Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Nisan '17

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Küba gezi notları ( Camaguey )

Küba gezi notları ( Camaguey )
 

Camaguey Park Carmen'den


CAMAGUEY  GEZİ  NOTLARI

20  OCAK  2017  (  SANTA CLARA – CAMAGUEY  )

Eşimin gece boyu ateşi yükseldi, bölündü uykumuz. Üzerine bir de bugün beş saat sürecek Santa Clara –  Camaguey yolculuğunda beş saat klimanın buz gibi ortamında bulunacağız.

Sabah kalvaltımızı yapıp 08.30’da  Viazul terminaline doğru çıkıyoruz. Park Vidal’e doğru yürürken boş bir bicicyle’a denk geliyoruz, terminale vardığımızda bir sürü insan kuşatıyor etrafımızı. Havana’ya gideceğiz sanmışlar, taksi şoförlerinden zor kurtarıyoruz kendimizi.

Havana’da evinde kaldığım Federico’yu sevemedim açıkçası, ama, yiğidi öldür hakkını ver demişler, bana aylar önceden, Viazul otobüsleri için rezervasyon yaptırmazsan sıkjıntı çekersin şeklinde mail atmamış olsaydı, sanırım şehirler arasaı yolculuğumuz da az önce etrafımızı saran çakalların kucağına düşmüş olacaktık.

Burada da aynı görüntüler karşımda. Açıkçası, Che’nin sembolik kentinde, böylesi dekolte ve dantelli çorap, mini etek giyen Küba Ordusu’nun kadın görevlilerinin görünüşünü hala yadırgıyorum. Hepsi aşırı makyajlı ve uzun takma tırnakları ile sırtlanlara benziyorlar.

Çantaları görevlilere teslim ediyorum. Kadın, “ peso “ diyor, neden diyorum, tekrar “ peso “ diye elini uzatıyor. Benim önümdeki Amerika’lı 1 CUC vermişti, çaresiz 5 CUP bırakıyorum masaya, isteksizce alıyor. Aslında, alıştırmamak lazım ama, yabancıların geleneğinde var bahşiş vermek. Sonra, pislik yapıp, çantalarımızı arattırabilirler bize.

Ana terminal giriş kapısı ne hikmetse sürekli kapalı, zaten günde 5-10 otobüs geliyor. Bir adamı kapıyı açıp kapama işi ile görevlendirmişler. Kapıyı açıyor, sonra kapıyor, geri kalan zamanlarda da uyuyor.

Yolcu salonuna geçiyoruz, kırık bir masaya dayanmış adam, ara sıra devrilecek gibi oluyor uyurken yine horlamaya başlıyor. Elimdeki biletleri yelpaze gibi yüzüne sallıyorum, uyanıyor. Yüzüme bakıp geçin diyor, izin vermese salona geçip otobüse de binemeyeceğiz anlaşılan. Küba’da istihdam yaratmanın bir yolu da bu olmalı, her köşeye bir görevli oturtup, uyuklatmak.

10.25’de hareket ediyoruz. Bir saattir, kırsala serpilmiş küçük sevimli evler ve büyük sığır çiftliklerinden geçiyoruz. Göze batan çirkin hiçbir şey yok. Evler minicik sempatik ve hepsi de rengarenk boyalı. Teraslarında, Küba’nın olmazsa olmazı sallanan sandalyeler.

Tütün tarlaları çoğalıyor ve az sonra Cabaiguan’dan geçiyoruz. Hatırladığım kadarıyla bu küçük yerleşim puroları ile ünlü. Kentin içinden geçerken gördüğüm kadarıyla herkes tertemiz giyimli, kadınların giysileri ile oldukça cüretkar.

Şeker kamışı tarlalarının içinde gözcüler gibi yükselen hindistan cevizi ağaçları var. Yola çıktığımızdan beri, bir gerilim filmi oynuyor otobüsün videosunda. Adamlar, resmen birbirlerinin etlerini parçalıyorlar.

Guayos, denize yakınlığı ve plajları nedeniyle turist ağırlamakta anlaşılan. Burada da gerek kentte, gerek halkında permürdelik çarpmıyor gözüme. Şeker kamışı tarlaları uzayıp giderken, gençlik yıllarımda Sıraselviler’de Sinematek’te izledsiğim, “ İşte Havana “ diye başlayan Küba belgeseli geliyor aklıma.

Sancti Spiritus’a giriyoruz yolcu indirmek için. Trinidad’la arasında 71 kilometre var. Küba kırsalı çok daha derli toplu ve temiz. Havana, özellikle Havana Vieja’nın derbederliği Küba’yı, Devrim’in getirilerini hiç de iyi yansıtmıyor. Kanaatimce, kırsalda yaşayan Kübalılar çok daha mutlu olmalılar. Sancti Spiritus terminalinde yolcuları inceliyorum, bizim yurdumuz

Saat 12.00’de Sancti Spiritus’tan çıkıyor ve Zaza nehri boyunca ilerliyoruz. Nehir, Küba’nın en büyük su rezervi hali hazırda. Gökyüzünde gezinen pamuk parçalarına benzeyen bulutlar, kokonat ağaçlarına takılacakmış gibi gözüküyor uzaklardan. Muhteşem bir postaral güzellik içinde kayıp gidiyoruz.

Küba tarımında, Devrim öncesi kullanılan gübre miktarının uygulanan ambargolar nedeniyle kesildiğini, ama Rejim’in organik tarımı özendirmesi, daha doğrusu teşvik etmesi ile bio-gübre kullanımının yaygınlaştığını rakamlarla okumuştum. Bulduğum anda bu bilgileri yeniden paylaşacağım.

Jatibonico’da şoförler otobüsten inip yol kenarındaki büfede bir şeyler içiyorlar. Yolcular şaşkın onlara bakıyor, neden sonra biniyorlar ve hareket ediyoruz. Viazul otobüslerinde mutlaka iki şoför oluyor ve nöbetleşe kullanıyorlar otobüsü.

Her geçtiğimiz belde de, kamu kurumu veya okulların önünde mutlaka Jose Marti heykelini görüyorum, ama hiç de devasa heykeller değiller bunlar, bir önderi hatırlatatmaya yetecek kadar, çoğu insanın beline bile gelmiyor uzunluk olarak.

Tarımın başat olduğu topraklardan geçiyoruz. Küçük beldelerde bile “ tarım kollektifleri” nin levhalarını görüyorum. Kamu ile üreticinin barışık olduğu, birbirlerini desteklediği, çekilen bunca acıya, ambargoya rağmen 11 milyon nüfusu besleyebilme becerisinin altında sanırım Küba yurtseverliğinin eşsiz dayanışması yatıyor.

Burada, gözlemlerime ara verip, Küba’nın 1989’a kadar sırtını dayadığı S.S.C.B’nin çöküşünden sonra aç kalışıyla kafasına dank eden pratikleri hayata dönüştürüp, yarattığı sislemlerle tarıma nasıl hâkim olduğunu paylaşayım biraz;

Endüstriyel tarım dediğimizde sentetik tarım ilaçları (zehir demek daha doğru), kimyasal gübreler, şirket tohumları (yerel olmayan tohumlar), yoğun su ve ağır tarımsal makineler kullanan tarım sistemini kastediyoruz. Alamar’da yaşayıp Havana’da çalışan işçiler petrol ithalatı durma noktasına gelince saatlerce otobüs beklemek zorunda kalmışlardı. Bisiklet çare gibi düşünüldüyse de Havana o kadar uzaktı ki bu kadar yol bisikletle alınamazdı. Zaten gıda eksikliği çok yüksek düzeyde olduğundan kimsede enerji kalmamıştı.

Bu durumda tarım teknisyeni Miguel Salcines Alamar’da bir kenarı konutlara dayanan bir arazinin kullanım haklarının kendilerine verilmesini istedi. Kooperatifin katılımcıları kısa sürede beşten 147’ye yükseldi. Alamar’daki çalışanlar ulaşım, zaman kaybı, açlık gibi sorunlarla uğraşmaktansa bu kooperatif çiftlikte çalışmayı yeğlediler. Tamamen ekolojik bir tarım yapılıyor. Çiftlik kâğıt üzerinde değil, gerçekten çalışanların yönetiminde.

Kentsel tarımın yolu;
Küba’da 1990 öncesi aynen Sovyetler Birliği ve diğer COMECON (Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi) üyeleri gibi kimyasal tarım ilaçları, kimyasal gübre ve petrol kullanan makinelere dayanan endüstriyel bir tarım yapılıyordu. Daha çok şeker üreterek bu ülkelere satan Küba karşılığında her türlü tarım kimyasallarını (ilaç ve gübre), petrolü ve bazı gıda maddelerini ithal ediyordu. Sovyet Bloğunun 1990’larda çöküşü ile Küba ihracat pazarlarının ve ekonomik desteğinin yüzde 85’ini nerede ise bir günde kaybetti. Tarım girdileri ithal edilemez olunca üretim hızla düştü. Küba’nın ABD tarafından uygulanan bir ambargo içinde olduğunu da hatırlayalım. Bu açlığa yol açtı. Gezimizde bize yetersiz gıda tüketimine bağlı geçici körlükler yaşandığını anlattılar. Krizden önce de endüstriyel tarıma Küba içinden yapılan eleştiriler vardı. 1990 krizinden önce endüstriyel tarımdan duyulan memnuniyetsizliklerin ve ithale dayanan tarım üretiminin ve her an oluşabilecek bir şiddetli bir ABD blokajının ciddi sorunlar yaratacağının sezilerek bazı çabalarda bulunulduğunu biliyoruz. “Küba’da Kent Tarımı” başlıklı Sinan Kunt tarafından yazılan kitap (Yeni İnsan Yayınevi) bu konuda değerli bilgiler sağlamaktadır. Örneğin Sovyetler’in dağılmasından dört yıl önce 1987’de Silahlı Kuvvetler Bahçecilik İşletmesi’nde (HORTIFAR) o zamanlar Savunma Bakanı olan Raul Castro, muz çiftliğinde petro kimyasallar kullanmadan yapılan sebze üretimlerini yerinde izlemiştir. Castro bu üretim yönteminin Küba genelinde yaygınlaştırılmasına yönelik arzusunu ifade etmiştir.

Kentsel tarımın Küba’da daha sonraları yaygınlaştırılmasında bu oldukça önemli olmuştur. 1987’den itibaren silahlı kuvvetler organoponico denilen yükseltilmiş yatakları (bizde tahta deniyor) kendi içinde yaygınlaştırmaya başlamıştır. Diğer bir gelişme de 1987’de Küba Tarım ve Orman Teknik Elemanları Birliğinin (ACTAF) kurulması olmuştur. ACTAF’ın temel hedefi sürdürülebilir ekolojik tarımın desteklenmesi olacaktır. Kısacası kitabın temel argümanlarından birisi de, Küba’daki kentsel tarımın, krizden önceki 30 yıl boyunca, bu ülkede uygulanan eğitim, bilim ve teknoloji alanlarında uygulanan devlet politikaları ve krizden bu yana sağlanan güçlü devlet desteğinin eseri olduğunu göstermektir. 

Ağır ambargo ile mücadele dönemi;
Öncesinde bazı hazırlıklar ve uyanışlar vardır, fakat kriz patlayana kadar bunlar geniş ölçeklerde uygulanmamıştır. ABD’ye çok yakın olması yanında karşılaştığı ambargo, Küba’nın krizden çok ağır etkilemesine yol açmıştır. Bu durumda zaten tarım ilaçları, kimyasal gübreler ve makineler olmaksızın tarım yapmaktan başka çare kalmamıştır. 1991-1995 arası Küba’da “özel dönem” olarak adlandırıldı. ABD bu dönemde gıda ve ilaç ihracını yasaklamak, Küba’da iş yapan yabancı şirketleri ABD yaptırımlarıyla karşılaşması gibi ek uygulamalarla Küba’yı daha da sıkıştırmaya çalıştı.

Devletten kooperatife; 
Kriz karşısında Küba üçüncü tarım reformu diye adlandırılan bir atılıma başvurdu. Bir kararname ile Tarım ve Şeker Bakanlığı kontrolü altındaki devlet çiftlikleri fesh edilerek “Kooperatif Üretimi Temel Birimleri” (UBPC) denilen daha küçük ve devlet işçilerinin kooperatif üyelerine dönüştüğü bir sisteme geçildi. Bu üyeler liderlerini kendileri seçeceklerdi. Aynı kararnamede küçük ve izole toprak parçaları için de bir 'özel kullanım yetkisi' düzenlenmiştir. Bu uygulama ile çiftliklerin doğrudan orada çalışanlarca yönetimi mümkün oldu. Bu durum çalışanların işe yabancılaşmasını önledi ve onların bilgi ve deneyimlerinin daha etkili üretime yansımasına neden oldu.

Sebze kentte üretiliyor;
Havana ve diğer kentlerde dolaşırken yer yer kent bahçelerine rastladık. Bunlar kentin taze sebze ihtiyacının karşılanmasında önemli bir katkı sağlamaktadır. Diğer yandan kentli halka bunların ulaştırılması için fosil yakıtların kullanılmamış olması büyük bir avantajdır. Küba’nın 1990’larda karşılaştığı sorunlardan en önemlisi de araçlar için yakıt sağlanmasındaki güçlük olmuştu. Bu problem şu anda bütün dünyanın başındadır. Bize tarım hakkında bilgi veren bir ziraat mühendisi Havana’nın sebze ihtiyacının yüzde 80’inin kent bahçelerinden sağlandığını söyledi. Baklagil, patates, yuca gibi diğer gıdaların çoğu ise kent dışı tarım alanlarından sağlanıyor. Tüm besinlerin ne kadarının kent tarımından sağlandığına dair bir bilgi olmadığını konuşmacı bildirdi. Türkiye’de bazı yazılarda bu konuda yanlış (veya belki de abartmalı) bilgi var. Bize bilgi veren ziraat mühendisi "ben yalan

Diğer bir konu da Küba’da GDO ürünler yetiştirilmesi. Brifing veren mühendis bu konudaki sorumuza “ben kesinlikle karşıyım. Bu yanlış bir şey” dedi. Agro-ekoloji konusunda tanınmış araştırmacı M.A. Altieri ve F. Manzote; Montly Rewiew’de (2012, vol. 63) yazdıkları bir yazıda Küba yöneticileri içinde hâlâ endüstriyel tarım, yeşil devrim anlayışına bağlı kişilerin olduğunu, hâlbuki agro ekoloji alanında büyük bir bilgi birikimine ve başarılara sahip olan Küba’nın bu gibi GDO teknolojilerine hiç ihtiyacı olmadığını yazmıştı.

Rancon el Baquero adlı bir dinlenme tesisinde mola veriyoruz. Viazul Otobüsleri sadece turistlere yönelik hizmet veriyor, Omnibus’un ise yerel halkın kentler arası ulaşım ihtiyacını karşılıyor diye biliyordum. Yanılmışım, gelir seviyesi giderek bozulan Küba’da, anlaşılan, parayı bulabilen halk, daha fazla para vererek Viazul ile seyahat etmeyi tercih ediyor, yabancılarla birlikte. Nerede mola verilse, yerel halk hemen yemek yemeye koşuyor, içki içiyor. Kırk dakika boyunca, civardaki patikalarda yürüyor, bir kaç evi fotoğraflıyorum bu arada.

Saat 15.00, yol giderek bozuldu, artık Camaguey sınırlarındayız. Florida’dan geçiyoruz şimdi, Amerika’nın burnunun dibinde bulunan bir coğrafya, hele hele yıllardır Amerika’nın arka bahçesi olursa böylesi öykünmeler kaçınılmaz anlaşılan. Tertemiz bir yerleşim olduğu, otobüsün penceresinden bile fark edilebiliyor. Avila’dayız şimdi, terminalinde mola veriyoruz bu 120.000 nüfuslu Karaip denizlerinin güzelliğinde turistik cazibelerei ile dolu kentte.

 Yılların sıkıntısından, kısmen de olsa ( ki sonra felaketin farkına mutlaka varacaklardır ) sermayenin kışkırtıcılığında rahatlayan Küba’lı kadınlar, erkeklerinden daha cüretkar ve frapan giyiniyorlar. Öyle ki; bu sıcakta, jarse, naylon taytlarla vücutlarını sosis gibi saran daracık giysiler ile kendilerini eziyet ettiklerini anlayacaklardır sonunda.

Kavşaklarda, pek çok Küba’lının otobüs veya kamyonbüs ( ben böyle diyorum, kamyon kasalarının otobüse benzer şekilde düzenlenmiş hali ki çok itici ve soğuk duruyorlar ) beklediğini görüyorum, öyle sakin ve telaşsızlar ki, Küba’da zaman durmuş gibi hissediyorum kendimi onlara baktıkça.

Bir kez daha anlıyorum ki, en az kentleri kadar, hatta çok daha fazla fotoğrafik malzeme var Küba kırsalında. Otobüste, muhtemelen Çin veya Kore yapımı şiddet filmleri oynuyor yol boyunca, Rejim’in şiddet karşıtı politikaları ile çelişen bu tür yapımlara ses çıkarmaması Küba’da dejenerasyonu çok daha hızlandırıyor bence.

Federico, Santa Clara’da kaldığımız casa particular’dan komisyonunu alamayınca, Camaguey’de rezervasyon yaptığı yeri de uyardı anlaşılan; “ adam uyandı, bana komisyon ödettirmek istemiyor “ diye. Zira, Camaguey’de Viazul’den indiğimizde bizi karşılamaya kimse gelmiyor. Bir müddet bekliyor sonra bir bicitaksiye çantaları yükleyerek Agramento Meydanı’na götürmesini istiyorum ( 3 CUC ).

Bicitaksiler vicdan taşıyan insanların bineceği araçlar değil bence. İki kişi ve çantalarını tamamen kas gücüyle sıcak havada teninden ter fışkırarak izlemek büyük ıstırap. Bizim sürücümüz, üstüne bir de iyi niyetli biri, illâ bize kalacak bir yer bulacak. “ Bak komisyon almana izin vermem “ diyorum, gülüyor; “ benim hakkım olanı ver yeter bana “ anlamında bir şeyler anlatıyor vücut diliyle. Kapısını çaldığımız casa particular’ların çoğu ya dolu, ya da bir gece için oda vermiyorlar.

Camaguey’de sadece bir gece kalacağız, ikinci gece, daha doğrusu üçüncü günün sabahında saat 02.25’de Trinidad’a hareket edecek otobüs. Zor bir gece olacak, sabaha karşı hareket eden otobüse daha doğrusu terminale ulaşmak Küba gibi güvenli bir yerde sorun yaratmayacak biliyorum, yine de, hafiften geriliyoruz, üstelik yarın Pazar akşamı, Küba’lıların daha fazla alkol alarak dağıttığı bir gece olacak. Şimdilik, bizi ilgilendiren kısmı, sadece bir gece kalacağımız için, kimsenin bize oda vermek istememesi.

 Bicitaksi sürücümüz, bıkıp usanmadan kapıları çalıyor, arkasında ben, kan ter içinde kalmışken bir yerden okey alıyoruz. Cristina, güler yüzlü sevimli bir kadın. Sahibi olduğu Casa Aiello Cristina’da iki oda var, sessiz sakin bir yer ( 25 CUC ). Cristina ile çok az İngilizce formatında anlaşıyoruz. Büyük annesi Anadolu Yahudilerindenmiş, Türk olduğumuzu duyunca tüm sıcaklığı ile ilgileniyor bizimle.

Odamıza yerleşiyoruz, kahvaltı yapacağız, hanım ekmek siparişi verince kendimi Camaguey caddelerinde buluyorum. Bulunduğumuz Oscar Primelles caddesinden Republica caddesine sapıyorum, ancak bir anda pek çok alışveriş imkanının olduğu dükkanlarla dolu bulvarda buluyorum kendimi. Ama, ekmek satan bir yer yok. Gençlerin oluşturduğu bir gruba yaklaşıyor ve yakınlarda fırın olup olmadığını soruyorum İngilizce. Kızlardan biri gruptan ayrılarak, iki sokak ötede, belki de aramakla bulamayacağım bir pastanenin önüne getiriyor, içeride tatlı, pasta ve ekmekler var. Ayrıca, hesaplı ve kaliteli paladar ( yerel halkın yemek yediği lokantalar ) soruyorum, pastanenin karşısındaki binanın terasını gösteriyor. Elimde ekmek odama dönüyor ve kahvaltımızı alışıldık şekilde icra ediyoruz.

Cristina’nın söylediği gibi, tüm Küba kentleri turist kaynıyor. Özellikle, bundan sonraki durağımız Trinidad, Havana’dan sonra en fazla turist alan yerleşim. Burası için, çok iyi arkadaşının casa’sından telefonla rezervasyon yapıyor  Cristina. Anlaşılan o ki, Santa Clara’da komisyon alamadığını anlayan Federico, diğer rezervasyonları da üşenmeden iptal ettirmiş, zira, bugün Cristina’nın hemen yanındaki casa sahibinin bizi terminalden alması gerekiyordu, gelen olmadı. Para ve menfaat ne çabuk bozuyor yardımlaşma duygularını.

Camaguey caddelerinde de, şimdiye dek gördüğüm kentlerdeki insan manzaraları ile karşılaşıyorum. Şimdilik, Küba’lı kadınların özgürlükten anladıkları, vücutlarının tüm tümsek yerlerini dışa vuran taytlar ve giysiler kullanabilmeleri olduğunu düşünüyorum, ister istemez.

Koca bir gün yollarda ve yerleşme telaşı ile, yerleştikten sonra da Cristina ile sohbet ile geçiyor.

 

21  OCAK  2017  (  CAMAGUEY  )

Sessizlik içerisinde bir uyku ile geçiyor gece. Zaman zaman yüzüme vuran ay ışığı ile uyansam da, sabah dinlenmiş bir vücutla Camaguey fethine hazır hissediyorum kendimi. 06.30’da uyanıyoruz, gecesi zor geçecek bir güne.

Dün, bicitaksi ile geldiğimiz yolu yürüyoruz Viazul Terminali’ne doğru, kahvaltı sonrasında. Bale Okulu’nun önünden geçiyoruz. Küba’nın 3. Büyük kenti olan Camaguey geleneksel çömlekleri ile ünlü. Yok, gece yarısı daha doğrusu sabaha karşı bunca yol, elimizde çantalarımızla yürünemez. Anlaşılan, taksiye bineceğiz, ama, bu taksinin de güven vermesi lazım.

Sonra Plaza İgnacio Agramento’ya geliyoruz. Camaguey’in eski adı olan Puerto Principe da zengin bir ailenin çocuğu olarak doğdu. İspanya’ya karşı yürütülen bağımsızlık savaşında siyasi ve askeri önemli roller üstlendi, 1873’de serseri bir kurşunla öldürüldüğünde sadece 32 yaşındaydı.

Agramento Meydanı’na geldiğimizde ellerinde haçlar ve ikonlarla yürüyen kalabalık bir kafile ile karşılaşıyoruz ve Catedral de Nuestra Senora de la Candelaria’ya giriyorlar. Kafile öyle kalabalık ki, kiliseye girmeleri ve ayinin başlaması neredeyse bir saati buluyor. Kilise ağzına kadar doluyor, Katoliklerin kilisesinde Santeria dininden izler varmı diye merak ediyor ve içeri giriyorum. Hava sıcak, içerisi havasız, yine de ne pis bir koku ne ter kokusu hissediyorum.

 Bir ara Cristo sokaktan geçiyoruz, “ Carlos Finlay’ın Evi “ levhası dikkatimi çekiyor. Sarı humma hastalığının kaynağının sivrisinek olduğuna dair tezleri, meslektaşlarının muhalefetine rağmen 30 yıl sonra kabul gördü. 1908 yılında L’egion d’honneur nişanı alan Finlay, cüzzam, kolera, kütle çekimi ve fitopatoloji ( bitki hastalıkları bilimi ) üzerine kırk kadar makale yazdı ve Küba’da evinde ağır beyin rahatsızlığı ile vefat etti. Camaguey’de bu evde doğduğu için evi şimdilerde kişisel eşyalarının sergilendiği müze olarak kullanılıyor.

Agramento Meydanının karşısında bir kütüphaneye giriyoruz. Bir köşe tamamen Jose Marti’nin kitaplarına ayrılmış.

 Sonra, Hermanos Aguero sokağında rengarenk evlerde, her binanın pencere ve kapılarını çevreleyen ferforjeleri seyrederek dolaşırken karşımıza Nicolas Guillen’in ev-müzesi çıkıyor. Guillen, gençliğimden beri şiirlerini okuduğum bir şair, Küba’nın milli şairi. 1902 yılında doğduğu bu ev, şimdilerde kentin sosyo-kültürel araştırmalar bürosu ve öğrencilerin müzik eğitimi için kullanılıyor.

 

Nicolas Guillen’in kısaca hayat öyküsü; 10 Temmuz 1902’de Camagüey’de doğdu. 17 Temmuz 1989’da Havana’da öldü.Tam adı Nicolás Cristóbal Guillén Batista’dır. Hem Afrikalı hem de Avrupalı kanı taşıyordu. Havana Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi gördü. 1937’de Cumhuriyetçiler’in safında İspanya İç Savaşı’na katıldı. Aynı yıl Küba Komünist Partisi’ne girdi. Altı yıl kadar sürgünde yaşadı; bir süre Avrupa’da -üç yılı Paris’te – kaldıktan sonra Küba Devrimi’nin başarıya ulaşması üzerine ülkesine döndü. Sociedad de Estudios Afrocubanos’u (Afro-Küba Araştırmaları Topluluğu) kurdu. UNEAC’ın (Union Nacional de Escritores y Artistas Cubanos – Kübalı Yazar ve Sanatçılar Ulusal Birliği) kurulmasına öncülük yaptı. 1954’de Lenin Barış Ödülü’nü kazandı. 1961’de Ulusal Ozan (Poeta nacional) sanı verildi, UNEAC’ın başkanlığına seçildi.

 

 Guillen’in evinin girişinde eski bir masanın başında oturan görmüş-geçirmiş birine benzeyen yaşlı adam İspanyolca bir şeyler söylüyor. Anladığım kadarıyla, evi gezmemizin imkansız olduğunu anlatmaya çalışıyor. Ben ısrar ediyorum, sonunda adamcağız sokağa açılan ağır ahşap kapıyı kapatıp, mandalını çeviriyor. Sonra, anlatacaklarını benim anlayacağımdan emin, İspanyolca konuşarak  Guillen’in çalışma odasını, salonu, belgelerini, avluyu gezdiriyor.

Teşekkür edip, tekrar rengarenk evlerin dizildiği sokakta yürürken, Guillen’in Nâzım Hikmet’i Küba’ya davet edişi ve Nâzım’ın anıları geliyor aklıma; N.Gullien Nazım`ı karşılamaya geliyor ve beyaz bir Cadillac taksi ile şehir merkezine yöneliyorlar. 

 

 

 

                       ak bir kadillakla girdik Havana'ya

                      otomobilin böylesine ömrümde ilk biniyorum

                       araba değil okyanus

                       milyoneri miami’ye kaçmış

                       çarın tahtı geldi aklıma

                       dokuzumda kremlin’de üstüne oturup resim çektirdimdi kılıflıydı

Şehire yaklaştıkça Havana`nın sıcak kanlı, esmer çocukları çıkmıştır karşılarına, belki de, Devrim Meydanı`nın (Placio de la Revolucion) önünden geçerek Paseo caddesinden sola döndüler ve Nazım için Ulusal Yazarlar ve Sanatçılar Birliğince ÜNEAC binasında (Ünión Nacional de Escritöres y Artıştaş de Cuba) çok kalabalık ve içten bir karşılama törenine doğru gitmek için. Böylece, aynı yaşlardaki iki şairin dostlukları Mayıs ayının sıcak ve bir o kadar da nemli havasında pekişiyor.

 Park Carmen’e yürüyoruz, koloniyal evlerinin gölgelerine sığınarak. Sempatik bir alan, hattâ romantik sayılabilir. Ama, önce sağdaki derli toplu lokanta dikkatimizi çekiyor, daha doğrusu eşim buranın methini okumuş bir yerlerde, elimizle koymuş gibi buluyoruz. El Ovejito restoran, Camaguey’in en iyi on restoranı içerisinde yer alıyor. Önerilen cordero ( kuzu ) ile arrozo ( meksika pirinç pilavı ) ve salata sipariş ediyoruz, tabii yanında iki buz gibi Bucanero birası. Keyifli ve lezzetli yemekten sonra daha enerjik hissediyoruz kendimizi, Camaguey’i gezmeye devam edebilmek için.

Park Carmen’in nihayetinde Carmen Kilisesi yükseliyor pastel pembe rengi ile, ne var ki, alt kısımları boyanmış, üstleri ise yıpranmış eski boyaları ile hırpanî duruyor. Camaguey’in geleneksel ürünleri olan dev toprak çömlekleri simgeleyen bir heykel, bir bankta oturan iki aşık heykeli, yine banklarda oturmuş sohbet ( veya dedikodu ) yapan kadın heykelleri ile kentin günlük yaşamı canlandırılmış. Aydınlatması, zemin kaplaması ile sessizlik vahası Camaguey’de Park Carmen.

 Camaguey’in bir başka parkındayız, San Juan de Dios Parkı’nın özelliği, meydanı çeviren 18. y.y kolonyal mimariye havi binaların ve  zeminin çok iyi korunmuş olmaları. İsmi, aynı isimdeki hastaneden geliyor. Hemen yanıbaşındaki müze bakımda olduğu için gezmek mümkün olmadı. Öğle sıcağının ıssızlığında adeta bakir Meksika köyünde hissettim kendimi burada.

Agramento Meydanı’nın kalabalığına dönüyoruz tekrar. Ayin bitmiş, temiz giyimli yerel halk kibarca birbiri ile öpüşerek vedalaşıyor. Meydanın karşısında bir binanın gölgesinde gençler yere serdikleri satranç kağıdı üzerinde satranç oynuyorlar.

 İzin alıp fotoğraflarını çekiyorum. İçlerinden birisi sert bir tonla bir şeyler anlatıyor bana, fotoğraf çekmemden hoşnut olmadığını sanıyorum. Meğer,akşama satranç turnuvası varmış, gel orada da fotoğraf çek diyormuş.

Bu kez, kentin diğer ucuna uzanan Republica caddesi boyunca yürüyoruz ayaklarımızda kalan son enerji kırıntılarını kullanarak. Sağda tren garı müzesi restore ediliyor. Yine, koloniyal binalar dizilmiş cadde boyunca, artık Los Martires ( Şehitler ) Caddesi olarak devam ediyor ve giderek permürdeleşiyor. CUP ile pizza satan bir dükkana giriyoruz, tezgahın rengi sürekli beyazdan siyaha değişiyor, neden sonra anlıyoruz, sinek bulutunun neden olduğunu, tabii hemen uzaklaşıyoruz. İlerideki Martires Kilisesi’nin önünden dönüyoruz.

Republica caddesinde günün kalabalığı çekilmiş, gençler cadde boyu dizilmiş banklara oturmuşlar, içki içiyorlar, omuzlarına astıkları kocaman teyplerden yüksek volümle müzik dinliyorlar. Giderek bankların etrafı şişe ve cips ambalajlarından oluşan çöp yığınına dönüyor, kimse karışmıyor, ikaz etmiyor.

Akşam yemeğini Cristina’nın elinden yemeyi düşünüyorduk. Ama, bugün sanırım kız kardeşi geldi ve epey tartıştılar. Sanırım keyifsiz, özür dileyerek yemek hazırlayamayacağını, ama, ucuz ve temiz bir paladar ( halk lokantası ) önerebileceğini söyledi. Kocası, Agramento Parkının yanı başında İndependencia caddesi üzerinde Paladar Solar isimli bir yere getirdi bizi. Israr edince bizimle oturdu, bir Bucanero bira içip kalktı. Balık fleto, muz kızartması, salata, pilav ve Bucanero ile günün yorgunluğunu ödüllendiren bir ziyafete dönüştü yemeğimiz( 235 CUP ). Masamıza sokulup chan chan söyleyen müzisyenlere de 20 CUP uzatıyorum.

Yemek sonrası Agramento Parkında torunlarını, çocuklarını gezdiren yerel halkın arasına karışıp banklarda etrafı seyrediyoruz.

Casa’mıza doğru giderken, mağazaların vitrinlerine bakıyorum.Puma, De Longhi markaları, ankastre mutfak ürünleri, her türlü çamaşır ve bulaşık makinesi, Adidas ürünleri, Zara giysileri artık yerel halkın parası karşılığı ulaşabileceği ürünler. Çoğu Küba’lı Samsung telefonlarla görüntülü konuşma yapıyorlar.

Cristina, bu sabaha karşı Trinidad’a hareket edecek otobüsün kalkacağı Viazul terminaline gitmemiz için, akrabalarını çağıracağını ve onların otomobili ile gideceğimizi söylediği için, içimiz rahat vakit öldürüyoruz.

Tesadsühf Republica caddesinde bir polis karakolunun karşısındaki banka oturmuşuz. Raul Castro’nun fotoğrafını görünce anlıyorum. Polisler, kılıksız, hippi kılıklı tipleri getiriyorlar, çocukların umurunda değil, kimlik tesbiti yapılırken bitirim bitirim bakıyorlar polislerin yüzlerine.

Saat 22.30’da Casa’ya dönüyoruz. Cristina’ya bir kolye ve bilezik veriyoruz. Sevinçten çıldırıyor, sarılıp sarılıp öpüyor beni. 24.00’de akrabaları ( annesi ve damatları ) geliyor, onlar restoranda sohbet ederken, biz günün yorgunluğu ile perişan olan bedenimizi, yarına kadar otobüste daha da perişan etmemek için, koltukların üzerinde uyuklayarak dinleniyoruz.

Tam dalıp, içim geçmişken Cristina hafifçe sarsıyor saat 01.00’de, Trinidad ve Cienfiegos kentleri için Casa rezervasyonlarımızı yapmış, iki ayrı kağıda adresleri yazmış olarak uzatıyor.

 Tekrar beklediğini ,bir kez daha gelirsek 25 CUC yerine 20 CUC ödeyeceğimizi, terminale götürecek araç içinde 10 CUC yerine 8 CUC vermemizi söylüyor.

Araca binerken, yaşlı gözlerlle uğurluyor, sarılıp sarılıp öpüyor bizi.

Dağılmak üzere olan bir Dodge otomobil ile kimsesiz yollardan Viazul Terminali’ne geliyoruz. Rezervasyon odasına girip, kolunda en az yarım kiloluk kol saati bulunan gence rezervasyon çıktısını uzatıyor, biletimizi alıyorum.

Giderek soğuyan bekleme salonunda oturup beklemeye başlıyoruz. Her tarafta bir pejmürdelik var. Perdeler perişan, Fidel’in gerilla kıyafetli sırt çantalı resmini altmış yıl her yerde seyretmenin nasıl bir duygu olduğunu hissetmeye çalışıyorum. O anda, bugün Cristina’ya, Fidel’in sandık başında oy kullanırken çekilmiş fotoğrafını gösterdiğimde yüzündeki donuk bakışı hatırlıyorum.

Terminal bu saatte bile hareketli, genelde yerellerin kullandığı Omnibus Nacional otobüsleri çoğu kez Viazul otobüslerinden daha yeni. Turistler, mecburen Viazul’a deli paralar verdiği halde, çoğu kez, eski ve numarasız koltuklarda ayrı ayrı oturarak gidiyorlar.

Burada da, Amerika bayrağından elbiseler ve tişörtler giymiş kadınlar ve gençler görüyorum. Bürokrasiye meraklı askerler, kapıyı tutmuş, biletleri öyle bir inceliyorlar ki, yolcuları bekleme salonuna almak için, sanırsın yakalayıp hapse atacaklar.

Yolculuk genellikle uyuyarak geçiyor, ama, otobüsün içi korkunç soğuk oluyor.

 

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..