmemelidir. Onu zaten biz yapıyoruz. Bilim insanlarıyla makam sahiplerinin bizden üstün bir yanı olmalıdır. Acaba durum böyle midir?

Önceki akşam, eski rektör Prof. Kemal Alemderoğlu'nu dinledim. Gene, üniversitelerde türban tartışması yapılıyordu. Bilgi birikimine hayran kaldım desem yalan olur. Bende meydana getirdiği şaşkınlığın, yalan yanlış savunmalarından mı, inadından mı olduğuna karar veremedim. YÖK Yasası'nın ek 17. maddesinin, Anayasa Mahkemesi'nin yazdığı gerekçeyle hükümsüz kaldığını ima ediyordu.

Halbuki Anayasa Mahkemesi, "Yürürlükteki yasalara aykırı olmamak kaydıyla üniversitelerde kılık kıyafet serbettir, " biçiminde düzenlenmiş olan ek 17. maddeyi iptal etmemiştir. Sadece buna bir gerekçe yazmıştır.

İptal etseydi zaten, o madde YÖK yasasına giremezdi. Başörtülüler de  (bu maddeye rağmen) önleri kesilene kadar, üniversitelerde okuyamazlardı. Alemdaroğlu, "YÖK Yasası'nı iyi bilirim" dediği halde, nedense ek 17. maddeyi yok sayabiliyordu.

Kezban Hatemi ona Anayasa'nın 153. meddesini okudu ama o, duymazdan geldi.

Anayasa madde 153. "Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir. İptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz. Anayasa Mahkemesi bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez."

Anlayana bu, " A. Mahkemesi'nin, iptal etmediği bir maddeye yazdığı gerekçeye dayanılarak, yasak konulamaz" demektir. Anlamayana, davul zurna ne yapsın!

Diğer taraftan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcımız Sn. Abdurrahman Yalçınkaya, tekrar gündeme giren başörtüsüyle ilgili olarak, bir açıklama yapmıştır.

Siyasi partilerin "Türkiye'de ırk ve dil farklılığına dayalı azınlıklar bulunduğunu savunmasının... bölgecilik ve ırkçılık yapmasının, devletin tekliğini değiştirmeye çalışmasının, bölge... cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayan(dır)masının" yasak olduğunu vurgulamış "aksi halde demokratik devlet düzeninin korunamayacağını" söylemiştir.(1)

Sonra şöyle devam etmiştir: "Partiler açısından, Anayasa'da yer alan hak ve hürriyetlerin devletin bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamayacağı Anayasa ve yasalarda hüküm altına alınmış, ayrıca yaptırımları gösterilmiştir."(2)

Gazeteye göre beyanatını şu ifadeyle bitirmiştir: "Bağımsız ve egemen olan her devletin, partiler üstü olan bir devlet politikası vardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin politikası... kurucu devlet ve kurucu meclis tarafından yapılan 1924 Anayasası ile belirlenmiştir. 1982 Anayasası ile de anılan devlet politikasının değiştirilemez hükümleri... koruma altına alınarak... açıklanmıştır." (3)

Bu açıklama başörtüsü sebebiyle yapıldığına göre biz de, örtü ile beyanat arasında bir ilişki kurmak zorundayız. O zaman ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor:

(1)-(2)- Başörtmek, "insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan" bir faaliyettir. Başörtüsünü savunmak, devletin tekliğini din, cemaat tarikat esaslarına dayandırarak bozmaya çalışmak demektir. Bunun da bir müeyyidesi vardır.

(3)-Başörtüsü, devletin temel ve değiştirilemez politikasına terstir. Yani, ele gelen yanı yoktur. Bunu savunan düzene aykırı düşmüştür, bedelini öder. Daha, "bu kadarına da pes yani" demeden, Yargıtay ve Danıştay da aynı kaygıları dile getirmesin mi?

Yukarıda yaptığımız değerlemeye göre; "yasalarda böyle hükümler olmasa, yüksek savcı ve hakimler, bu açıklamaları yapmazlar" diye düşünmemiz gerekiyor değil mi? Ne yazık ki, kazın ayağı öyle değil. Kırk yıldır şahit olduklarım, sisteme olan güvenimi o kadar sarstı ki, eğer bir gün durum değişirse, uyanık olduğumu anlamam için başımı duvarlara vurmam gerekecektir.

Tecrübeler, üst yapının insafa gelmeyeceğini gösteriyor. Ortada " devletin bekası gibi bir sorun varsa" çaresiz, yüzde yetmişi örtülü olan alt yapıya seslenmem icap ediyor: " Analar, bacılar! Başınızda taşıdıklarınız yüzünden, yedi düvelin yıkamadığı devletimizle onun rejimi elden gidiyor. Aklınızı başınıza alıp açının da birliğimiz, dirliğimiz, demokratik ve laik rejimimiz kurtulsun!"

Böylece saf değiştirmiş oluyorum. Bundan sonra, yapılanları olumlu görüp, her daim başımı duvara vurmamam için birinin beni tutması lazımdır. Yoksa bir taraftarınızı kaybedersiniz.

Haber: http://www.milliyet.com.tr/2008/01/18/siyaset/axsiy01.html

Resim: fikirsel.ipbfree.com/index.php?showtopic=934

 
Toplam blog
: 462
: 707
Kayıt tarihi
: 28.04.07
 
 

Emekliyim. Herkes gibi benim de bir dünya görüşüm var. İnsanların farklı fikir ve inançlara sahip..